Batı Trakya’da varlığımız


Agos
Sayı: 659

Azınlıklar söz konusu olduğunda ipler devletlerin elindedir, bu doğru. Fakat kimi zaman iplerin azınlıkların elinde olduğu da olur.
İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türkleri’nin tarihi, baskılarla, beklenmedik ulusal sorunlarla doludur dolu olmasına ama iki azınlık arasındaki bu inanılmaz nüfus oranı farkı, bir anlamda iplerin azınlıkların kendi ellerinde olmasına da bağlıdır. Yoksa Lozan Antlaşması çerçevesinde doğdukları topraklarda bırakılmış Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumları’nın arasındaki artık telafisi imkansız gibi görünen nüfus farkını nasıl izah edebiliriz ki? (En fazla 1 veya 2 çocuk yapan Rum ailelere, Başbakan Erdoğan’ın 3 çocuk çağrısını hatırlatalım)
Sadece İstanbul Rumları’nın daha fazla baskıya ve kovma politikasına maruz kaldığını söyleyerek bu oran farkının oluştuğunu da söyleyebiriz elbette. Fakat yine de iki azınlık arasındaki nüfus farkı uçurumunun altında, azınlıkların kendi kader çizgilerini belirledikleri gerçeği yatar.
Efendim, bilmeyenler için söyleyeyim, diasporaları saymazsak, 2008 yılı itibariyle en düşük rakamla 100 bin, en abartılı rakamla ise 150 bin kişiyiz bizler Batı Trakya’da. Bize karşılık İstanbul’da bırakılan İstanbul Rumları ise iki, bilemedin üç bin kişi. Lozan’la başlayan maratonumuzda ilk başta aynı sayılardaydık üç aşağı beş yukarı. Yıllar geçtikçe biz ne hikmetse çoğalamadık, Rumlar ise çoğalmayı bırakın, bir dönem sonra devamlı azaldılar ve bugün, ne kadar acıdır, 3 bin kişi kaldılar.
İnsanlar sonlarını bilmez elbette. Hayatın dolambaçlı ve meçhûle giden yollarında Rumların kaderine inat, nüfus açısından biz Batıtrakyalıların kaderi, en azından teorik olarak, iki devletin kullandığı “mütekabiliyet” çerçevesinden bakamayacağımız kadar gülümsemiştir bizlere. Fakat nüfusun İstanbul Rumları azalırken Batı Trakya’da sabit kalmasındaki bir etken de, kabul edelim etmeyelim, iplerin zaman zaman azınlıkların elinde olabilmesiyle ilgilidir.
İpin azınlıkların elinde olduğu meselesinde yanlış anlaşılmak istemem. Elbette İstanbul Rumları’nın bu denli azalmasında, Varlık Vergisi’nin, 6-7 Eylül Olayları’nın, Kıbrıs Harekâtı’nın, ekonomik baskıların, Yunan uyruklu olanlarının sınır dışı edilmesinin ve daha pek çok başka etkenin neden olduğu bir gerçektir. Fakat, İstanbul Rumları’nın yeis batağına saplandıkları, bir anlamda kaderlerine küstükleri ve hatta kadere karşı açacakları kavgada tek başına kalmaktan bile ürktükleri de bir gerçektir.
Hoşumuza gitsin veya gitmesin, çoğu kez felaketler yeniden yapılanmaların mayası olmaktadır. Tabiî felaketin ardından ümidini kaybetmemiş insanlar lazımdır yeniden yapılanmayı başarabilmek için. İşte burada ip İstanbul Rumları’nın elindedir. Tarih bütün haşmeti ile Rumları tekrar İstanbul’da beklerken, gelecek de Rumları beklemektedir. Belki çeşitli zorluklar, sıkıntılar da bekliyor, fakat Rumların bu denli zaaf göstermelerini, içerisine hapsoldukları çemberi bir türlü kıramamalarını başka türlü nasıl yorumlayabiriz ki!
Ben bunları dedikçe, yine Rum dostlarımın dediklerini duyar gibi oluyorum, “Başka diyarlarda artık iş güç sahibi insanlardırlar, genç neslin İstanbul ile olan bağı körü körüne dönüş için yeterli değildir. Hâlâ korkmaktadırlar…” Evet doğru bunlar, fakat tabirimi mazur görün, nüfustan bahsediyorsak eğer, devamlı kalmak için, bari her ay hiç değilse üç beş kişi de yok mudur İstanbul’a dönüp değerlerine sahip çıkacak?
Kuşkusuz hoşa gitmeyecektir bu söyleyeceğim, fakat yine de ben size bir başka gerçeği söyleyeyim: İstanbul Rumları, değerlerinin sahip çıkılmasında topu İstanbul Rum Patrikliği’ne atmıştır. Ondan dolayı da, İstanbul’u uzaktan yâd etmekle yetinirler. Oysa Patriklik ne yaparsa yapsın, İstanbul Rum’suz kaldıkça, Rum diasporasının kolektif şuurunun bile bir gün işe yaramayacağını bal gibi bilirler.
İpler kimi zaman azınlıkların elindedir diyorum ya, bakın size bu konuda yaşadığım bir olayı anlatayım. Balat’ta evi olan tanıdığım bir İstanbul Rum’u dostum var benim. Daha doğrusu ev annesinin. Zamanında Atina’ya yerleşmek zorunda kalmışlar. Genç dostum son derece iyi Türkçe biliyor. Bir gün kendisiyle konuşurken, merak ediyorum Balat’taki evlerinin durumunu. Acaba kiraya mı vermişlerdi, ev ne durumdaydı? Aldığım cevap hiç beklemediğim bir karşılık olsa gerek, ağzım açık bakakalmıştım o gün. Evi İstanbul’dan ayrıldıklarından bu yana hiç görmemişler. Evin ne durumda olduğunu, şu anda kimlerin oturduğunu, hatta evin yıkılıp yıkılmadığını bile annesi bilmek istemiyormuş.
Merak dahi etmiyorlar mı acaba diye düşündüm kendi kendime. Çünkü bahsettiğim durumda olan yüzlerce Rum evi olduğunu biliyorum İstanbul’da. Bu evler tapuda Rumların üzerinde, fakat çoğunun sahibi artık bu dünyada değil. Dolayısıyla mirasın takipçisi olmalı varisleri, öyle değil mi?
Kimilerinin bu yola teşebbüs ettiklerinde, avukatların o akıl almaz oyunlarına geldiklerini de biliyorum. Üstelik bu dalaverelerin Türk-Yunan ortak yapımı avukat oyunları olduğunu da biliyorum. Fakat yine de tekrar edeyim, çünkü Rum dostlarımın İstanbul’daki evlerinin bile peşinde koşmamalarını ben başka türlü izah edemiyorum. Ve tekrar ediyorum: Kimi zaman ipler azınlıkların elindedir. Kâh devletin kovucu tedbirleri, kâh ırkçı saldırılar, kâh unutulmaz acılar yüzünden İstanbul Rumları’nın nüfusu azalmış olsa da, ip onların elindedir. Batı Trakya’da bizim varlığımız bunun en güzel delili değil mi!



0 yorum:


Free Blogspot Templates by Isnaini Dot Com and Supercar Pictures. Powered by Blogger