AGOS
SAYI: 689
12/06/2009
Üç Horan'dan diğer azınlıklara
Evren Dede
Etyen Mahçupyan’ın geçen hafta Agos’ta yayımlanan ‘Üç Horan’ın ötesinde’ başlıklı makalesini okurken, Osmanlı döneminden bugüne miras bırakılan dinsel azınlık yapılanmalarının, her ne kadar farklı dinden veya mezhepten olsalar bile, birbirlerine benzeyen davranışlar sergilediklerini düşünmekten kendimi alamadım.
Bu gerçek, esasında hepimizin bildiği bir şey. Fakat azınlık bireyleri genelde kendi cemaatinin bir diğer dini cemaatle benzerlikler taşıdığını durduk yere vurgulamak istemez.
Mesela Lozan Antlaşması’yla birlikte İstanbul’da bırakılan gayrimüslimlere mukabil Batı Trakya’da bırakılan Müslüman azınlığa mensup bireyler, bu gerçeği görmezlikten gelir. ‘Gayrimüslim azınlık’ kavramını sadece İstanbul Rum azınlığıyla sınırlayan ve sadece Türkiye ile Yunanistan arasında süregelen olumsuz mütekabiliyet çerçevesinde mevcut durumu değerlendiren Batı Trakya’daki azınlık bireyleri, İstanbul’daki diğer gayrimüslim azınlıkları yok sayar. Müslüman azınlık üyeleri bu konuda o kadar katı bir tutum içerisindedirler ki, onlar için İstanbul’da Ermeni ve Yahudi cemaatleri yoktur. Batı Trakya’nın karşılığı sadece İstanbul Rum azınlığıdır. ‘Rumlar zengindir’, ‘Rumlara İstanbul’da bütün hakları verilmiştir’, ‘Rumlar her zaman patriklerini özgürce seçebilmektedir’, ‘Rumların okullarında serbesti daha fazladır’, ve daha nice komik söylem, bu reaksiyoner tavrın dışa yansıması olarak günlük yaşamın cemaat içi sohbetlerinde dile getirilir. Cemaatin iç işlerindeki yapısal ve psikolojik benzerlikler ise asla dile getirilmez.
Bu tür durumlarda, Batı Trakya’daki Müslüman azınlık, belki de dinsel eğilimlerin sonucunda değil de, daha çok azınlıksal eğilimlerin tipik davranışlarını sergiler – tıpkı İstanbul’daki gayrimüslim azınlıklar gibi…
Kabul etmemiz lazım, dini azınlıkların genlerinde yer alan ‘kendi azınlığını dış etkenlere karşı koruma içgüdüsü’, azınlık bireylerinin, cemaat içi yaşantılarını statik bir düzlemde sürdürmelerine neden oluyor. Hep aynı şekilde süregelen işleyiş, hep aynı şekilde devam ettirilen yapılanmalar ve uygulamalar, bu dış etkenlere karşı oluşturulan koruma kalkanının yapıtaşı olarak algılanıyor.
Cemaat içinde değişime veya yeniliğe karşı gösterilen tepki de işte, bu koruma kalkanının yıkılacağı düşüncesiyle sürdürülüyor. Mevcut durumu koruma endeksli tutum, daha çok, dinsel azınlığa ait olan vakıf, dernek, şirket, okul, hastane, basın ve dini kurumlarda kendini gösteriyor. Azınlık kurumunun yeniden yapılanmasını, mevcut düzenin değişmesini talep eden herhangi bir azınlık içi talep kolay kolay kabul görmüyor.
Eldekini korumaya endeksli olan yönetim anlayışını başarı sayan cemaat bireylerinden, var olandan daha fazlasını elde edebileceğine inanan cemaat bireylerine geçiş süreci, Lozan’daki haklarını korumaya çalışan dinsel azınlıklarda hemen kabullenilemeyecek bir değişim. Bugün Türkiye’deki gayrimüslimler gibi, Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar da bir ‘azınlık’ kimliğine sahip oldukları için hukuken bütünlük arz ediyor. Fakat söz konusu hukuki tanımlamanın altında, birbirlerinden farklı duruşlarıyla, ideolojik ve politik görüşleriyle, bireysellikleriyle, kişiler öne çıkıyor. Zaten hukuki tanımlamanın sağladığı bağlar cemaatin kurumlarında değişmeyen ve yeniliği kolay kolay kabullenmek istemeyen mevcut düzenin meşruiyet noktasını oluşturuyor. Oysa bireyler, isterlerse, bu mevcut hukuki tanımlamanın dışında kalabiliyor, ve istedikleri anda tekrar hukuki tanımlamanın içerisine giriyor. Burada belki de en önemli husus, Lozan’la tanınan hukuki tanımlamanın, devletin keyfi uygulamalarıyla, azınlıklar için sınırlandırmalar içeren bir hale getirilmesi. Zaten bu bağlamda İstanbul Rum Patrikliği ‘ekümenik’ olamıyor, yine bu bağlamda Ermeni cemaatinin ve diğer gayrimüslimlerin vakıf yönetimleri sorunlar yaşıyor, bizler de Batı Trakya’da…
‘Üç Horan’ konusu direkt olarak sadece Ermeni cemaatini ilgilendiriyor; bu doğru. Fakat cemaat kurumlarının yönetim tarzı, kendi adamlarını kayırma anlayışı ve sürdürülen alışkanlıklar açısından, gerçekte İstanbul’daki diğer gayrimüslim azınlıkları ve hatta Batı Trakya’daki Müslüman azınlığı dahi ilgilendiriyor. Mahçupyan’ın kendi cemaati adına yaptığı teşhis bu anlamda hepimiz için geçerli. Yeter ki azınlıklarımızın içini dolduran o kesif kokuyu alabilelim...
SAYI: 689
12/06/2009
Üç Horan'dan diğer azınlıklara
Evren Dede
Etyen Mahçupyan’ın geçen hafta Agos’ta yayımlanan ‘Üç Horan’ın ötesinde’ başlıklı makalesini okurken, Osmanlı döneminden bugüne miras bırakılan dinsel azınlık yapılanmalarının, her ne kadar farklı dinden veya mezhepten olsalar bile, birbirlerine benzeyen davranışlar sergilediklerini düşünmekten kendimi alamadım.
Bu gerçek, esasında hepimizin bildiği bir şey. Fakat azınlık bireyleri genelde kendi cemaatinin bir diğer dini cemaatle benzerlikler taşıdığını durduk yere vurgulamak istemez.
Mesela Lozan Antlaşması’yla birlikte İstanbul’da bırakılan gayrimüslimlere mukabil Batı Trakya’da bırakılan Müslüman azınlığa mensup bireyler, bu gerçeği görmezlikten gelir. ‘Gayrimüslim azınlık’ kavramını sadece İstanbul Rum azınlığıyla sınırlayan ve sadece Türkiye ile Yunanistan arasında süregelen olumsuz mütekabiliyet çerçevesinde mevcut durumu değerlendiren Batı Trakya’daki azınlık bireyleri, İstanbul’daki diğer gayrimüslim azınlıkları yok sayar. Müslüman azınlık üyeleri bu konuda o kadar katı bir tutum içerisindedirler ki, onlar için İstanbul’da Ermeni ve Yahudi cemaatleri yoktur. Batı Trakya’nın karşılığı sadece İstanbul Rum azınlığıdır. ‘Rumlar zengindir’, ‘Rumlara İstanbul’da bütün hakları verilmiştir’, ‘Rumlar her zaman patriklerini özgürce seçebilmektedir’, ‘Rumların okullarında serbesti daha fazladır’, ve daha nice komik söylem, bu reaksiyoner tavrın dışa yansıması olarak günlük yaşamın cemaat içi sohbetlerinde dile getirilir. Cemaatin iç işlerindeki yapısal ve psikolojik benzerlikler ise asla dile getirilmez.
Bu tür durumlarda, Batı Trakya’daki Müslüman azınlık, belki de dinsel eğilimlerin sonucunda değil de, daha çok azınlıksal eğilimlerin tipik davranışlarını sergiler – tıpkı İstanbul’daki gayrimüslim azınlıklar gibi…
Kabul etmemiz lazım, dini azınlıkların genlerinde yer alan ‘kendi azınlığını dış etkenlere karşı koruma içgüdüsü’, azınlık bireylerinin, cemaat içi yaşantılarını statik bir düzlemde sürdürmelerine neden oluyor. Hep aynı şekilde süregelen işleyiş, hep aynı şekilde devam ettirilen yapılanmalar ve uygulamalar, bu dış etkenlere karşı oluşturulan koruma kalkanının yapıtaşı olarak algılanıyor.
Cemaat içinde değişime veya yeniliğe karşı gösterilen tepki de işte, bu koruma kalkanının yıkılacağı düşüncesiyle sürdürülüyor. Mevcut durumu koruma endeksli tutum, daha çok, dinsel azınlığa ait olan vakıf, dernek, şirket, okul, hastane, basın ve dini kurumlarda kendini gösteriyor. Azınlık kurumunun yeniden yapılanmasını, mevcut düzenin değişmesini talep eden herhangi bir azınlık içi talep kolay kolay kabul görmüyor.
Eldekini korumaya endeksli olan yönetim anlayışını başarı sayan cemaat bireylerinden, var olandan daha fazlasını elde edebileceğine inanan cemaat bireylerine geçiş süreci, Lozan’daki haklarını korumaya çalışan dinsel azınlıklarda hemen kabullenilemeyecek bir değişim. Bugün Türkiye’deki gayrimüslimler gibi, Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar da bir ‘azınlık’ kimliğine sahip oldukları için hukuken bütünlük arz ediyor. Fakat söz konusu hukuki tanımlamanın altında, birbirlerinden farklı duruşlarıyla, ideolojik ve politik görüşleriyle, bireysellikleriyle, kişiler öne çıkıyor. Zaten hukuki tanımlamanın sağladığı bağlar cemaatin kurumlarında değişmeyen ve yeniliği kolay kolay kabullenmek istemeyen mevcut düzenin meşruiyet noktasını oluşturuyor. Oysa bireyler, isterlerse, bu mevcut hukuki tanımlamanın dışında kalabiliyor, ve istedikleri anda tekrar hukuki tanımlamanın içerisine giriyor. Burada belki de en önemli husus, Lozan’la tanınan hukuki tanımlamanın, devletin keyfi uygulamalarıyla, azınlıklar için sınırlandırmalar içeren bir hale getirilmesi. Zaten bu bağlamda İstanbul Rum Patrikliği ‘ekümenik’ olamıyor, yine bu bağlamda Ermeni cemaatinin ve diğer gayrimüslimlerin vakıf yönetimleri sorunlar yaşıyor, bizler de Batı Trakya’da…
‘Üç Horan’ konusu direkt olarak sadece Ermeni cemaatini ilgilendiriyor; bu doğru. Fakat cemaat kurumlarının yönetim tarzı, kendi adamlarını kayırma anlayışı ve sürdürülen alışkanlıklar açısından, gerçekte İstanbul’daki diğer gayrimüslim azınlıkları ve hatta Batı Trakya’daki Müslüman azınlığı dahi ilgilendiriyor. Mahçupyan’ın kendi cemaati adına yaptığı teşhis bu anlamda hepimiz için geçerli. Yeter ki azınlıklarımızın içini dolduran o kesif kokuyu alabilelim...
0 yorum:
Yorum Gönder