Agos
06.02.2009
Rober Koptaş’ın geçen hafta Agos’ta yayımlanan Hüseyin Hatemi röportajı gerçekten çok önemliydi. Yakın bir gelecekte yapılması ‘beklenen’ patriklik seçimi, ister istemez, meselenin hukuki boyutunun da irdelenmesini gerektiriyor. Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’deki gayrimüslimlerin hukuki sorunları ile ilgili olarak uzman profesör Hüseyin Hatemi’nin söyledikleri ve önerileri, üzerinde durulmaya değer.
Gayrimüslim azınlıkların statüleri, Hatemi’nin vurguladığı gibi, günümüz Türkiye’sinde hâlâ belirlenmiş değil. Bu statü boşluğundan dolayı Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, cemaatlerinin işleyişinde sorunlarla karşılaşıyorlar. Genelde statü sorununu çoğunluk bireylerine anlatabilmek de pek öyle kolay olmuyor. “Gayrimüslim azınlıkların tanınmayan statüsü ciddi bir sorundur” dendiğinde veya azınlıklara tüzel kişilik verilmesinin öneminden dem vurulduğunda, çoğunluk bireyleri bahse konu hukuki terimlerin kıskacında sıkışıp kalıyorlar. Hangi azınlıktan olmuş hiç önemli değil, kendi cemaatinin sorunları karşısında duyarsız kalan azınlık bireyleri için de aynısı geçerli. Onlar için cemaatin tüzel kişiliğini kazanması veya kazanmaması bir önem arz etmiyor ki sorunun ciddiyetini idrak edebilsinler. Oysa azınlıkların varlıklarını devam ettirebilmeleri için bahse konu tüzel kişilik sorunu üzerinde ısrarla durulmalı.
Ermeni, Rum ve Yahudi cemaatlerinin tüzel kişilik sorunundan kaynaklanan sıkıntılarının hepsini bu köşede anlatabilmek mümkün değil tabii. Fakat en azından Yahudi cemaatinin hahambaşılık seçimi münasebetiyle yaşadığı tüzel kişilik sorununu, onursal başkanları Bensiyon Pinto’nun ifadeleriyle bu yazımda aktarmalıyım:
“Bir başka mevzu da cemaatin tüzel kişiliğiyle ilgili. Cemaatin tüzel kişiliğinin olması şarttır. Devletin bu konudaki yanlışı mutlaka düzeltmesi gerekir. Peki neden düzeltmesi gerekir? Rav Haleva’nın hahambaşılık seçiminde biz devlete başvuruda bulunduğumuzda, devlet ‘Sen kimsin de bana bu yazıyı gönderiyorsun?’ dedi. Bir yazı yazıldığında bana, ‘Sen imzalama, Hahambaşı Haleva imzalasın’ deniyordu. ‘Ben bu cemaatin başkanı değil miyim? Bana istediğiniz zaman başkan diyeceksiniz, istediğiniz zaman imzamı kabul etmeyecek, geçersiz sayacaksınız; bu nasıl olur.’ diyordum içimden. Bu durumu hiçbir zaman anlayamadım. Umarım bir gün bu soruna da çare bulunur. Her zaman resmî davetlere çağrılırız ama imzamız geçerli değil…”
Bay Pinto’nun ifade ettiği sorun, aynen İstanbul Rum Azınlığı için de geçerli değil midir? İstanbul Rum Patrikliği de, tüzel kişiliğinin olmaması yüzünden statüsüzlüğün muğlak girdabında esir değil midir? Veya Ermeni Patrikliği de bu tüzel kişiliksizlikten nasibini almıyor mu? Görüldüğü üzere, tüzel kişilik sorunu bütün gayrimüslimlerin ortak sorunlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.
*
Daha önce yazdığım bir makalede patriklik seçiminden bahsettiğimde konuyu Batı Trakya’daki müftü seçimleriyle karşılaştırmıştım. Türkiye’deki Diyanet İşleri Başkanı’nın nasıl atandığı konusunu ise işlememiştim. Bu konuda bir bilgim de yoktu zaten ya… Yazıyla ilgili olarak aldığım bir e-postada, sayın okurum şöyle diyor:
“…Peki sizce Diyanet İşleri Başkanı seçimle mi işbaşına geliyor? Maalesef hayır. Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir kuruluş olmasına rağmen Teşkilat Kanunu bulunmamakta. 1976 yılında yeniden düzenlenen ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun, Türkiye Anayasa Mahkemesi tarafından 1979’da iptal edildi. Mahkemenin verdiği iptal kararının ardından Teşkilat Kanunu’nda yeniden düzenleme hâlâ yapılmadı. Sizin anlayacağınız, Diyanet İşleri Başkanı olmak için uygun şartları taşıyan kişi seçimle falan değil, Bakanlar Kurulu’nun kararıyla atanıyor. Üstelik bu adayların kim olacağına bir ruhanî meclis falan da karar vermiyor. Devletin bizzat kendisi şu üç şartı taşıyan kişiyi bu göreve atıyor. 1) Dört yıllık dinî yüksek öğrenim mezunu olmak, 2) Başkanlık teşkilatında müftülük veya üstü görevlerde veya İlahiyat fakültelerinde öğretim üyesi olarak toplam on yıl çalışmış olmak 3) Kırk yaşını tamamlamış olmak. Dolayısıyla sözde çoğunluk bireyleri olan bizler daha kendi Diyanet İşleri Başkanımızı seçemiyoruz. Bırakın seçmeyi bir ruhani kurulumuz bile yok. Devlet istediğini bu göreve atıyor ve iş bitiyor…”
Okur esasında şunu demek istiyor: Türkiye’de Ermeniler patriklerini halkın katılımıyla seçiyorlar, Rumlar Sen Sinod Meclisi’nin oyuyla, Yahudiler hakeza seçim sistemiyle, Batı Trakya’daki Müslümanlar bir kurulun önerisiyle veya camide el kaldırarak. Oysa Türkiyeli Müslümanlar Diyanet İşleri Başkanı’nı ne seçebiliyorlar, ne de uygun kişileri tespit edecek dini meclisleri var. Dolayısıyla, sizler yatın kalkın, halinize şükredin.
Anlaşılan, demokratik anlayış ve tüzel kişilik herkese gerekli…
06.02.2009
Rober Koptaş’ın geçen hafta Agos’ta yayımlanan Hüseyin Hatemi röportajı gerçekten çok önemliydi. Yakın bir gelecekte yapılması ‘beklenen’ patriklik seçimi, ister istemez, meselenin hukuki boyutunun da irdelenmesini gerektiriyor. Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’deki gayrimüslimlerin hukuki sorunları ile ilgili olarak uzman profesör Hüseyin Hatemi’nin söyledikleri ve önerileri, üzerinde durulmaya değer.
Gayrimüslim azınlıkların statüleri, Hatemi’nin vurguladığı gibi, günümüz Türkiye’sinde hâlâ belirlenmiş değil. Bu statü boşluğundan dolayı Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, cemaatlerinin işleyişinde sorunlarla karşılaşıyorlar. Genelde statü sorununu çoğunluk bireylerine anlatabilmek de pek öyle kolay olmuyor. “Gayrimüslim azınlıkların tanınmayan statüsü ciddi bir sorundur” dendiğinde veya azınlıklara tüzel kişilik verilmesinin öneminden dem vurulduğunda, çoğunluk bireyleri bahse konu hukuki terimlerin kıskacında sıkışıp kalıyorlar. Hangi azınlıktan olmuş hiç önemli değil, kendi cemaatinin sorunları karşısında duyarsız kalan azınlık bireyleri için de aynısı geçerli. Onlar için cemaatin tüzel kişiliğini kazanması veya kazanmaması bir önem arz etmiyor ki sorunun ciddiyetini idrak edebilsinler. Oysa azınlıkların varlıklarını devam ettirebilmeleri için bahse konu tüzel kişilik sorunu üzerinde ısrarla durulmalı.
Ermeni, Rum ve Yahudi cemaatlerinin tüzel kişilik sorunundan kaynaklanan sıkıntılarının hepsini bu köşede anlatabilmek mümkün değil tabii. Fakat en azından Yahudi cemaatinin hahambaşılık seçimi münasebetiyle yaşadığı tüzel kişilik sorununu, onursal başkanları Bensiyon Pinto’nun ifadeleriyle bu yazımda aktarmalıyım:
“Bir başka mevzu da cemaatin tüzel kişiliğiyle ilgili. Cemaatin tüzel kişiliğinin olması şarttır. Devletin bu konudaki yanlışı mutlaka düzeltmesi gerekir. Peki neden düzeltmesi gerekir? Rav Haleva’nın hahambaşılık seçiminde biz devlete başvuruda bulunduğumuzda, devlet ‘Sen kimsin de bana bu yazıyı gönderiyorsun?’ dedi. Bir yazı yazıldığında bana, ‘Sen imzalama, Hahambaşı Haleva imzalasın’ deniyordu. ‘Ben bu cemaatin başkanı değil miyim? Bana istediğiniz zaman başkan diyeceksiniz, istediğiniz zaman imzamı kabul etmeyecek, geçersiz sayacaksınız; bu nasıl olur.’ diyordum içimden. Bu durumu hiçbir zaman anlayamadım. Umarım bir gün bu soruna da çare bulunur. Her zaman resmî davetlere çağrılırız ama imzamız geçerli değil…”
Bay Pinto’nun ifade ettiği sorun, aynen İstanbul Rum Azınlığı için de geçerli değil midir? İstanbul Rum Patrikliği de, tüzel kişiliğinin olmaması yüzünden statüsüzlüğün muğlak girdabında esir değil midir? Veya Ermeni Patrikliği de bu tüzel kişiliksizlikten nasibini almıyor mu? Görüldüğü üzere, tüzel kişilik sorunu bütün gayrimüslimlerin ortak sorunlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.
*
Daha önce yazdığım bir makalede patriklik seçiminden bahsettiğimde konuyu Batı Trakya’daki müftü seçimleriyle karşılaştırmıştım. Türkiye’deki Diyanet İşleri Başkanı’nın nasıl atandığı konusunu ise işlememiştim. Bu konuda bir bilgim de yoktu zaten ya… Yazıyla ilgili olarak aldığım bir e-postada, sayın okurum şöyle diyor:
“…Peki sizce Diyanet İşleri Başkanı seçimle mi işbaşına geliyor? Maalesef hayır. Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir kuruluş olmasına rağmen Teşkilat Kanunu bulunmamakta. 1976 yılında yeniden düzenlenen ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun, Türkiye Anayasa Mahkemesi tarafından 1979’da iptal edildi. Mahkemenin verdiği iptal kararının ardından Teşkilat Kanunu’nda yeniden düzenleme hâlâ yapılmadı. Sizin anlayacağınız, Diyanet İşleri Başkanı olmak için uygun şartları taşıyan kişi seçimle falan değil, Bakanlar Kurulu’nun kararıyla atanıyor. Üstelik bu adayların kim olacağına bir ruhanî meclis falan da karar vermiyor. Devletin bizzat kendisi şu üç şartı taşıyan kişiyi bu göreve atıyor. 1) Dört yıllık dinî yüksek öğrenim mezunu olmak, 2) Başkanlık teşkilatında müftülük veya üstü görevlerde veya İlahiyat fakültelerinde öğretim üyesi olarak toplam on yıl çalışmış olmak 3) Kırk yaşını tamamlamış olmak. Dolayısıyla sözde çoğunluk bireyleri olan bizler daha kendi Diyanet İşleri Başkanımızı seçemiyoruz. Bırakın seçmeyi bir ruhani kurulumuz bile yok. Devlet istediğini bu göreve atıyor ve iş bitiyor…”
Okur esasında şunu demek istiyor: Türkiye’de Ermeniler patriklerini halkın katılımıyla seçiyorlar, Rumlar Sen Sinod Meclisi’nin oyuyla, Yahudiler hakeza seçim sistemiyle, Batı Trakya’daki Müslümanlar bir kurulun önerisiyle veya camide el kaldırarak. Oysa Türkiyeli Müslümanlar Diyanet İşleri Başkanı’nı ne seçebiliyorlar, ne de uygun kişileri tespit edecek dini meclisleri var. Dolayısıyla, sizler yatın kalkın, halinize şükredin.
Anlaşılan, demokratik anlayış ve tüzel kişilik herkese gerekli…
0 yorum:
Yorum Gönder