Makedonya’nın isim sorunu ve son durum

Zaman

Balkanlardaki gelişmeleri izleyen herkesin üç aşağı beş yukarı bildiği bir sorundur Makedonya’nın isim sorunu.
İlk başta Yugoslavya, Yunanistan ve Bulgaristan’a bölünen Makedonya coğrafî bölgesi, Yugoslavya’nın içerisinde kurulan Makedonya Cumhuriyeti ile hareketlendi. Daha sonra Yugoslavya’nın dağılması ve ardından başkenti Üsküp olan Makedonya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte, diplomatik ve elbette politik bir sorun olarak Makedonya ismi bugünlere kadar geldi.
Gerek Yunanistan gerek Bulgaristan, yeni kurulan Makedonya Cumhuriyeti’nin coğrafî açıdan üçe bölünmüş Makedonya bölgesinin tamamını bir gün talep edebileceği endişesini taşıdılar. Bu konuda Bulgaristan’a nazaran Yunanistan, özellikle de “Makedonya” ve “Makedon” kelimeleriyle olan tarihî bağından dolayı daha hassas davrandı; yeni devletin ismine, bayrağına, tarihine ve anayasasına itiraz etti. Bu itirazlar sonucunda, 1995 yılında yapılan bir anlaşmayla beraber yeni devletin, ismi, bayrağı ve anayasası değişikliğe uğradı. Yeni devlet Birleşmiş Milletler’e (BM), Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya (FYROM) adıyla üye olabildi.
Bütün bu alternatif arayışlar çözüm anlamında yeterli değildi tabiî. Çünkü Balkanlarda ortaya çıkan bu yeni bağımsız devlet kendisini Makedonya Cumhuriyeti olarak adlandırmaya devam etti ve bu adla Makedonya’yı tanıyanlar oldu. Sorunun başlangıcından 2008 yılına kadar baktığımızda, içerisinde ABD, Rusya ve Türkiye’nin de yer aldığı toplam 123 ülke, bu yeni devleti, “Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya” yerine, “Makedonya Cumhuriyeti” olarak tanıdılar.
Makedonya Cumhuriyeti ile olan ekonomik ve diğer ilişkilerinde kimi zaman aşırı sert, kimi zaman yumuşak bir tutum sergilemiş olsa da, Yunanistan’ın isim konusundaki tavrı hiçbir zaman değişmedi. Bu sene aksi yönde yapılan tüm baskılara rağmen, ismi yüzünden Makedonya Cumhuriyeti adıyla ülkenin NATO’ya üyeliğini veto etmesi de çözüm bulunmadan Yunanistan’ın tavrının değişmeyeceğinin bir göstergesi.
Yunanistan ile Makedonya’nın yaşadığı isim sorunu dışarıdan bakıldığı kadar basit değildir aslında; sadece isim anlaşmazlığı bile pek çok ayrıntıyı içerir. Fakat işin özü, bir görüşün doğru veya yanlış olduğunu öne sürmekle Makedonya’nın isim sorununun bir türlü çözülemediğidir. Zaten BM’nin arabuluculuğuna ihtiyaç da bu yüzden.
Bugüne kadar defalarca yapılan turlardan bir türlü sonuç alınamamış olsa bile, Ekim ayında BM’nin özel arabulucusu Matthew Nimetz, bir kez daha yeni önerileriyle Yunanistan ve Makedonya’nın karşısına çıktı.
Nimetz, Makedonya Cumhuriyeti ismi ile ilgili sunduğu öneride, uluslararası kurum, kuruluş ve teşkilatlarda “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” isminin kullanılmasını önerirken, devletin anayasal ismi olan “Makedonya Cumhuriyeti”nin ikili ilişkilerde ve ülke içinde değişmeyerek olduğu gibi kalmasını teklif etti.
Ülkeyi bugüne kadar “Makedonya Cumhuriyeti” olarak tanımış 123 ülkenin ikili ilişkilerde bu ismi kullanabileceklerini belirten Nimetz, diğer ülkelere ise ikili ilişkilerde yeni ismi, “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti”ni, kullanmalarını önerdi.
Nimetz’in önerisinde, Fransızca “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” isminin tam hukukî geçerliliği olması, BM’de, AB ve NATO gibi resmî, yarı resmî ve uluslararası diğer kuruluşlarda, çok taraflı görüşme, toplantı, girişim ve benzeri durumlarda, yine çok taraflı antlaşma, anlaşma ve evraklarda bu ismin kullanılmasını öngörüyor.
BM arabulucusunun öngördüğü şartlar bunlarla sınırlı değil. Mesela, Yunanistan ve Makedonya’nın kendi ülkelerindeki siyasî ve ticarî alanda, sadece “Makedonya” ismini kullanmamalarını öngörürken, birbirleri hakkında da düşmanca açıklamaları desteklememeleri, ya da bu tür açıklamalara teşvik etmemeleri konusunda anlaşmaya varmalarını istiyor.
Nimetz’in önerisi pek çok küçük ayrıntıyı da içeriyor. Pasaportlarda İngilizce ve Fransızca “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” yazılması, fakat Kiril alfabesiyle “Makedonya Cumhuriyeti” şeklinde yazılması bunlardan biri.
Nimetz’in önerilerinde belki de en can alıcı maddeler, “Makedonya” isminin tek başına hiç bir devlet tarafından resmî isim olarak kullanılmayacağı, her iki tarafın da, “Makedonya” ve “Makedon” isimleri üzerine hiç bir dilde siyasî ve ticarî hak talep edemeyecekleri ile ilgili maddeler.
Önerilerin sonunda, iki tarafın da birbirlerinin topraklarında hiçbir hak talep etmeyecekleri konusunda tekrar garanti vermelerinden, “Kuzey Makdedonya Cumhuriyeti” adıyla Makedonya’nın, NATO ve AB’ye üye olma talebinin Yunanistan tarafından desteklenmesinden bahsediliyor.
Yunan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni, BM arabulucusunun önerilerini değerlendireceklerini açıkladı. Fakat Nimetz’in sunduğu çift isim önerisini Yunanistan’ın kabul etmeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Çünkü Yunanistan’daki neredeyse bütün partiler ve siyasî çevreler, coğrafî tanımlama yapan ve her ihtiyacı karşılayacak tek bir isim olmasını istiyorlar.
Esasında Nimetz’in önerileri, ekonomik krizin ve Vatopedyo skandalının Yunanistan’ı altüst ettiği bir döneme denk geldi. Üstelik ilkbaharda olası bir genel seçim senaryosu varken, Yunanistan’dan Makedonya’nın isim sorununda yeni açılımlar beklememek lazım.

İTB’nin geleceği ve boykotlar


Azınlıkça Dergisi
Ekim 2008
Sayı:40

Yunanistan’ın İskeçe Türk Birliği (İTB) hakkındaki davanın yeniden görüşülmesi amacıyla yaptığı itiraz başvurusunu reddetmesiyle birlikte AİHM 27 Mart 2008 tarihindeki kararını da kesinleştirmiş oldu. AİHM’nin nihaî kararının ardından Yunan yetkililer alınan karara saygı duyacaklarını açıkladılar.

İTB hakkındaki AİHM’nin nihaî kararı, artık yeni bir döneme geçildiğini gösteriyor. Bundan böyle “Türk” sıfatı taşıyan dernekler de, tıpkı “Pomak” derneği gibi tabelalarını asabilecek, isteyen kişiler “Türk” sıfatı taşıyan yeni dernek kurabilecekler. Belki belirli bir adaptasyon ve hukukî müracaat süresi olacak, fakat AİHM’nin kararının pratikte uygulanması gerekiyor.

Yunan yetkililer gibi yeni dönemde başta dernek yöneticilerine de çok önemli görevler düşüyor artık. Türk derneklerinin düşünce tarzlarını çağdaş Avrupa standartlarına taşımalarının zamanı geldi geçiyor bile.

Derneklerin Türk sıfatlı tabelalarının asılı olmaması, yaptıkları faaliyetlere engel teşkil etmedi bunca yıl. Tiyatro grubundan Türk sanat müziği korosuna, çocuk korosundan futbol takımına kadar onlarca alanda faaliyetler devam etti. Fakat derneklerin mağdur durumda olmalarından dolayı, hiçkimse yapılan yanlışlar üzerine odaklanmadı. Mağduriyetin ortadan kalkmasıyla birlikte şimdi sıra buna gelmeli. Artık tüzel kişiliğini kazanan dernekler, devlet kurumu niteliğinden çok sivil toplum örgütü hüviyetine bürünmeli. Çoğunlukla diyalog yollarını arayan, aramakla kalmayıp azınlığın Yunanistan’a ve aynı zamanda AB’ye entegrasyonuna katkı sağlayan dernekler, hem bölge açısından hem de azınlık açısından kazanç olacaktır. Son tahlilde, dernekler azınlık sorununu devam ettiren değil, soruna çözüm öneren yapıcı diyalog temeline taşınmalılar. Bu temel üzerine bina edilen bir anlayışla da pekâla sorunları anlatmaları, hatta çözüme katkıda bulunmaları şüphesiz mümkün.

Derneklerin çağdaş bir anlayışa dönerken yapmaları gereken ilk şey, azınlıkların her türlüsüne ifrit olan Mümtaz Soysal ve benzerlerini Batı Trakya’ya davet etmekten vazgeçmeleri olmalı. Eski BTAYTD başkanının Gündem’deki son köşesinde, Mümtaz Soysal’ın “...o zaman azınlık patlar, azınlık patlamazsa... patlar” sözüyle yazısını bitirmesinden dolayı bunu söylüyorum. Çünkü “Mümtaz Soysal doktrinleri” sorunların çözümüne değil, devamına odaklanmaktadır. Oysa dernek yöneticileri, zıt düşünceleri ahenkleştiren evrensel azınlık uzmanlarına yönelmeli, Mümtaz Soysal kıvamındaki ezelî monologçuların tesirinden kurtulmalıdır. Dernek başkanlarının kafa yapısının Soysal gibi “patlamaya ve patlatmaya” endeksli olduğuna inanmak istemiyorum. Üstelik uzun dönem Denktaş’ın akıl hocası olan Soysal’ın Kıbrıs’a katkısı nedir ki, Batı Trakya’ya katkısı olsun!..

Kabul edilmesi gereken gerçek: Türkiye’de azınlık sorunlarını bastıran ve görmezden gelerek sorunun ortadan kalktığını varsayan Mümtaz Soysal ve benzerlerinin gösterdiği önerilerle Batı Trakya’da açık seçik hiçbir çözüm bulunamayacağıdır. Başta dernek başkanları ve aslında hepimiz, azınlık haklarını Avrupa endeksli çokkültürlü yurttaşlık temelinde aramalıyız. Yani demokrasi ve hukuk temelinde azınlık sorunlarına çözüm aramalıyız, Mümtaz Soysal gibi hukuku araç edinip çözümsüzlük üzerinden hesap yaparak değil!...

Dolayısıyla AİHM’nin İskeçe Türk Birliği hakkındaki kararı, azınlığın marjinalleşmesine değil, tam aksine çokkültürlülüğe katkı sağlamasına olanak tanıyan bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Bu şansı değerlendiremeyecek dernek başkanları ve yöneticileri sadece kendilerine değil azınlığa da zarar verecektir.

*
İskeçe’de ve Büyük Derbent’te azınlık ilkokullarında yapılan boykotların gerçekte üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir tarafı var: Azınlık uzun zaman sonra ilk defa toplumsal düzeyde boykotta bulunuyor. Dolayısıyla sorunun siyasî boyutu değil, toplumsal boyutu da önem kazanıyor.

Bir açıdan azınlığın içerisindeki erk odaklarının azınlığın üzerinde maddî ve manevî baskı oluşturduğu ve bu yüzden boykota katılımın olduğu yorumu elbette yapılabilir ve bu tespit doğrudur da. Çünkü Batı Trakya’da iç sistem bireyleri toplu hareket etme ve aykırı davrananları da dışlama şeklinde işletilir. İçsel yapısı önderlerini dinleme ve dediklerini şartsız uygulama üzerine kurulu olan azınlık anlayışında, ortak hareket
etmeyenler çoğunluk bireylerine bile gösterilmeyen bir keskin tavırla ezilir, dışlanırlar. Ortak harekete köstek olduğu düşünülen azınlık bireyleri tereddütsüz hedef tahtasına konur ve kendi azınlık yetkilileri tarafından tehdit olarak algılanır, hem de çoğunluktan çok daha tehlikeli bir tehdit.

Bütün bu tespitlere rağmen, İskeçe ve Büyük Derbent’te boykota kadar uzanan tepkiyi salt azınlığın lider kadrosunun azınlık bireylerine uyguladığı baskının sonucunda gerçekleştiğini söylemek yanıltıcı olur. Evet azınlığın iç sistemi bireylerin özgür davranışlarını kısıtlamaktadır. Evet gerçekte başı çeken 5-10 kişidir. Evet azınlık basını biri on yaparak yansıtmaktadır. Fakat İskeçe ve B. Derbent’teki boykotlarda azınlık bireylerinin bazılarının kendi özgür inisiyatifleriyle de boykota destek vermeleri söz konusudur. Dolayısıyla boykotlarda toplumsal boyut ön sıraya çıkmaktadır ve sorunun önemini göstermektedir.

Burada dikkat edilmesi gereken iki nokta var: Birincisi, devletin soruna bakış açısındaki çarpıklıktır. Çünkü sorun bile olmayacak meseleleri sorun haline getirenler arasında eğitimden sorumlu yetkililer de bulunmaktadır. Bir tarafta geçen eğitim önemi sonunda B. Derbent’teki öğretmenin değişeceğini söyleyen azınlık eğitiminden sorumlu müfettiş, bir tarafta öğretmenin değişeceğini açıklayan Belediye Başkanı, bir tarafta sınıfta yer olmamasına rağmen okula öğrencileri kaydeden Müdür Yardımcısı dururken, sorunu sadece kışkırtma amacıyla yapılan boykotlar olarak nasıl değerlendirebiliriz ki? Azınlığın kendi özsavunmasını boykot ve yürüyüşlere katılarak gösterdiğini ve Yönetimin sorunu çözmesini talep ettiğini söyleyenleri yok mu saymalıyız? Gerçekte salt azınlıkiçi baskılarla toplumun hareket ettiğini düşünürsek yanlış yaparız. İskeçe’deki olayda net olmasa bile Büyük Derbent’teki tutum, azınlığın özsavunma mekanizmasını güçlendirmektedir ve sorun gerçekten öğretmenin kendisidir. Sosyolojik açıdan öğretmenin kendisini ve gönlünün haklarını sonuna kadar savunması anlaşılır bir hareket olsa bile, öğretmenin köyde meydana getirdiği akla ziyan gerginliği en azından devlet yetkilileri görmezlikten gelmemelidir. Psikolojik açıdan bu denli yıpranmış ve köylüleri yıpratmış bir öğretmenin gerçekten eğitimsel açıdan öğrencilerine verebileceği bir şey kalmamıştır. Öğretmen artık Müslümanı, Hristiyanı her nevî insanla çatışmakta, kendisine karşı umumî boykotun genişlediğini gördükçe de daha kötü bir duruma düşmektedir. Valery, politika insanları kendilerini en yakından ilgilendiren problemlerle meşgul etmeme sanatıdır, der. Bölgeyi ve azınlığı en yakından ilgilendiren sorunlardan biri olan boykotların yol açacağı hadiseleri görmezlikten gelerek bir yere varılacağını sanmıyorum..

Üzerinde önemle durulması gereken ikinci nokta ise, azınlığın iç meselesi olmakla beraber birincisi kadar önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.

Dışa karşı korunacağız diye azınlık içerisinde aykırı hareket edenlere karşı ilkel kabile zihniyetiyle davranılmamalıdır. Yani iç kısıtlamalara gitmemeli, ortak bağlılık yemini etmiyor diye içimizdekilere baskı kurmamalı, yani kabile kurallarının aksine kişisel özgürlüklere karşı saygıda kusur edilmemelidir. Azınlık içerisinde özgürlük sağlanmadan ve farklı düşünenlerle empati kurulmadan yapılacak her hareket,
ancak belirli kişilerin sultasında yapılan eylemlermiş izlenimi vermekte ve ancak azınlığın belirli bir grubunun sesini dile getirmekten öteye gidememektedir.

Azınlık içerisinde bireylerin tek tek davranışını kontrol etmek, edilemediği yerde “aykırı” hareket edeni cezalandırmak doğru bir davranış değildir. Bu hususta azınlık basını ve boykotların yapıldığı yerlerdeki azınlık yetkililerinin dikkatli olması gerekir.
Azınlığın özsavunması adına aykırı hareket edenlere karşı yapılan baskıların haklılığına inandığımız an kabile rejimine döndük demektir. Unutmamalı ki, azınlığı
örgütlemek uğruna bireylerin özgürlüklerine müdahalede bulunmak uzun vadede asla fayda getirmez. Alınan kararları dayatmaktan ziyade toplumsal katılımın
artmasını demokratik işleyişle gerçekleştirmek lazım. Son tahlilde, Büyük Derbent’te ve İskeçe’de süren boykotların toplumsal boyutu, uygulanan baskılarla sağlanıyor şekline bürünerek azınlıkiçi apartheid bir rejime dönüşmesine önayak olmamalıdır. Boykota katılanların toplumsal tepkisine ne kadar değer veriyorsak, katılmayanların “tepkisizliğine” de o kadar saygılı olmamız gerekir. Tabiî azınlık bireylerinin kendi
başlarına mevcut durumu gözden geçirebileceğine ve kararını verebileceğine inanmıyorsak o başka. Zaten çağdaş anlayışa geçememiş dinsel ve etnik azınlıkların
dışarıda hak arama mücadelesi verirken, içeride hak kısıtlayıcı tutum sergilemesi ve artık kronikleşmiş hâle gelen tutarsızlığı da bu olsa gerek!

Yabancıyım, hoşgörü gerek!

AGOS

Herkül Millas, Türk-Yunan ilişkileri konusunda uzman olan az sayıdaki önemli akademisyenden biri. Millas’ı akademik çevrede bu denli kıymetli yapan özelliklerinden biri, hiç kuşkusuz, bir azınlık bireyi olarak, çoğunluk bireylerinin ötesine geçen başarılarında saklı.

Herkül Millas’ın hayat hikâyesi bile, bizler, yani azınlık bireyleri için “Daha iyi azınlık-çoğunluk ilişkileri için yap-yapma kılavuzu” gibidir. Bakınız, göstereyim…

1940 yılında Ankara’da doğan Millas, Feriköy Rum İlkokulu’nu bitirdikten sonra ortaokul ve liseyi Robert Kolej’de, üniversiteyi ise bugünkü adıyla Boğaziçi Üniversitesi’nde okur. 1962 yılında, genç bir inşaat mühendisidir Millas. Mühendislik heyecanı olsa gerek, aynı yıl, ülkeyi yeniden inşa etmek hayaliyle Türkiye İşçi Partisi’ne katılır. Ülke inşa etmek kolay mı! Hele sıra askerliğe gelmişse… Ve soluğu acemi birliğinde alır. Muş’ta askerliğini yapar ve evet, Herkül Millas çavuştur askeriyede. Azınlık bireyleri için bir taltif olsa gerek bu rütbe; bizim Batı Trakya’da da aynısı geçerlidir. Birkaçımıza, taltif kabilinden çavuş rütbesi verilir Yunanistan’da.

Neyse, biz Herkül Millas’ın hayatına dönelim. Askerliğin ardından, yaklaşık üç yıl, Aliağa Petrol Rafinerisi’nde mühendis olarak çalışır. Ve 1971 yılında, yeni umutlarla Atina’ya taşınır. “Neden taşındı?” diye merak edenlere, “12 Mart” desem yeterli olur sanırım…

“Kimi muhtıralar sayesinde kişilikler kemale ermiştir” denir ya, işte bizimkisi de öyle. 12 Mart yüzünden Atina’ya yerleşmeseydi, belki hiçbir zaman Türk-Yunan ilişkilerinde uzman bir akademisyen olarak karşımıza çıkmayacaktı Herkül Millas. Ünlü bir inşaat mühendisi olacaktı belki. Tabii, zengin de olabilirdi ama mühendisten öte bir akademisyen olamazdı, olamayacaktı…

Atina’ya gittikten sonra uzun bir süre inşaat mühendisi olarak çalışmaya devam etti Millas. Dile kolay, tam 15 sene mühendis olarak çalıştı. Yunanistan’da, Bahreyn’de, Endonezya’da, Katar’da ve hatta Suudi Arabistan’da bile çalıştı. İşin ilginç yanı ne biliyor musunuz? Tarihe geçen o güzel çevirilerini, işte bu mühendislik yıllarında yaptı. Hem Türkçeden Yunancaya, hem de Yunancadan Türkçeye onlarca kıymetli eseri tercüme etti. Seferis’in, Kavafis’in, Yunus Emre’nin, Can Yücel’in şiirlerini, Arap ülkelerinin o kavurucu sıcağında çevirdi. Bu iş için kimseden öyle ahım şahım bir para almıyordu ya, belki ondan çevirileri böylesine güzeldi…

1986’da inşaat mühendisliğini bıraktı Herkül Millas; o günden beri kendisini akademik çalışmalarına verdi. Önceleri Ankara Üniversitesi’nde Türklere Yunanca, daha sonraları ise önce Rodos’ta, ardından Selanik’te ve daha sonra Atina Üniversitesi’nde Yunanlılara Türkçe öğretti. Dili öğretirken, ‘öteki’nin edebiyatını, bakış açısını anlattı öğrencilerine. Şartlı bakış açılarını, kalıplaşmış imajlarını değiştirmelerine yardımcı oldu. Çevirileri, akademik araştırmaları, yazıları, kongre bildirileri ve kitapları derken, onlarca ödül aldı; hem de Ege’nin her iki yakasından…

Herkül Millas’la beraber, altı arkadaş birlikte hazırladığımız bir ders kitabından bahsedecektim sizlere. Fakat Herkül Hoca’nın hayat hikâyesi öylesine önemli ve ilgi çekici ki, bir başka zamana bırakacağım ‘Türkçe Kitabımız’ı. Fakat ne olursa olsun, Herkül Millas’ın bu sene yayımlanan bir çalışmasından bahsetmeden kapatmayacağım yazımı.

Millas’ın, ‘Ortak Türkçe ve Yunanca Kelimeler, Deyimler ve Atasözleri Listesi’ adlı çalışmasından bahsediyorum. Hocanın 1990 yılından bu yana üzerinde çalıştığı, üniversitede hocalık yaptığı yıllar boyunca öğrencilerine fotokopi şeklinde dağıttığı, Türkçe-Yunanca 4700 ortak kelime ve 1300 ortak deyim ve atasözünün yer aldığı bu güzel çalışması, sene başında Yunanistan’da yayımlandı.

“Türkçe Altay, Yunanca Hint-Avrupa dil ailesindedir. Yani iki dil, sözdizimi açısından bütünüyle farklı. Ama bu dilleri kullanmış olan halklar yüzyıllarca alışveriş içinde olmuş, yakın bulunmuş ve kültürel bir ifadeyi paylaşmışlar. Ortak deyimler ve kelimeler bunun bir göstergesi” diyor Herkül Millas, çalışması hakkında.

Ermenice için de bu geçerli değil mi? Yüzyıllarca alışveriş içerisinde bulunmuşuz. Ermenice, Rumca, Kürtçe, Arapça, Farsça girmiş Türkçeye; ve birbirlerine…

Bu arada, hemen belirtmeliyim ki, ortak kelimeler kimi zaman çok işimize yarar. O dili bilmesek bile, ortak kelimeler sayesinde derdimizi anlatabiliriz. Gelin, ortak kelimelerin nasıl işe yarayabileceğini Herkül Millas’tan dinleyelim:

“Arabistan’da çalışırken çok yararlı bir yöntem keşfetmiştim. Bir Türkçe sözlükten Arapça kökenli sözcükleri liste haline getirmiş, Arabistan’da bunları kontrol etmiş ve birkaç gün içinde 2800 Arapça kelime ‘öğrenmiştim’. Aslında buna ‘öğrenmek’ denmez, bazı kelimelerin ortak oldukları konusunda ‘bilgilendirilmek’ denir. Arapça gramerim ve sentaksım çok eksik olsa da ‘tarzan usulü’ konuşmaya hemen başlamıştım. Bir trafik polisi ehliyetimi almaya kalkıştığında ‘ana ecnebi, lazım müsamaha!’ diyerek ehliyeti kurtaracak kadar işi ilerletmiştim. ‘Yabancıyım, hoşgörü gerek’, derseniz metot çalışmaz tabii/doğal olarak!..”

Yunanca bilmeyenler için söylüyorum, Herkül Millas’ın bu eserini ne yapıp edip alın. Türkçe-Yunanca 4700 ortak kelime hiç de az sayılmaz. Yolunuz bizim Yunanistan’a düşer de trafik polisi ehliyetinizi soracak olursa, ortak kelimeler belki sizin de ehliyetinizi kurtarır, kim bilir…

Yabancıyım, hoşgörü gerek!

Herkül Millas, Türk-Yunan ilişkileri konusunda uzman olan az sayıdaki önemli akademisyenden biri. Millas’ı akademik çevrede bu denli kıymetli yapan özelliklerinden biri, hiç kuşkusuz, bir azınlık bireyi olarak, çoğunluk bireylerinin ötesine geçen başarılarında saklı.

Herkül Millas’ın hayat hikâyesi bile, bizler, yani azınlık bireyleri için “Daha iyi azınlık-çoğunluk ilişkileri için yap-yapma kılavuzu” gibidir. Bakınız, göstereyim…

1940 yılında Ankara’da doğan Millas, Feriköy Rum İlkokulu’nu bitirdikten sonra ortaokul ve liseyi Robert Kolej’de, üniversiteyi ise bugünkü adıyla Boğaziçi Üniversitesi’nde okur. 1962 yılında, genç bir inşaat mühendisidir Millas. Mühendislik heyecanı olsa gerek, aynı yıl, ülkeyi yeniden inşa etmek hayaliyle Türkiye İşçi Partisi’ne katılır. Ülke inşa etmek kolay mı! Hele sıra askerliğe gelmişse… Ve soluğu acemi birliğinde alır. Muş’ta askerliğini yapar ve evet, Herkül Millas çavuştur askeriyede. Azınlık bireyleri için bir taltif olsa gerek bu rütbe; bizim Batı Trakya’da da aynısı geçerlidir. Birkaçımıza, taltif kabilinden çavuş rütbesi verilir Yunanistan’da.

Neyse, biz Herkül Millas’ın hayatına dönelim. Askerliğin ardından, yaklaşık üç yıl, Aliağa Petrol Rafinerisi’nde mühendis olarak çalışır. Ve 1971 yılında, yeni umutlarla Atina’ya taşınır. “Neden taşındı?” diye merak edenlere, “12 Mart” desem yeterli olur sanırım…

“Kimi muhtıralar sayesinde kişilikler kemale ermiştir” denir ya, işte bizimkisi de öyle. 12 Mart yüzünden Atina’ya yerleşmeseydi, belki hiçbir zaman Türk-Yunan ilişkilerinde uzman bir akademisyen olarak karşımıza çıkmayacaktı Herkül Millas. Ünlü bir inşaat mühendisi olacaktı belki. Tabii, zengin de olabilirdi ama mühendisten öte bir akademisyen olamazdı, olamayacaktı…

Atina’ya gittikten sonra uzun bir süre inşaat mühendisi olarak çalışmaya devam etti Millas. Dile kolay, tam 15 sene mühendis olarak çalıştı. Yunanistan’da, Bahreyn’de, Endonezya’da, Katar’da ve hatta Suudi Arabistan’da bile çalıştı. İşin ilginç yanı ne biliyor musunuz? Tarihe geçen o güzel çevirilerini, işte bu mühendislik yıllarında yaptı. Hem Türkçeden Yunancaya, hem de Yunancadan Türkçeye onlarca kıymetli eseri tercüme etti. Seferis’in, Kavafis’in, Yunus Emre’nin, Can Yücel’in şiirlerini, Arap ülkelerinin o kavurucu sıcağında çevirdi. Bu iş için kimseden öyle ahım şahım bir para almıyordu ya, belki ondan çevirileri böylesine güzeldi…

1986’da inşaat mühendisliğini bıraktı Herkül Millas; o günden beri kendisini akademik çalışmalarına verdi. Önceleri Ankara Üniversitesi’nde Türklere Yunanca, daha sonraları ise önce Rodos’ta, ardından Selanik’te ve daha sonra Atina Üniversitesi’nde Yunanlılara Türkçe öğretti. Dili öğretirken, ‘öteki’nin edebiyatını, bakış açısını anlattı öğrencilerine. Şartlı bakış açılarını, kalıplaşmış imajlarını değiştirmelerine yardımcı oldu. Çevirileri, akademik araştırmaları, yazıları, kongre bildirileri ve kitapları derken, onlarca ödül aldı; hem de Ege’nin her iki yakasından…

Herkül Millas’la beraber, altı arkadaş birlikte hazırladığımız bir ders kitabından bahsedecektim sizlere. Fakat Herkül Hoca’nın hayat hikâyesi öylesine önemli ve ilgi çekici ki, bir başka zamana bırakacağım ‘Türkçe Kitabımız’ı. Fakat ne olursa olsun, Herkül Millas’ın bu sene yayımlanan bir çalışmasından bahsetmeden kapatmayacağım yazımı.

Millas’ın, ‘Ortak Türkçe ve Yunanca Kelimeler, Deyimler ve Atasözleri Listesi’ adlı çalışmasından bahsediyorum. Hocanın 1990 yılından bu yana üzerinde çalıştığı, üniversitede hocalık yaptığı yıllar boyunca öğrencilerine fotokopi şeklinde dağıttığı, Türkçe-Yunanca 4700 ortak kelime ve 1300 ortak deyim ve atasözünün yer aldığı bu güzel çalışması, sene başında Yunanistan’da yayımlandı.

“Türkçe Altay, Yunanca Hint-Avrupa dil ailesindedir. Yani iki dil, sözdizimi açısından bütünüyle farklı. Ama bu dilleri kullanmış olan halklar yüzyıllarca alışveriş içinde olmuş, yakın bulunmuş ve kültürel bir ifadeyi paylaşmışlar. Ortak deyimler ve kelimeler bunun bir göstergesi” diyor Herkül Millas, çalışması hakkında.

Ermenice için de bu geçerli değil mi? Yüzyıllarca alışveriş içerisinde bulunmuşuz. Ermenice, Rumca, Kürtçe, Arapça, Farsça girmiş Türkçeye; ve birbirlerine…

Bu arada, hemen belirtmeliyim ki, ortak kelimeler kimi zaman çok işimize yarar. O dili bilmesek bile, ortak kelimeler sayesinde derdimizi anlatabiliriz. Gelin, ortak kelimelerin nasıl işe yarayabileceğini Herkül Millas’tan dinleyelim:

“Arabistan’da çalışırken çok yararlı bir yöntem keşfetmiştim. Bir Türkçe sözlükten Arapça kökenli sözcükleri liste haline getirmiş, Arabistan’da bunları kontrol etmiş ve birkaç gün içinde 2800 Arapça kelime ‘öğrenmiştim’. Aslında buna ‘öğrenmek’ denmez, bazı kelimelerin ortak oldukları konusunda ‘bilgilendirilmek’ denir. Arapça gramerim ve sentaksım çok eksik olsa da ‘tarzan usulü’ konuşmaya hemen başlamıştım. Bir trafik polisi ehliyetimi almaya kalkıştığında ‘ana ecnebi, lazım müsamaha!’ diyerek ehliyeti kurtaracak kadar işi ilerletmiştim. ‘Yabancıyım, hoşgörü gerek’, derseniz metot çalışmaz tabii/doğal olarak!..”

Yunanca bilmeyenler için söylüyorum, Herkül Millas’ın bu eserini ne yapıp edip alın. Türkçe-Yunanca 4700 ortak kelime hiç de az sayılmaz. Yolunuz bizim Yunanistan’a düşer de trafik polisi ehliyetinizi soracak olursa, ortak kelimeler belki sizin de ehliyetinizi kurtarır, kim bilir…

Zorunlu eğitim kapsamında anaokulları ve azınlık eğitimi

Agos
651/19.09.2008

Yunanistan’da yeni eğitim yılı 11 Eylül Perşembe günü başladı. Bu seneyi diğer yıllardan ayıran en önemli farklılık, Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2 yıl önce çalışmalarına başladığı anaokulu eğitiminin zorunlu eğitim kapsamına alınması kararını bu sene fiilen uygulamaya koyması oldu. Artık Yunanistan’da zorunlu eğitim anaokullarını da kapsayacak şekilde genişletildi ve zorunlu eğitim 10 yıla dayandı.
Yunanistan’da ilkokul eğitimi 6 sene, ortaokul eğitimi ise 3 senedir. Buna 1 sene de anaokulu eğitimini eklediğimizde ulaşılan 10 senelik zorunlu eğitim, esasında
Avrupa Birliği ülkelerinde uygulanan tek tip bir eğitim modelinin olmadığını da göstermektedir.
Çünkü Avrupa Birliği ülkelerinde zorunlu eğitim kapsamındaki uygulamalar genelde farklılıklar içerir. Almanya, Avusturya, Danimarka, İtalya ve İsveç’te zorunlu eğitim 9 yıl iken, Fransa, İspanya, Norveç ve bu seneden itibaren Yunanistan’da 10 yıl; İngiltere ve Galler’de ise 11 yıl sürmektedir.
10 yıl zorunlu eğitim sistemini uygulayan Norveç 1997 yılında aldığı bir kararla bu uygulamaya geçerken, Yunanistan çok daha sonra (ancak 2008 yılında) 10 yıllık zorunlu eğitime geçebilmiştir. Dolayısıyla ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum, eğitim düzeyi ve diğer dengeler eğitim sistemini şekillendirmekte ve zorunlu eğitimin yapısını uzatmakta veya kısaltmaktadır.
Eğitim dilinin Yunanca olduğu Yunanistan’da, bu kuralın dışında tutulan okullar sadece Lozan Antlaşması çerçevesinde bugün bile varlığını sürdüren Batı Trakya’daki azınlık okullarıdır. İstanbul’daki gayrimuslim azınlıklara tanınan kendi azınlık dillerinde öğretim yapma hakkı aynı şekilde Batı Trakya’da da Türkçe eğitim veren azınlık okulları sayesinde geçerliliğini sürdürmektedir.
Tabiî belirtmek lazım, anlaşmalar çerçevesinde hem İstanbul’daki azınlık okullarında hem de Batı Trakya’daki azınlık okullarında sadece azınlık dilleri ile eğitim yapılmamakta, aynı zamanda belirli dersler devletin anadiliyle de öğretilmektedir. Azınlıkların anadilleriyle eğitim aldıkları dersler arasında günümüz şartlarında yanlış olduğuna inandığım bir uygulama sürdürülmekte, matematik, fizik ve kimya gibi dersler azınlık anadili üzerinden öğretilmektedir. Biliyorum bunu derken başta kendi azınlığım olmak üzere İstanbul’daki kimi azınlık temsilcilerini de rahatsız etmekteyim. Çünkü bu derslerin kendi anadilimizde yapılmasını kazanılmış bir hak olarak gören bu anlayış, eğitimin modernizasyonunu değil, eldekilerin muhafazasını görev addetmektedir. Fakat bunun yanlışlığını ancak azınlık okulunda öğretim görmüş olanlar bilebilir.
*
Azınlık eğitimi açısından Yunanistan’da zorunlu eğitimin 10 yıla çıkarılmasıyla birlikte yeni bir sorun ortaya çıkmıştır: Anaokulları.
Lozan Antlaşmasıyla çerçevesi çizilen azınlık eğitiminin içerisinde yer almayan anaokulları için Batı Trakya’da iki görüş ortaya sürülmektedir.
Birinci görüş: Anaokullarının azınlık okulu statüsüyle açılmasını talep etmekle birlikte iki dilli (Türkçe ve Yunanca) eğitim vermesidir. Lozan bu hakkı vermektedir.
İkinci görüş: Lozan’da belirtilmediğinden dolayı anaokullarının resmi statüsünün azınlınlık okulu olarak belirlenmesi imkânsızdır. Yapılacak olan devletin anaokullarında ikidilli (Yunanca-Türkçe) eğitim verilmesini talep etmektir.
Görüldüğü üzere zorunlu anaokulu eğitiminin Yunanistan’da yürürlüğe girmesiyle birlikte yeni bir süreçle karşı karşıyayız. Gerçi azınlığın büyük bir bölümünün uzun zamandır çocuklarını tek dil üzerinden (Yunanca) eğitim veren anaokullara gönderdikleri bilinen ve inkâr edilemez bir gerçek. Ayrıca azınlık okulları yerine devlet ortaokulu ve lisesinin tercih edildiği de öyle. Fakat her hâlükârda devlet anaokullarının ikidilli (Yunanca-Türkçe) olmasının faydamıza olacağını savunanlarının azınlık içerisinde çoğunlukta olduğunu vurgulamak lazım.
Azınlık eğitiminin Yunanistan cephesi şimdilik bu kadar. Keşke İstanbul’daki azınlıklarla bir araya gelip eğitim sorunlarımızı ortak bir liste şeklinde hazırlayabilseydik. Çünkü çözümsüzlüğün suçlusu sadece devletler değildir, biz de çözümsüzlüğün sorumlusuyuz. İster kabul edelim, ister etmeyelim…

Ένας δείπνος νηστείας στην Αθήνα και τα όσα θυμίζει

ZAMAN

Το βράδυ της 10ης Σεπτεμβρίου συνέβη κάτι γα πρώτη φορά στην Ελλάδα. Η Υπ. Εξωτερικών Ντόρα Μπακογιάννη, παρέθεσε δείπνο στο Υπ. Εξωτερικών στους Πρέσβεις των Μουσουλμανικών χωρών που βρίσκονται στην Αθήνα. Στον δείπνο, συμμετείχε και ο Πρέσβης της Τουρκίας στην Αθήνα ο κ. Ογούζ Τσελίκκολ.
Παρόλο που ο δείπνος νηστείας που παρέθεσε η Μπακογιάννη ήταν μόνον για τους Πρέσβεις των Μουσουλμανικών χωρών, μπορεί να χαρακτηριστεί ένα μεγάλο άνοιγμα για το μέλλον. Διότι η Ελληνική γραφειοκρατία γνώρισε το έθιμο του δείπνου της νηστείας, ή καλύτερα μπορούμε να πούμε ότι συνειδητοποίησε ότι μπορεί να εξασφαλίσει ανοίγματα για την επίτευξη διαλόγου παραθέτοντας δείπνους νηστείας. Με άλλα λόγια, ο ιερός μήνας του Ραμαζανιού αντιμετωπίστηκε με σεβασμό από τις Ελληνικές αρχές και οι Ελληνικές αρχές συμμετείχαν στον ενθουσιασμό αυτού του μήνα παραθέτοντας έναν δείπνο νηστείας.
Φαίνεται ότι, αυτοί οι δείπνοι που πραγματοποιούνται σε διάφορα μέρη του κόσμου από τους Τούρκους και βέβαια από τους υπόλοιπους Μουσουλμάνους, αρχίζει και δίνει αποτελέσματα.
Δεν πρέπει να παραβλέψουμε την θετική επιρροή που έχουν σε αυτήν την ατμόσφαιρα, οι δείπνοι νηστείας που διοργανώνει παραδοσιακά κάθε χρόνο το Ίδρυμα Δημοσιογράφων και Συγγραφέων (ΙΔΣ), στο οποίο συμμετέχουν οι εκπρόσωποι και των άλλων θρησκειών. Το μήνυμα ενότητας και ανεκτικότητας που βγαίνει από τις βραδιές που διοργανώνει το ΙΔΣ και οι δηλώσεις του Πατριάρχη της Κων/πολης Βαρθολομαίου, ο οποίος συμμετέχει κάθε χρόνο σε αυτούς τους δείπνους, έχουν μεγάλη απήχηση στην Ελλάδα. Συνεπώς, μπορεί να ειπωθεί ότι, ο Ελληνικός λαός και οι Ελληνική γραφειοκρατία μαθαίνει τις απόψεις, ο οποίες έχουν στην βάση τους την ανεκτικότητα και την παγκόσμια ειρήνη, του Φετχουλλάχ Γκιουλέν, από τον κ. Πατριάρχη και ακόμα, με αυτόν τον τρόπο έχουν την περιέργεια να μάθουν και εξερευνούν την «Κίνηση Γκιουλέν». Για αυτόν τον λόγο, ουκ ολίγες φορές έχουν δημοσιευθεί άρθρα με αναλύσεις και σχόλια για τον Φετχουλλάχ Γκιουλέν στον Ελληνικό Τύπο.
Πριν από 3 χρόνια, στο περιοδικό «Τρίτο Μάτι» είχε δημοσιευθεί ένα μεγάλο άρθρο σχετικά με την Πλατφόρμα Abant και τον Φετχουλλάχ Γκιουλέν. Είχα μάθει για το άρθρο από έναν Έλληνα φίλο μου στην Θεσσαλονίκη. Είχαμε μάθει πάλι από του Έλληνες φίλους μας για τα νέα που δημοσιεύθηκαν στις εφημερίδες «Τα Νέα» και «Το Βήμα». Το ίδιο συνέβη και τις ειδήσεις που δημοσιεύθηκαν στην εμερίδα «Καθημερινή». Συνεπώς μπορούμε άνετα να πούμε ότι, παρά τις διαφωνίες που υπάρχουν ανάμεσα στην Ελληνική και την Τουρκική κοινωνία εδώ και χρόνια και των οποίων η λύση είναι δύσκολη, οι προσπάθειες για διάλογο που δείχνουν οι σεβάσμιοι θρησκευτικοί άνθρωποι, μειώνουν σιγά σιγά τις εντάσεις στο βάθρο και ανοίγουν τις πόρτες για θερμές σχέσεις.
Από αυτήν την άποψη, είναι πολύ σημαντικές οι βραδιές που διοργανώνει το ΙΔΣ. Επιπλέον, παλαιότερα αυτοί οι δείπνοι παραθέτονταν μόνο για ηγέτες και σημαντικές προσωπικότητες. Όμως φέτος για πρώτη φορά οι μη Μουσουλμάνοι βρέθηκαν με τους Μουσουλμάνους στον ιερό μήνα του Ραμαζανιού σε οικογενειακό κλίμα, με την συμμετοχή των μελών των κοινοτήτων με τις συζύγους τους στην βραδιά αυτή. Ένα σημείο που τόνισε ο Πρόεδρος του ΙΔΣ στην βραδιά αυτή, κατά κάποιο τρόπο εξηγεί και την αιτία του δείπνου που παρέθεσε η Υπ. Εξωτερικών της Ελλάδος: «Φέτος, και εκείνοι οι μη Μουσουλμάνοι παρέθεσαν δείπνο νηστείας στους Μουσουλμάνους και τους αγκάλιασαν». Συνεπώς, οι δείπνοι που παραθέτουν για τους Μουσουλμάνους η Υπ. Εξωτερικών Ντόρα Μπακογιάννη, οι μη Μουσουλμάνοι στην Τουρκία και οι άνθρωποι από διαφορετικές θρησκείες σε διάφορες γωνιές του κόσμου, κατά κάποιο λόγο, είναι τα αποτελέσματα αυτών των χρόνιων και δύσκολων προσπαθειών.
Είμαι βέβαιος ότι, τα επόμενα χρόνια, όχι μόνον η Υπ. Εξωτερικών Ντόρα Μπακογιάννη, αλλά με πρώτον τον Δήμαρχο Αθηνών, και ο νομάρχης αλλά και οι υπόλοιπες Ελληνικές αρχές θα συνειδητοποιήσουν την σημασία των δειπνών νηστείας από την πλευρά ανάπτυξης διαλόγου.
Να τελειώσουμε το άρθρο μας, με τα λόγια του Ορθόδοξου Πατριάρχη της Κων/πολης σεβασμιότατου Βαρθολομαίου, τα οποία λόγια πιστεύω ότι βγήκαν από την ψυχή του:
«Το πράγμα που εδώ μας φέρνει κοντά, προκύπτει από την κοινή αξία της πίστης και των προσκυνημάτων μας. Ευχαριστώ το ΙΔΣ για την συνεισφορά του σε αυτό. Ευχαριστώ και τον Γκιουλέν για την φιλική προσέγγιση του στους μη Μουσουλμάνους. Υπάρχει μια παροιμία που λέει, Μάτια που δε βλέπονται γρήγορα λησμονιούνται. Αυτό όμως, δεν ισχύει για τον κ. Φετχουλλάχ Γκιουλέν. Τον αγαπάμε και επιθυμούμε.»

http://www.eurozaman.com/euro/detaylar.do?load=detay&link=41575

İSAM’dan bir kitap

Azınlıkça Dergisi
Sayı:39
Ağustos 2008

Evren Dede

Daha önce Sayın Elçin Macar göstermişti kitabı, fakat alıp okumak bugünlere nasipmiş. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) tarafından yayımlanan “Avrupa Birliği Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi” adlı kitaptan bahsediyorum sizlere. Ali Köse ve Talip Küçükcan’ın editörlüğünde hazırlanan kitapta AB’ye üye devletlerdeki din-devlet ilişkileri konunun uzmanlarınca masaya yatırılmış. Kitapta bu çerçevede Yunanistan bölümü de yer alıyor. Profesör Haralambos Papastathis’in yazdığı Yunanistan’da din-devlet ilişkisini anlatan çalışma oldukça ilgi çekici. Yazıda sadece Ortodoks Hristiyan inancının değil diğer inançların da devletle olan ilişkisi değerlendirilmiş. Tabiî doğal olarak Müslümanlara da yer verilmiş bu bağlamda.
Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti’nin 17.05.2006 gün ve 1208/4 sayılı kararıyla basılan bahse konu kitapta yer alan Yunanistan’daki Müslümanlar ile ilgili kısımdan size bir bölüm aktarmak isterim:
“Bugün Batı Trakya’da 120.000 dolayında Müslüman azınlık yaşamaktadır. Bunlar üç etnik gruptan oluşmaktadır: Türkler, Pomaklar ve Çingeneler.” (s.292)
“Pomaklar Bulgaristan ile Yunanistan arasındaki sınır bölgesinde yaşamakta ve giderek Türk kültür ve dilini benimsemektedirler. Çingeneler ise tüm Trakya’ya yayılmışlarıdr. Kendi dillerini ve Türkçe’nin bir şivesini konuşurlar.” (s.292)
Daha önce ABTTF de aynı şekilde Avrupa Komisyonu adına Gross’un hazırladığı Bozcaada ve Gökçeada raporunda yer alan “Türk, Pomak ve Çingene” ifadelerini beğendiğini açıklamıştı. Fakat bir farkla, ABTTF’nin Türkçe açıklamasında Gross’un Batı Trakya’daki azınlığı “Türk” olarak adlandırdığı şeklinde yansıtmışlardı haberi, çarpıtarak ve tahrif ederek ve bunu zafer olarak göstererek. Anlaşılan gerek ABTTF olsun gerek Türkiye Diyanet Vakfı olsun iş Batı Trakya’ya mesaj vermek olduğunda azınlığı sadece “Türk” olarak tanımlarken, iş bilimsel ve dışarıya yönelik olduğunda azınlığı “Türk, Pomak ve Çingene” olarak tanımlamayı daha uygun buluyorlar.
Ne dersiniz bizim kafatasçılara iş düştü anlaşılan. Hemen Pomak Derneği üyelerine yaptıkları gibi Türk Diyanet Vakfı’nın 17.05.2006 gün ve 1208/4 sayılı kararına imza atarak bu kitabın yayınlanmasına onay veren zatı muhteremlerin de kimlik bilgilerini ortaya döksünler. Son tahlilde vatana hizmette sınır yoktur.

Yunan Meclisi’ndeki milletvekillerimiz II

Azınlıkça Dergisi
Sayı:39
Ağustos 2008

Evren Dede

1920-1936 arası Yunanistan Millet Meclisi’ndeki azınlık milletvekillerini sizlere aktardığım liste beklediğimin üstünde beğenildi ve gelmiş geçmiş bütün milletvekilllerimizin listesini yayımlamaya devam etmem istendi. Aşağıda diğer seçilmiş milletvekillerimizin listesini bulacaksınız. Listeyi iki bölümde hazırladım. Tarihî olayların açıklamasını yapmayacağım. Sadece alfabetik sırayla milletvekillerinin listesini yayımlamayı yeterli buluyorum. Umarım bugüne kadar kaç milletvekili çıkardık, bari bunu hiç değilse bilelim. Ne de olsa tarihini bilmeyen ama çok ve boş konuşan bir toplumuz son tahlilde.

1946 ile 1974 yılları arasında milletvekillerimiz

19. Hacı Hafız Ali Sabahattin Galip (1924–1987) Gümülcine (Komotini) doğumlu, memur.
17.11.1974 yılından 20.11.1977 yılına kadar Merkez Birliği Yeni Güçler Patisi’nden “ΕΚ/ΝΔ” Rodop milletvekili olarak seçiliyor.

20. Hafız Faik Hacıahmetoğlu 1902 doğumlu, öğretmen.
31.03.1946 yılından 08.01.1950 yılına kadar Çiftçi Birliği Partisi’nden “Εν.Α.Κ.” 4’üncü Millet Meclisi’ne Rodop milletvekili olarak seçiliyor.

21. Hamdi Hüseyin Fehmi 1897 İskeçe doğumlu, tüccar.
09.06.1935 tarihinde 5’inci Millet Meclisi’ne Halk Partisi’nden “ΛΚ” seçiliyor. 21.01.1936 tarihinden 04.08.1936 tarihine kadar 3’üncü Meclise Halk Partisi’nden “ΛΚ” seçiliyor. 09.09.1951 yılından 10.10.1952 yılına kadar yine “ΛΚ” Halk Partisi’nden 2’inci dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor.

22. Hafız Yaşar Mehmetoğlu 1920 Gümülcine doğumlu, gazeteci.
17.11.1974 ile 20.11.1977 yılları arasında Merkez Birliği-Yeni Güçler Partisi’nden “ΕΚ/ΝΔ” 5’inci Millet Meclisi’ne Rodop milletvekili olarak seçiliyor.

23. Hüsamettin Fehmi Otmanlı 1911 doğumlu, terzi.
05.03.1950 tarihinden 30.07.1951 tarihine kadar Halk Partisinden “ΛΚ” 1’inci dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor.

24. Hüseyin Zeybek 1898 Şahin doğumlu, çiftlik sahibi .
31.03.1946 yılından 08.01.1950 yılına kadar Çiftçi Birliği Partisi’nden “Εν.Α.Κ.” 4’üncü Millet Meclisi’ne İskeçe (Xanthi) milletvekili olarak seçiliyor.

25. H. Osman Üstüner 1914 doğumlu, deri tüccarı.
31.03.1946 yılından 08.01.1950 yılına kadar Liberaller Partisi’nden “ΚΦ” 4’üncü Millet Meclisi’ne Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 05.03.1950 tarihinden 30.07.1951 tarihine kadar yine Liberaller Partisi’nden “ΚΦ” 1’inci dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 09.09.1951’den 10.10.1952 yılına kadar yine Liberaller Partisi’nden “ΚΦ” 2’inci dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 19.02.1956 tarihinden 02.04.1958 tarihine kadar ise Ulusal İttifak Birliği Partisi’nden “ΕΡΕ” 4’üncü dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor. Ve son olarak 11.05.1958 tarihinden 20.09.1961 tarihine kadar yine Ulusal İttifak Birliği Partisi’nden “ΕΡΕ” 5’inci dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor.

26. Osman Nuri Fettahoğlu 1902 İskeçe doğumlu, gazeteci.
31.03.1946 yılından 08.01.1950 yılına kadar Venizelosçu Liberaller Partisi’nden “ΚΒΦ” Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 05.03.1950 tarihinden 30.07.1951 tarihine kadar Liberaller Partisi’nden “ΚΦ” 1’inci dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 09.09.1951 yılından 10.10.1952 yılına kadar Liberaller Partisi’nden “ΚΦ” 2’nci dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 16.11.1952 tarihinden 11.11.1956 tarihine kadar Ellinikos Sinagermos (Yunan Alarmı) Partisi’nden “ΕΣ” 3’üncü dönem İskeçe milletvekili olarak seçiliyor. 19.02.1956 tarihinden 02.04.1958 tarihine kadar Ulusal İttifak Birliği Partisi’nden “ΕΡΕ” 4’üncü dönem İskeçe milletvekili olarak seçiliyor. 11.05.1958 tarihinden 20.09.1961 tarihine kadar Ulusal İttifak Birliği Partisi’nden “ΕΡΕ” 5’inci dönem İskeçe Milletvekili olarak seçiliyor. 29.10.1961 tarihinden 26.09.1963 tarihine kadar yine Ulusal İttifak Birliği Partisi’nden “ΕΡΕ” 6’ıncı dönem İskeçe milletvekili olarak seçiliyor. 03.11.1963 tarihinden 08.01.1964 tarihine kadar Merkez Birliği Partisi’nden “ΕΚ” Yedinci Dönem İskeçe Milletvekili olarak seçiliyor.

27. Yusuf Hasan Hatipoğlu 1915 Gümülcine doğumlu, tüccar.
16.11.1952 tarihinden 11.1.1956 tarihine kadar Ellinikos Sinagermos (Yunan Alarmı) Partisi’nden “ΕΣ” 3’üncü dönem Rodop Milletvekili olarak seçiliyor. 19.02.1956 tarihinden 02.04.1958 tarihine kadar Ulusal İttifak Birliği Partisi’nden “ΕΡΕ” 4’üncü dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 11.05.1958 tarihinden 20.09.1961 tarihine kadar Ulusal İttifak Birliği Partisi’nden “ΕΡΕ” 5’inci dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 29.10.1961 tarihinden 26.09.1963 tarihine kadar Ulusal İttifak Birliği Partisi’nden “ΕΡΕ” 6’ıncı dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 03.11.1963 tarihinden 08.01.1964 tarihine kadar Ulusal İttifak Birliği Partisi’nden “ΕΡΕ” 7’nci dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 16.02.1964 tarihinden 20.04.1967 tarihine kadar tekrar ve son kez Ulusal İttifak Birliği Partisi’nden “ΕΡΕ” 8’inci dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor.


1977’den günümüze milletvekillerimiz

28. Ahmet Faikoğlu 1947 İskeçe (Xanthi) doğumlu, cami imamı.
1985 yılında gerçekleştirilen seçimlerde İskeçe PASOK milletvekili olarak meclise girdi. 08.04.1990 yılında düzenlenen seçimlerde “Kader” listesinden bağımsız İskeçe Milletvekili olarak seçildi.

29. Ahmet Hacıosman 1958 yılında Gümülcine’de (Komotini) doğdu, ilahiyatçı.
16.10.2007 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde PASOK Partisinden Rodop Milletvekili olarak seçildi.

30. Ahmet Mehmet (Muncura) 1946 Gümülcine (Komotini) doğumlu.
18.10.1981 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde PASOK Partisi’nden “ΠΑΣΟΚ” Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 09.04.2000 yılında gerçekleştirilen seçimlerde yine PASOK Partisi’nden Rodop milletvekili olarak seçildi.

31. Birol Akifoğlu 1960 İskeçe (Xanthi) doğumlu, doktor.
22.09.1996 yılında gerçekleştirilen seçimlerde Yeni Demokrasi Partisi’nden “ΝΔ” İskeçe milletvekili olarak meclise girdi.

32. Celal Zeybek (1938-1993) Şahin doğumlu, müteahhit.
20.11.1977 yılında gerçekleştirilen seçimlerde Yeni Demokrasi Partisi’nden “ΝΔ” İskeçe Milletvekili olarak seçiliyor.

33. Çetin Mandacı İskeçe (Xanthi) doğumlu, doktor.
16.10.2007 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde PASOK Partisi’nden “ΠΑΣΟΚ” İskeçe milletvekili olarak seçildi.

34. Galip Galip 1947 Gümülcine (Komotini) doğumlu, mimar.
22.09.1996 yılında gerçekleştirilen seçimlerde PASOK Partisi’nden “ΠΑΣΟΚ” Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 09.04.2000 yılında gerçekleştirilen seçimlerde ikinci kez PASOK Partisi’nden Rodop milletvekili olarak seçildi.

35. Hasan İmamoğlu 1942 Gümülcine (Komotini) doğumlu, avukat,
20.11.1977 yılında gerçekleştirilen seçimlerde Ulusal Parti’den “ΕΠ” Rodop milletvekili olarak seçildi.

36. Hafız Yaşar Mehmetoğlu (1920 -1992) Gümülcine doğumlu, gazeteci.
1974-1977 yılları arasında da milletvekilli yapmış olan Yaşar Mehmetoğlu, 18.10.1981 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde yine Yeni Demokrasi Partisi’nden “ΝΔ” Rodop milletvekili olarak seçiliyor.

37. İlhan Ahmet 1968 Gümülcine (Komotini) doğumlu, avukat.
04.03.2004 yılında gerçekleştirilen seçimlerde Yeni Demokrasi Partisi’nden “ΝΔ” Rodop milletvekili olarak seçildi. 2007’deki seçimlerde yaklaşık 200 oy farkla milletvekilliğini kaçırdı.

38. İsmail Molla Rodoplu 1938 Rodop ilinin Semetli köyünde doğdu, gazeteci.
02.06.1989 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde “Güven” listesinden bağımsız Rodop milletvekili olarak seçildi.

39. Mehmet Müftüoğlu (1939-1999) Şapçı doğumlu, avukat,
22.09.1996 yılında gerçekleştirilen seçimlerde Yeni Demokrasi Partisi’nden “ΝΔ” Rodop milletvekili olarak seçildi.

40. Mustafa Mustafa 1955 yılında Rodop ilinin Büyük Doğanca köyünde doğdu, doktor.
22.09.1996 yılında gerçekleştirilen seçimlerde Sol İttifak Partisi’nden “Συνασπισμός” Rodop milletvekili olarak seçildi.

42. Orhan Hacıibram 1946 yılında İskeçe’nin (Xanthi) Yassıören köyünde doğdu, avukat.
20.11.1977 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde PASOK Partisinden İskeçe Milletvekili olarak meclise girdi.

43. Sadık Ahmet (1947-1995) Rodop İline bağlı Küçük Sirkeli köyünde doğdu, doktor.
05.11.1989 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde “Güven” listesinden bağımsız Rodop milletvekili olarak seçildi. 08.04.1990 yılında düzenlenen seçimlerde ikinci defa “Güven” listesinden bağımsız olarak Rodop milletvekili olarak seçildi.

Diyaspora ne derse desin içte ve gerçekte biz bu değiliz, olmamalıyız

Agos
Sayı:649
05/09/2008
http://www.agos.com.tr/index.php

Azınlıkça dergisinin Haziran sayısında şöyle sesleniyordu Batıtrakyalılara Baskın Oran: “…Hep söylediğim bir şeyi Batıtrakyalı kardeşlerime, bir daha bir daha söylemek istiyorum: Eğer vatanlarında yani Yunanistan’da rahat etmek istiyorlarsa, anavatanlarında yani Türkiye’de yaşayan azınlıkların rahatı için dua etsinler. Sanırım, lakoniktir, ama çok iyi anlaşılmıştır. Bunu söylüyorum, çünkü Batı Trakya’da bazı kişiler bunu tam tersinden anladıklarını gösterecek şeyler yapabiliyorlar.»
Baskın Oran’ın mesajı çok açıktı ve Oran’ın gösterdiği doğrultuda hareket eden Batıtrakyalıların olduğu da bir gerçek. Fakat ne yazık ki, bunu hâlâ anlamamış, hatta tersine hareket etmeyi marifet sayanlar da var aramızda.
Azınlıkların diyaspora temsilcileri genelde dışarıda yaşamanın verdiği kontrolsüz haz nedeniyle olsa gerek daha bir agresif oluyorlar. Hamasi milliyetçilik taslayan diyaspora temsilcileri hiç kuşkusuz İstanbul Rumlarının ve Ermenilerinin de bir sorunu. Çünkü sadece içeride yaşayanları sıkıntıya sokmakla kalmıyor bu hamasi diyaspora yetkilileri; ırk/din bazında duydukları intikam hissi yüzünden azınlıkların çoğunluk tarafından itici algılanmasına, dışlanmasına ve yok olmasına ön ayak oluyorlar. Daha ılıman, daha bilge, daha aydın azınlık diyasporası temsilcileri hiç mi yok? Elbette var ama onların bunlar arasında sesi çıkamıyor. Burada konumuz ilkel milliyetçilik yapan diyaspora temsilcileri. Bir yandan kendi kendilerini tatmine, bir yandan da çeşitli menfaatler sağlamaya çalışan diyaspora temsilcileri.
Türkiye’de yaşayan Batı Trakya Türk diyasporasının kurduğu Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği’ne bir dönem başkanlık etmiş Tahsin Salihoğlu işte bu hamasi milliyetçi diyaspora temsilcilerinden biri. Batı Trakya’da yaşayan Türkler adına bu tür milliyetçiliğin gem almaz refleksiyle hareket eden Salihoğlu, Ağustos ayında iki haberle gündeme oturdu:

1’inci Haber: “Ekümenlik’ iddiasının Yargıtay’dan dönmesine rağmen Fener Rum Patriği Bartholomeos’un ekümen gibi davranmaya devam ettiğini ve İstanbul’u Konstantinapolis olarak adlandırdığını öne sürerek Fatih Adliyesi’ne suç duyurusunda bulundu.
Ekümenlik, Yargıtay’ın yetkisine katiyen girmeyen bir konu. Oysa Salihoğlu ‘bununla yetinmeyip’ Türkiye’de Rumca yayınlanan günlük Apoyevmatini Gazetesi hakkında da Patrikhane haberlerini "Ekümenik Patrikhane" amblemi altında yayınladığı için ikinci bir suç duyurusunda da bulundu.” (Hürriyet 14.08.2008)
“Muhbir Vatandaş” dedikleri bu olsa gerek.

2’nci Haber: “Eski Avcılar Belediyesi ve Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Başkanı Tahsin Salihoğlu, Fener Rum Patriği Bartholomeos ve İstanbul Valiliği’ne noter tasdikli bir dilekçeyle başvurarak, 27-30 Ağustos tarihleri arasında Patrikhanede yapılacak altı yabancı üyeli Sen Sinod Meclisi’nin Lozan Antlaşması’na aykırı olduğunu öne sürdü ve engellenmesini talep etti.” (Hürriyet 26.08.2008)

Batıtrakyalı Tahsin Salihoğlu’nun cebir ve hatta şiddet yanlısı tutumunu biz 20 yıllık icraatlarıyla biliyoruz. Bu yüzden normal bir insanın havsalasına sığmayacak davranışları bizler için yeni değil; üstelik son da olmayacak. Fakat Batıtrakyalı soydaşın ilkel milliyetçilik açısından bile yorumlanmakta zorlanacağı bir tutarsızlığı var ki bunu belirtmeden ve tepkimizi koymadan geçmeyelim:
Bir Batı Trakya Türkü olarak Sayın Tahsin Salihoğlu, Türkiye devletinin menfaatlerini korumakla kendini vazifeli ilan ettiğine göre, İstanbul Rum Patrikhanesi yerine Türk Ortodoks Patrikhanesini hedef almalıdır. Çünkü şu anda devletin mahkemelerinde görülen davaya göre Türkiye’de seçimle gelmiş hükümeti ortadan kaldırmak ve halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek gibi suçları bünyesinde barındıranlar arasında Türk Ortodoks Patrikhanesi yetkilileri var, İstanbul Rum Patrikhanesi yetkilileri değil.
*
Bu arada Türkiye devleti Patrikhane’nin ekümenik sıfatını tanımadığı gibi Yunanistan devleti de Batı Trakya’daki Müslüman azınlığı Türk sıfatıyla tanımamakta. Fakat biz azınlık gazetelerimizde, dergilerimizde, derneklerimizin açıklamalarında ve televizyonlarda gayriresmi de olsa bas bas “Türk Azınlık” kelimesini kullanmaktayız.
Şimdi bir başka ilkel milliyetçi de tutar Tahsin Salihoğlu’na misilleme olarak Yunanistan’da bizim hakkımızda savcılığa suç duyurusunda bulunursa, buna ilk tepki verecek olanların İstanbul Rumları olmasını istediğimi belirteyim. Çünkü Sayın Baskın Oran’ın dediği gibi, eğer vatanlarında yani Türkiye’de rahat etmek istiyorlarsa, anavatanlarında yani Yunanistan’da yaşayan biz Batıtrakyalıların rahatı için dua etsinler. Sanırım lakoniktir ama bu mantık çok iyi anlaşılmıştır.

Yunanistan üniversitelerinde okuyan azınlık Türkler

26/08/2008
http://www.eurozaman.com/euro/detaylar.do?load=detay&link=39993


Azınlık olmanın dezavantajı saymakla bitmez ama kimi zaman faydası da olur. Daha baştan azınlık olduğu için hayat maratonuna dezavantajlı başlayanlar, eşit duruma gelebilmek için özel ayrıcalık isterler çoğu zaman. İşte o özel hak devletler tarafından tanındığında, azınlık olmanın getirdiği bu artı nimetten yararlanılır.

Özel hak deyince sakın azınlıklara hak etmedikleri bir ayrıcalık tanındığını sanmayın. Çoğunluktan farklı oldukları için daha baştan kaybettikleri mesafeyi eşitleme gâyesidir bu haklar, sadece o kadar. Mesela 1995 yılında Yunanistan’da çıkarılan binde 5’lik kontenjan kanunu bunlardan biridir.

Dönemin Pasok hükümeti, 1995 yılında çıkarılan 2341 sayılı kanun çerçevesinde üniversite imtihanlarında azınlık öğrencilerine binde 5’lik bir kontenjan ayırmış, böylece azınlık öğrencileri Yunan üniversitelerinde eğitim görme imkânına kavuşmuştu. Daha önceleri liseyi bitiren gençler Türkiye’ye gidiyordu, YÖS imtihanına girip kolay bir şekilde istedikleri fakülteyi kazanıyorlardı. 1995 yılında çıkarılan yasa Yunan üniversitelerinin de kapısını açınca azınlık öğrencileri Yunanistan’ın dört bir yanına dağıldı, üniversitelerde eğitim almak için yollara düştüler.

Yunanca eğitim aldıkları taktirde daha kolay iş bulacaklarını, çoğunlukla daha kolay rekabet edebileceklerini hesaplayan azınlık gençleri Türkiye’den ziyâde Yunanistan’ı tercih etmişlerdi. İlk olarak 1996 yılında 67 azınlık öğrencisi Yunan üniversitelerinde eğitimlerine başladı. 1997 yılında Yunan üniversitelerine kaydolanların sayısı 110 öğrenciydi, 2007 yılında ise bu rakam 345 öğrenciye ulaşmıştı.

Aradan geçen 10 yıl boyunca toplam 2.311 azınlık öğrencisi Yunan üniversitelerine kayıt yaptırdı. Bunlardan kaç tanesi mezun oldu bilmiyoruz. Fakat çoğunun 4 senede eğitimlerini tamamlayamadıkları da bir gerçek.

1996-97 ders yılından bu yana Yunan üniversitelerinde okuyan bu gençler azınlığın yeni neslini oluşturuyor. Latif Yunancaları ve kendilerine duydukları özgüven hemen belli oluyor. Üstelik bu gençler Türkçeyi de unutmuyorlar, kendi aralarında organize olup dergi çıkarıyor, internette açtıkları öğrenci alemi adlı web sitesinde sorunlarını tartışıyorlar.

Atina’da, Selanik’te, Kavala’da, Lamia’da, Larisa’da, Patra’da, Volos’ta okuyan bu Batı Trakyalı gençler hem çoğunluk hem de azınlık toplumuna faydalı olmak için uğraşıyorlar. Patra’da Eczacılık okuyan Erdem Hüseyin, yine Patra’da Pedagoji okuyan Rıdvan Köse Memet, bilgisayar mühendisliğinden Burhan Molla Şakiroğlu, Ekonomi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde okuyan Taner Ömer Kehaya, Seres’de Topografi bölümünde okuyan Erdal Hüseyin ve nicesi geleceğe yön vermek için okuyor.

Belli bir yaşa ve meslekî açıdan yeterli kıvama gelmelerini dört gözle bekliyoruz onların. Yunanistan’ın en uzman kalp doktorunun, en meşhur avukatının gelecekte Mehmet, Ali veya Mustafa olduğunu görmek ilginç olabilir. Öyle değil mi!

26 August 2008, Tuesday
EVREN DEDE

Ότι και αν πει η διασπορά εμείς δεν είμαστε και δεν πρέπει να είμαστε μέσα μας και στην πραγματικότητα

AGOS
Weekly Political and Cultural News Magazine
http://www.agos.com.tr/index.php

649 / 05.09.2008

Ο Μπασκίν Οράν (Baskın Oran) είχε απευθυνθεί στους Δυτικοθρακιώτες, στο τεύχος Ιουνίου του περιοδικού Αζινλίκτσα, ως εξής: «Θέλω να υπενθυμίσω ξανά και ξανά στους Δυτικοθρακιώτες αδερφούς μου κάτι που έχω πει επανειλημμένα: Αν θέλουν να αναπαυτούν στην πατρίδα τους, δηλαδή στην Ελλάδα, να προσεύχονται για την άνεση των μειονοτήτων που ζουν στην μητέρα πατρίδα τους, δηλαδή στην Τουρκία. Νομίζω ότι είναι λακωνικό, αλλά έγινε αντιληπτό πολύ καλά. Το λέω αυτό διότι κάποια άτομα στην Δυτική Θράκη κάνουν πράγματα που δείχνουν ότι έχουν καταλάβει ακριβώς το αντίθετο»
Το μήνυμα του Οράν ήταν πολύ ξεκάθαρο. Είναι γεγονός πως υπάρχουν αρκετοί που κινούνται στα πλαίσια των λεγόμενων του Οράν. Δυστυχώς όμως, υπάρχουν και κάποιοι ανάμεσα μας που δεν το έχουν αντιληφθεί καλά ακόμα και θεωρούν ότι κάνουν κάτι, όταν κινούνται αντίθετα.
Οι μειονοτικοί εκπρόσωποι της διασποράς γίνονται ακόμα πιο επιθετικοί και αυτό μάλλον θα οφείλεται στην άνεση που τους παρέχει το γεγονός ότι ζουν στο εξωτερικό. Οι εκπρόσωποι της διασποράς που το «παίζουν» πατριδοκάπηλοι εθνικιστές, αναπόφευκτα αποτελούν πρόβλημα και για τους Ρωμιούς και για τους Αρμένιους της Κωνσταντινούπολης. Αυτοί οι πατριδοκάπηλοι εθνικιστές δεν βάζουν μόνο σε προβλήματα αυτούς που ζουν στο εσωτερικό, αλλά λόγω των συναισθημάτων εκδίκησης σε εθνικό και θρησκευτικό επίπεδο που κουβαλάνε, γίνονται πρωτοπόροι στη δημιουργία αντιπάθειας, κλίματος απομονωτισμού και περιθωριοποίησης και εντέλει συμβάλλουν στην «εξαφάνιση» των μειονοτήτων. Δεν υπάρχουν πλέον καθόλου ήπιοι, περισσότερο σοφοί και φωτισμένοι μειονοτικοί εκπρόσωποι της διασποράς; Σίγουρα υπάρχουν αλλά δεν μπορεί να ακουστεί η φωνή τους ανάμεσα στους άλλους. Το θέμα μας εδώ είναι οι μειονοτικοί εκπρόσωποι της διασποράς που κάνουν πρωτόγονο εθνικισμό, οι μειονοτικοί εκπρόσωποι της διασποράς που από την μια προσπαθούν να ικανοποιήσουν τους εαυτούς τους και από την άλλη να εξυπηρετήσουν διάφορα συμφέροντα.
O Ταχσίν Σαλίχογλου (Tahsin Salihoğlu), ο οποίος ήταν πρόεδρος κάποτε και του Συλλόγου Αλληλεγγύης των Τούρκων της Δυτικής Θράκης, που ιδρύθηκε από Τούρκους της Δυτικής Θράκης της διασποράς, είναι ένας από αυτούς τους πατριδοκάπηλους εθνικιστές. Ο Σαλίχογλου που κινείται με τα ατίθασα αντανακλαστικά τέτοιου είδους εθνικισμού στο όνομα των Τούρκων που ζουν στην Δυτική Θράκη, βρέθηκε στην επικαιρότητα τον Αύγουστο με δυο ειδήσεις:
1η είδηση: Έκανε καταγγελία στο Δικαστήριο Fatih της Κωνσταντινούπολης ισχυριζόμενος ότι ο Πατριάρχης Βαρθολομαίος συμπεριφέρεται ως οικουμενικός Πατριάρχης, παρόλο που ο όρος «οικουμενικός» δεν είναι αποδεκτός από το Ανώτατο Δικαστήριο της Τουρκίας. Κατ’ αρχήν η ‘οικουμενικότητα’ του Ορθόδοξου Πατριαρχείου της Κωνσταντινούπολης είναι ένα θέμα που δεν ανήκει στις αρμοδιότητες του Ανώτατου Δικαστηρίου. Όμως, ο Σαλίχογλου «δεν αρκέστηκε σε αυτό» και έκανε μια δεύτερη καταγγελία επειδή η εφημερίδα ‘Απογευματινή’ που κυκλοφορεί στα ελληνικά στην Τουρκία, στις ειδήσεις που αφορούν το Πατριαρχείο χρησιμοποιεί τον όρο «Οικουμενικό Πατριαρχείο». (Εφημερίδα Χουρριγιέτ 14.8.08). Μάλλον η συμπεριφορά του σημαίνει αυτό που λένε «Χαφιές Πολίτης».
2η είδηση: Πρώην Δήμαρχος του Αβτζιλάρ (Avcılar) και του Συλλόγου Αλληλεγγύης των Τούρκων της Δυτικής Θράκης ο Ταχσίν Σαλίχογλου απευθύνθηκε με μια αίτηση επικυρωμένη από συμβολαιογράφο στον Πατριάρχη του «Φαναρίου» Βαρθολομαίο και στον Νομάρχη Κωνσταντινούπολης, ισχυριζόμενος ότι η Ιερά Σύνοδος που ήταν να πραγματοποιηθεί τις 27 με 30 Αυγούστου στο Πατριαρχείο με την συμμετοχή μελών της από το εξωτερικό, δεν είναι σύμφωνη με την Συνθήκη της Λοζάνης, και ζήτησε να εμποδιστεί. (Εφημερίδα Χουρριγιέτ 26.8.08).
Γνωρίζουμε την στάση, η οποία είναι υπέρ του καταναγκασμού ακόμα και της βίας, του Δυτικοθρακιώτη Ταχσίν Σαλίχογλου, από τις πράξεις του εδώ και είκοσι χρόνια. Και γι’ αυτόν το λόγο δεν είναι καινούρια πράγματα για μας οι πράξεις του που δεν χωράνε στο νου ενός κανονικού ανθρώπου. Ούτε θα είναι η τελευταία φορά. Όμως, δεν μπορώ να μην αναφέρω ότι ο Δυτικοθρακιώτης «ομογενής» χαρακτηρίζεται για μια ασυναρτησία η οποία δύσκολα ερμηνεύεται, ακόμα και από την πρωτόγονη εθνικιστική σκοπιά και ας μην προσπεράσουμε το θέμα χωρίς να εκφράσουμε την αντίδραση μας:
Από την στιγμή που ο Ταχσίν Σαλίχογλου, ως ένας Τούρκος της Δυτικής Θράκης, θεωρεί τον εαυτό του πως έχει την υποχρέωση να προστατέψει τα συμφέροντα του τουρκικού κράτους, πρέπει να έχει ως στόχο το Τουρκικό Ορθόδοξο Πατριαρχείο και όχι το Ρωμαίικο Πατριαρχείο της Κωνσταντινούπολης. Διότι σύμφωνα με την υπόθεση που εκκρεμεί στα δικαστήρια του κράτους, υπάρχουν αρμόδιοι του Τουρκικού Ορθόδοξου Πατριαρχείου, για τους οποίους έχουν απαγγελθεί κατηγορίες για ενέργειες ανατροπής της κυβέρνησης, που εκλέχθηκε με εκλογές στην Τουρκία, συμμετέχουν στη δημόσια πρόκληση του κόσμου, σε μίσος και σε έχθρα, και όχι του Ρωμαίικου Πατριαρχείο της Κωνσταντινούπολης.
*
Εντωμεταξύ, όπως το τουρκικό κράτος δεν αναγνωρίζει τον χαρακτηρισμό «οικουμενικός» για το Πατριαρχείο, έτσι και το ελληνικό κράτος δεν αναγνωρίζει τον χαρακτηρισμό «Τούρκος» για την μουσουλμανική μειονότητα της Δυτικής Θράκης. Όμως εμείς, στις μειονοτικές εφημερίδες και στα περιοδικά μας, στις ανακοινώσεις των συλλόγων μας και στις τηλεοράσεις χρησιμοποιούμε κραυγαλέα τις λέξεις «Τουρκική Μειονότητα».
Αν όμως τώρα, αυτή τη φορά ένας πρωτόγονος εθνικιστής από την Ελλάδα, ως αντίποινα σε όσα έκανε ο Ταχσίνογλου μας καταγγείλει στην Εισαγγελία, θα ήθελα να δηλώσω ότι θα περίμενα να έρθει η πρώτη αντίδραση από τους Ρωμιούς της Κωνσταντινούπολης. Όπως λέει και ο κ. Μπασκίν Οράν, αν θέλουν να αναπαυτούν στην πατρίδα τους, δηλαδή στην Τουρκία, να προσεύχονται για την άνεση των μειονοτήτων που ζουν στην μητέρα πατρίδα τους, δηλαδή στην Ελλάδα. Νομίζω ότι είναι λακωνικό, αλλά έγινε αντιληπτό πολύ καλά

Amerikan karşıtlığı

Azınlıkça
Sayı:38
Haziran 2008

Proto Thema gazetesi, ard arda üç sayı ABD’nin Selanik Başkonsolosu’nu diline dolayıp durdu, Trakya’da Amerika’nın ne denli “tehlikeli” işler çevirdiğini belirterek. Gazetenin ABD Selanik Başkonsolosluğu’nu, “Trakya’da Türk azınlığı ihdas etmekle” suçladığı bir dönemde, azınlık basınındaki kimi odaklar da aynı ABD Başkonsolosluğu’nu, Trakya’ya gelip “Pomak Derneği’ne vermiş olduğu destekten” dolayı eleştiriyordu. Güler misin, ağlar mısın!

Yunan Gözlemevi (The Hellenic Observatory) Eylül 2007’de Dr. Stelios Stavridis’in bir çalışmasını yayınladı. Yunanistan’daki Amerikan karşıtlığının arka planını ve halkın başta 11 Eylül olmak üzere Afganistan ve Irak konusunda Amerika ile ilgili gösterdiği tepkiyi analiz eden çalışma oldukça yararlı bir kaynak.

Stavridis, Yunanistan’daki Amerikan karşıtlığının 1960-1970 arası dönemdeki askerî cunta idaresi ve özellikle 1974’te Türkiye’nin Kıbrıs’a düzenlediği askeri harekâtla kemikleştiğini belirtiyor çalışmasında.

Stavridis’in çalışmasından aktarmak istediğim kısa kısa birkaç tespit var.

  1. İstisnalar olsa da, 11 Eylül terör saldırıları ardından, Yunanistan diğer Avrupa ülkelerinden farklı tepki göstermiştir. Konu hakkında Yunanca yazılmış zengin literatür bulunmaktadır. Bu zengin literatürü özetlemek gerekirse ünlü bir kitabın «Καλά Να Πάθουν» “canıma deysin” başlığını kullanmak yeterlidir. Buna mukabil, az sayıdaki eleştirmenlerden biri olan Vasilakis ise “Taliban” kelimesinden esinlenerek türettiği “Helleban” kelimesini kullanarak tepkisini göstermiştir.
  2. Trakya’daki Müslüman azınlık temsilcileri, ayrıca Arnavut, Pakistanlı, Afgan, Iraklı ve İranlı kayıtdışı göçmenlerin temsilcileri de dahil olmak üzere, Yunanistan’daki bütün Müslüman toplum temsilcileri 11 Eylül saldırılarını insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak belirtmiş ve kınamışlardır. Fakat aynı zamanda Amerika’nın masum sivillerin de ölümüne yol açan Afganistan’daki bombalamalarını eleştirmişlerdir.
  3. 1999’daki Kosova savaşına Yunanistan’ın gösterdiği tepkiler Amerikan karşıtlığının ne denli bilinçaltına işlemiş olduğunu göstermektedir.
  4. Yunanistan’daki Amerikan karşıtlığı ile ilgili günümüzde sağ ile sol görüş arasında öyle âhım şâhım bir farklılık yoktur.

16.09.01 tarihli Eleftherotipia gazetesindeki bir ankete göre Yunan halkının %25’i 11 Eylül saldırılarını adaletin bir tecellisi olarak değerlendirmektedir. Bu görüşte olanlar tuttukları siyasî partilere göre tasnif edildiğinde: %19.2’si ND’li, %25.2’si Pasokçu, %34.6’sı Sinaspismos taraftarı ve %36.4’ü de KKE’lidir. Görüldüğü gibi siyasî görüşler ne olursa olsun 11 Eylül olayları hakkındaki düşüncede ciddi bir fark gözlemlenmemektedir. Yunan gençlerinin %93.2’si George W. Bush hakkında negatif düşüncelere sahiptir.

  1. 2003 yılında Irak’a düzenlenen saldırı Amerikan karşıtlığını bir kez daha güçlendirmiştir.
  2. Yunan elitlerinin ve kimi devlet yetkililerinin söyledikleri ile yaptıkları arasında büyük bir çelişki vardır.

Meselâ, bunca eleştiri yöneltilen ABD’ye Girit’teki askeri üs için kullanım izni verilmiş, Kosova’daki Amerikan kuvvetlerinin yerini almak için güç gönderilmiş, Körfez Savaşı’na devriye amaçlı kullanılmak üzere bir adet savaş gemisi tahsis edilmiştir.

Yani, halkın düşüncelerini okşayan popülist yaklaşım ülke içinde sürdürülürken, Avrupa Birliğinin ve Nato’nun güvenilir bir üyesi olarak dışarıda yapılması gerekenler de yapılmıştır.

Dr. Stelios Stavridis’in tespitleri bunlarla sınırlı değil elbette, size aktarabildiklerimden çok daha açıklayıcı ve doyurucu bir çalışma. Okunmaya değer.

1920 -1936 arası Batıtrakyalı azınlık milletvekillerinin tam listesi

Azınlıkça
Sayı:38
Haziran

Yunan Gözlemevinin insiyatifinde düzenlenen “1940’lı yıllarda yaşanan iki savaş arasında yerel halklar” adlı sempozyum 6 Haziran Cuma günü Gümülcine’de gerçekleştirildi. Konu ilgi çekici ve eğiticiydi gerçekten. Konuşmacılar önemli ve tarihî olayları aktardılar sunumlarında. Bilmediğim şeyler öğrenmenin mutluluğuyla salondan ayrılırken karar verdim, uzun zamandır yayınlamak istediğim bir dosyayı geciktirip duruyorum, tamamlayamadığımdan ve bu arada pek çok başka uğraş ve ilgisizlikten dolayı kenarda beklettiğimden ötürü. Bahsettiğim dosya bugüne kadar Batı Trakya’dan seçilmiş bütün azınlık milletvekillerinin listesi, dedim ya, eksik ve akademik bir çalışma değil. Buna rağmen bir kısmını aktaracağım bilgiler umarım pek çok araştırmacının faydalanabileceği bir kaynak olur.

1920-1936 arası Yunanistan Millet Meclisi’ndeki azınlık milletvekillerini sizlere aktardığım liste ile ilgili birkaç küçük ayrıntı vereyim. Batı Trakya bölgesi, seçim kanunu gereği bazen tek bir seçim bölgesi olarak addedilmiş, bazen de Rodop ve Evros illeri olarak ikiye bölünmüştür. Ayrıca belitmek lâzım, 1920-1936 tarihleri arasında Rodop ili, Gümülcine ve İskeçe vilayetlerini kapsamaktaydı. Listede Trakya milletvekili olarak bahsedilenler, Rodop, Evros ve İskeçe’nin tek seçim bölgesi olarak kabul edildiği dönemde milletvekili olmuş kişilerdir. Liste alfabetik sıraya göredir, tarihe göre değil.

1920 -1936 arası dönem

  1. Abdürrahim Oğlu Hasan Bey. 1880 doğumlu, çiftlik sahibi. 02.10.1921’den 21.09.1922 tarihine kadar 3. Millet Meclisi’ne Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 25.09.1932 tarihinden 24.01.1933’e kadar Elefterios Venizelos’un Fillelefteri “ΚΦ” (Liberal) Partisi’den üçüncü dönem Trakya milletvekili olarak meclise giriyor. Son olarak 05.03.1933’den 01.04.1935 tarihine kadar Fillelefteri “ΚΦ” (Liberal) Partsisinden 4. dönem Trakya milletvekili olarak meclise giriyor.
  2. Ahmet Hismet. 31.03.1921 tarihinde Evros milletvekili olarak Yunan Meclisi’ne giriyor
  3. Ali Rıza Bey. 1870 doğumlu, çiftlik sahibi. 2. dönemde Trakya milletvekili olarak Fillelefteri “ΚΦ” (Liberal) Partisi’nden Meclis’e giriyor.
  4. Ârif Hafızzâde Ârif. 03.07.1921 tarihinde 3. Millet Meclisi’ne Rodop milletvekili olarak seçiliyor.
  5. Demirzâde İbrahim Bey. 1902 doğumlu, çiftlik sahibi. Fillelefteri “ΚΦ” (Liberal) Partisi’nden 4. dönem Trakya milletvekili olarak Meclis’e giriyor.
  6. Emin Beyzâde. Evros milletvekili olarak Meclis’e giriyor. (Tarihi not etmemişim)
  7. Fehmizâde Hasan Bey. Enosi Filleleftheron “ΚΕΦ” (Liberal Birlik) Partisi’nden 1. dönemde Rodop milletvekili olarak meclise giriyor ve 05.12.1927 tarihinde istifasını sunana kadar milletvekilliği görevini sürdürüyor.
  8. Hacı Ahmetoğlu Mestan. Rodop milletvekili olarak Meclis’e seçiliyor.
  9. Halif Karaçanlı. 1876 doğumlu, tütün tüccarı. 19.08.1928 tarihinde Fileleftheri “ΚΦ” (Liberal) Partisi’nden Trakya milletvekili olarak seçiliyor.
  10. Hamit Mehmet Bey. Evros Milletvekili olarak seçiliyor. (tarih kaydı düşmemişim)
  11. Hasan Ağazâde Mustafa. 1880 doğumlu, çiftlik sahibi. 16.12.1923 tarihli seçimlerde Rodop milletvekili olarak Meclis’e giriyor. 07.11.1926 tarihinde Enosi Filelftheron “ΚΕΦ” (Liberal Birlik) Partisi’nden 1. Dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 25.09.1932 tarihinde Fileleftheri “ΚΦ” (Liberal) Partisi’nden Trakya Milletvekili olarak seçiliyor. 05.03.1933 tarihinde yine Fileleftheri Partisi’nden 4. Dönem milletvekili seçiliyor.
  12. Mehmet Mustafa Enezli. 06.07.1921 tarihinde 3. Millet Meclisi’ne Evros Milletvekili olarak seçiliyor.
  13. Mehmetoğlu Hafız Salih. Fileleftheros “ΚΦ” (Liberal) Partisi’nden 21.04.1929 tarihinde Trakya Müslümanlarının senatörü olarak seçiliyor ve 18.04.1934 tarihindeki vefatına kadar bu görevini sürdürüyor.
  14. Mumcu Niyazi Hafız Haliloğlu. 1872 doğumlu ve tüccar. İkinci dönemde Trakya milletvekili olarak Fillelefteri “ΚΦ” (Liberal) Partisi’nden Meclis’e giriyor. 09.06.1935 tarihinde yapılan seçimlerde Halk Partisi’nden “ΛΚ” Rodop milletvekili olarak 5. Millet Meclisi’ne seçiliyor.
  15. Mustafaoğlu Mehmet. 09.06.1935 tarihinde yapılan seçimlerde Halk Partisi’nden “ΛΚ” Rodop milletvekili olarak 5. Millet Meclisi’ne seçiliyor.
  16. Osmanoğlu Hacı Hafız Ali Galip Osman. 1882 doğumlu, çiftlik sahibi. 01.11.1920 tarihinde Fileleftheri “ΚΦ” (Liberal) Partisi’nden 3. Millet Meclisi’ne Rodop milletvekili olarak seçiliyor. 07.11.1926 seçimlerinde Demokratik Birlik Partisi’nden “ΚΔΕ” 1. Dönem Trakya Milletvekili olarak seçiliyor. 19.08.1928 seçimlerinde Fileleftheri “ΚΦ” (Liberal) Partisi’nden 2. Dönem Trakya milletvekili olarak seçiliyor. 25.09.1932 seçimlerinde Çiftçi ve İşçi Partisi’nden “ΑΕΚ” 3. Dönem Trakya milletvekili olarak seçiliyor. 05.03.1933 seçimlerinde de Çiftçi ve İşçi Partisinden “ΑΕΚ” 4. Dönem Trakya milletvekili olarak seçiliyor. 21.01.1936’dan 04.08.1936 tarihine kadar ise Demokratik Sol Parti’den “ΔΣ” milletvekili seçiliyor.
  17. Salih Mehmetoğlu. Rodop Milletvekili olarak seçiliyor. (Tarih kaydı düşmemişim)
  18. Salihoğlu Hatip Salih Yusuf. 1895 doğumlu, bakkal. 25.09.1932 seçimlerinde Fileleftheri “ΚΦ” (Liberal) Partisi’nden 3. Dönem Trakya milletvekili olarak seçiliyor. 18.04.1934 tarihinde Demokratik Birlik Partisi’nden “ΚΔΕ” Trakya Müslümanları Senatörü olarak seçiliyor. 09.06.1935 tarihinde ise 5. Millet Meclisi’ne Halk Partisi’ndenΛΚseçiliyor.
  19. Şükrü Mahmudoğlu. 1876 doğumlu, tüccar. 07.11.1926 seçimlerinde Demokratik Birlik Partisi’nden “ΚΔΕ” 1. Dönem Rodop milletvekili olarak seçiliyor.

Yunanistan’da din dersi ve bu bağlamda inanç özgürlüğü

AGOS
Sayı:645
08.08.2008

Önemli bir haber hakkında yorumumuzu her zaman çok rahat bir şekilde yaptığımızı söyleyemeyiz. Kendi inanç sistemimiz, çevrenin ön yargılı tutumu, konu hakkındaki yetersiz bilgi ve erk odağı haline gelmiş yetkililerin söylemlerine karşı gerçeği ortaya koymak her zaman kolay olmuyor. İnsan haklarının korunmasında Avrupa değerleninin önemini anlatmak da bunlardan bir tanesi. Avrupa değerlerine karşı baştan önyargılı olan insanlara, insan haklarının korunmasında Avrupa’nın çağdaş anlayışını gösterebilmek, kendi etrafımıza ördüğümüz surları yıkabilmek hiç kolay değil.
Zorunlu din dersi uygulaması işte bu zor konulardan biri. Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin katılım sürecine ilişkin raporlarında konu edilen zorunlu din dersi uygulaması bilinen bir konu. Hatırlayalım: 2004 yılındaki ilerleme raporunda Alevilerin karşılaştıkları hukuksal zorluklara işaret edilmiş, bir Alevi çocuğun ailesinin zorunlu din eğitimi nedeniyle AİHM’ye başvurduğuna dikkat çekilmişti. Ardından ise Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu, 2005’te yayımladığı 3. Türkiye raporunda, Türk yetkililere din dersleri konusundaki yaklaşımlarını gözden geçirmelerini önermişti. Bu öneriler Türkiye’de o dönemde siyasiler tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Dönemin Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan sorumlu Devlet Bakanı, “Çocuklarımıza Müslümanlığın ne olduğunu öğretemeyecek miyiz?” şeklinde eleştiride bulunmuş ve diğer bir yetkili din dersleri uygulamasının “kendilerinin bileceği bir iş” olduğunu belirtmişti. Bir anlamda haklıydılar tabiî, tıpkı Yunanistan’da aynı gerekçelerle din dersinin zorunlu olmasını isteyenler gibi.
Peki ama ne istiyordu Avrupa “tutuculardan”? Bir ülkede geçerli olan dînî inanca göre devlet okullarında okutulan zorunlu din dersi uygulamasını inanç özgürlüğü çerçevesinde değiştirme talebi kolay kabullenilebilir değildi elbette. Ama dedik ya, kendi inanç sistemimize ters düşen bu uygulama ve Avrupa’nın reform talebi gerçekte doğruydu ve zaman içerisinde kısmî adımlar Türkiye’de de, Yunanistan’da da atıldı, atılacak, hem de muhafazakâr olarak adlandırılan hükümetler tarafından.
Türkiye gibi “laik” olmayan, anayasasında açıkça din devleti (Ortodoks Hristiyan) olarak belirtilen bir ülkede bu reformun yapılabilmesi hiç kolay değildir. Kendi inanç sistemine tamamen zıt bir görüşün gâlip gelmesi âdeta surları yıkmak gibi bir şey. Fakat sonuçta Avrupa değerleri sayesinde ve 33 yıllık bir gecikmeyle Yunanistan hükümeti konuya ilişkin reformu nihayet yaptı. Konuya ilişkin önemli gelişme geçen hafta yaşandı. Eğitim Bakanlığı, çocuğuna din dersi aldırmak istemeyen velilerin hiçbir gerekçe sunmadan bu hususu yazılı olarak okul yönetimine bildirmeleri durumunda din derslerinden muaf tutulacaklarını açıkladı. Daha önce de buna benzer bir uygulama geçerliydi, bir farkla ki, o da öğrenci velisinin din dersinden muaf tutulabilmek için bir gerekçe göstermesi gerekiyordu (Müslüman, ateist, Budist v.b. olduğunu söylemeliydi)
Tabiî, Lozan antlaşması çerçevesinde azınlık okullarına sahip olan Batı Trakya’daki Müslüman azınlık devlet okullarındaki Hristiyan öğretilerini içeren zorunlu din dersinin dışında bırakılmıştı. Fakat ya diğerleri? Din dersinden muaf olma hakkı, Lozan’da belirtilen Yunanistan’daki Müslim ve Türkiye’deki Gayimüslimlere mi ait bir haktı sadece? İnançsızlara veya diğer inançlara hiçbir gerekçe göstermeden din dersinden muafiyet sağlanamaz mıydı? Üstelik kendi inancını benimsetmek amacınının güdüldüğü bir din dersine, o ülkenin bütün yurttaşlarının katılımını zorunlu kılmak AİHS’nin ayrımcılık yasağını düzenleyen 14. maddesine aykırı değil miydi? Bu derslerden muaf tutulabilmek için illâ başka bir inanca mensup olduğunu belirtmek neden gerekliydi?
İşte bütün bu sorunlar geçen hafta Yunan Eğitim Bakanı’nın okullara gönderdiği genelgeyle son buldu. Artık ortaokul ve liselerde öğrenci velileri hiçbir gerekçe göstermeksizin, sadece din dersine katılmak istemediklerini belirtecekleri bir dilekçeyle din dersinden, kiliseye gitme zorunluluğundan ve sabah ayinlerinden muaf tutulabilecekler.
Yunanistan’da kilisenin gücü çok fazladır, fakat kilise beklenen tepkiyi göstermedi. Çünkü öğrencilerin üniversiteye girişte istenen not ortalamasını yükseltmek için din dersini alacakları görüşü hakim kilisede. Selanik Mitropoliti Anthimos ise yeni karara en çok karşı çıkanlardan, “Yunan Anayasasında açıkça belirtilen dinimiz hakkında çocuklara verilen din dersi zorunlu tutulmalıdır” diyor.
Anthimos demesine diyor da, dünya değişiyor işte. Bütün yurttaşlarına eşit davranan devlet anlayışı, Avrupa değerleri sayesinde hem Avrupa’da hem de Birliğe üye olmak isteyen ülkelerde yeni açılımları şart koşuyor. Yeter ki önyargılarımızı artık rafa kaldırabilelim.

Türk Yunan ilişkilerinde Fransa’nın tutumu

EUROZAMAN
22.07.2008
http://www.eurozaman.com/euro/detaylar.do?load=detay&link=37396

Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy’nin önderliğindeki “Akdeniz için Birlik” zirvesi tamamlandı. Zirveye katılan Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis yaptığı açıklamada, projeyi ilk andan beri desteklediklerini belirtti, tıpkı diğer liderler gibi…

Nicolas Sarkozy ilginç bir lider. Katıldığı bütün toplantıları kişisel şova dönüştürmedeki mahâreti ile tanınan Sarkozy, daha yeni, 6 ve 7 Haziran tarihlerinde Yunanistan’daydı.

Sarkozy, üstlendiği Akdeniz projesinde Türkiye’ye gösterdiği sıcak yaklaşım bir yana, gerçekte Fransa her ortamda Türkiye’nin AB üyeliğini köstekleyebilecek müttefikler aramakta ve Fransa’nın gözünde Yunanistan bu iş için biçilmiş kaftan.

Hatırlatalım: Sarkozy, Fransız anayasasına “AB’ye üyelik için başvuran bir ülkenin nüfusu AB’nin toplam nüfusunun yüzde 5’inden daha çok olması halinde (kastedilen Türkiye’dir) referandum yapılır” hükmünü soktu. Oysa Yunanistan Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini destekliyor.

Türkiye’ye karşı tutumuyla sivrilen Fransız cumhurbaşkanının Yunanistan ziyaretini bu çerçeveden analiz edersek, Sarkozy Yunanistan’a yaptığı resmî ziyaret sırasında, pek az yabancı devlet adamına nasip olan bir imtiyazla, Yunan Meclisinde konuştu. Yunanlıların kulağına hoş gelecek şeyleri söylemeye özen gösteren Sarkozy, Fransa ile Yunanistan arasında kurulmasını istediği Yeni İttifak’a değinerek, Yunanistan’ı, AB, Akdeniz ve Balkanlar konusunda Fransız vizyonunun yanına çekmeye çalıştı. Sarkozy, gerek AB içinde gerekse geliştirmekte olduğu yeni Akdeniz Birliği’nde Yunanistan’ın genişletilmiş bir rolü olması gereğinden dem vururken, Yunan duyarlılıkları doğrultusunda, Kıbrıs’ın birleşmesi için çalışacaklarını, Kosova’dan hiç söz etmeyerek Sırbistan’ın AB perspektifini desteklediklerini, Makedonya ile yaşanan isim sorununda Fransa’nın açıkça Yunanistan’ın yanında yer aldığını söyledi. Ve belki de en önemlisi, Türkiye ile AB ilişkilerinde tam üyelik yerine “özel ilişki” istediğini bir kez daha yineledi.

Bir süredir Fransa’nın Türkiye aleyhinde Avrupa’da kulis yaptığı biliniyor. Bunun Yunanistan’da da yansımalarını görmek mümkün. Sarkozy’nin Yunan Meclisinde Türkiye ile ilgili çıkışından yaklaşık üç ay önce, Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen ilk açılımı gösteren dönemin başbakanı Kostas Simitis, İngiltere’de yaptığı bir konuşmada, PASOK partisinin ve kendi eski tezlerinin dışına çıkarak, Fransa’nın teziyle özdeşleşmiş ve Türkiye için AB’ye tam üyelik yerine, “imtiyazlı özel ilişki” statüsünü savunmuştu. O zaman bu farklılaşma, Yunanistan’daki Türkiye karşıtlarını sevindirirken, PASOK yetkililerini zor durumda bıraktı. PASOK, Türkiye’nin tam üyeliğini destekleme kararının geçerli olduğunu ve eski başbakanın kendi kişisel görüşlerini dile getirdiğini açıklamak zorunda kaldı. İktidar partisi ND de her fırsatta Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini desteklediğini açıklıyor zaten.

Sarkozy’nin Yunan Meclisinde konuşurken Türkiye’nin AB üyeliğine değinmesi, Yunanistan’dan bu konuda açık destek istediği şeklinde anlaşılmalıdır. Lafı uzatmaya gerek yok, Yunanistan’ın Türkiye’nin AB perspektifini desteklemesi Fransa’nın canını sıkıyor.

Sarkozy’nin Yunan Meclisinde konuşurken bile çekinmeden sergilediği popülist tutumuna bir örnek vermeden geçmeyelim: Konuşmasında Selanik Yahudisi olan dedesinin Yunan kökenine atıfta bulunmayı ihmal etmedi Sarkozy. Ve alkışlandı tabiî.

Fransa Cumhurbaşkanı, dedesinden bahsederken acaba o dönemlerde Selanik’in Osmanlı toprağı olduğunu ve atalarının İspanya’dan sürüldüklerinde yine Osmanlıların kendilerine sahip çıktığını unutmuş mu dersiniz!

Sarkozy’nin ev sahipliğini yaptığı “Akdeniz için Birlik” zirvesine, bir de bu gözle bakmak lâzım.

22 July 2008, Tuesday
EVREN DEDE

Beyza Bilgin Batı Trakya’ya neden getirildi!

Azınlıkça dergisi
Sayı:37
Mayıs 2008

Daha yeni, Türkiye’deki iktidar partisi hakkında kapatılma davası açılmadan hemen önce, Azınlık Yüksek Tahsilliler Derneği, Türkiyeli ilahiyatçı Beyza Bilgin’i Batı Trakya’ya getirdi; “Dinde kadının yeri” adlı konferansta azınlığı “aydınlatsın” diye...
Türkiye’deki iktidar partisinin kapatılma davasına esas teşkil eden sorun başörtüsü olduğuna ve AKP’nin kapatılma davasının (14 Mart 2008) hemen önünde (5 Mart 2008) Beyza Bilgin Batı Trakya’ya getirtildiğine göre, Beyza hanım kimdir, neden gelmiştir acaba, yorumlayalım.
Yüksek Tahsilliler Derneği’nin davetiyle gelen hanımefendi, ilahiyatçıdır ilahiyatçı olmasına da, yalnız bildiğimiz ilahiyatçılardan değildir. İslam âlimlerinin aksine başörtüsünün gerekli olmadığını savunan, “gururla” söyleyen, yazan, konferanslar veren ulusalcı kadronun uzman aydınlarından arasındadır kendisi. Beyza Bilgin’nin Yüksek Tahsilliler Derneği’yle örtüşen fikirlerinin kaynağı, pek meşhur olan hocası Dr. Neda Armaner’dir. Hani şu hukukta okurken ne olduysa bir anda zart diye ilahiyata transfer olan… Hani şu Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yayınlarından son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin adını kullanarak sahte isimle piyasaya sürülen o ilginç kitabı hazırlayanlardan olduğu söylenen… Hani şu Türkiye Milli Eğitim Bakanlığına Öğretmen okulları için “çağdaş anlayış” içinde din bilgisi kitabı üreten… Hani şu anda Türkiye Dışişleri Bakanlığı görevini üstlenen Ali Babacan’ın halası Hatice Babacan’ı sırf başörtüsü takıyor diye zamanında üniversiteden kovan ve bunu iftiharla anlatan Armaner.
Osmanlı’nın son Şeyhülislâm’ı Mustafa Sabri Efendi Batı Trakya’yı da şereflendirdiğine göre şu sahte kitap işini biraz açalım. İlahiyat gibi bir kurumun çatısı altında çalışan, İslam’ı ve güzelliklerini öğretmekle mükellef Armaner, kendi yazdıkları kitabı, kitabın basıldığı tarihten on yıl önce vefat eden Osmanlı’nın son Şeyhülislamı Mustafa Sabri yazmış gibi gösteren “yüksek tahsilli”lerden olduğu söylenir.
Başörtüsü takıyor diye Babacan’ın halasını üniversiteden kovan “yüksek tahsilli” Armaner’in talebesi ve izdüşümü ise Beyza Bilgin’dir. Başörtüsü takmaz Bilgin. Aksine başörtüsü takanlara uyuz olur, tıpkı hocası gibi. Bakınız Beyza Bilgin’in beyanatlarıyla ilgili Türkiye basınında yer almış birkaç örnek sıralayalım:
9 Mart Pazar günü Bakırköy Kadın Meclisi’nce Yunus Emre Kültür Merkezi’nde düzenlenen “İslamiyet’te Kadın” adlı panelin açılışındaki sinevizyon gösterisinde başörtüsüz kadınlar çağdaş, başörtülü ve çarşaflılar ise Türkiye’nin karanlık yüzü olarak lanse edildi. Panelde söz alan konuşmacılar, “karanlığın farkında mısınız?” uyarısında bulundu. Prof. Dr. Beyza Bilgin , başörtüsünün namaz gibi dinin bir emri olmadığını; ancak güvenlik gerekçesi ile uygulamaya geçtiğini öne sürdü.”
*
Beyza Bilgin isimli, sözde ilahiyat profesörü, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, “Başörtü dinin emri midir, değil midir tartışmasında, son söz Diyanet’indir” açıklamasına karşı çıkmış! “Başörtü Allah’ın emridir diye, Diyanet de söyleyemez. Devlet bir görüşü dayatamaz” demiş. Peki Bilgin hanım, diyelim ki, Diyanet , “başörtü Allah’ın emridir” görüşünü veremez, bu görüşü sizin ifadenizle dayatamaz! Peki küçücük bir dürüstlük kırıntısı varsa söyleyin, devlet, insanlara başı açıklığı dayatabilir mi? Başı açık olmak gerekir diyebilir mi? Söyleyin ki, sizin gerçekten bilim adına konuştuğunuza karar verelim…
*
Beyza Bilgin, Türkiye`nin içinde bulunduğu konumu, türban ve şeriat hakkındaki düşüncelerini AKŞAM`a yorumladı. Akşam gazesesi:: Sizce üniversitede türban takabilmeliler mi? Beyza Bilgin: Bu şartlar altında hayır.
*
Hürriyet gazetesi’ne (21.09.07) Beyza Bilgin demiş ki: “Türban yasağının uygulanmadığı 1988”de fakültemize giren kızların hepsi başörtülü idi..” Dikkat isterim; Beyza Bilgin”in “fakültemiz ..” dediği fakülte, bir üniversitenin bale bölümü değil, o üniversitenin ilahiyat bölümüdür! Başörtüsü Arap giysisiymiş, “Atatürk “ün çocukları” bunu giyemezmiş. (Hadi oradan sen de! Bay Rıza Kırlıdökme’nin fuları veya Bayan Hülya Emin’in kırmızı deri ceketi, Orta Asya’dan dört nala gelip Balkanlara bir kısrak başı gibi uzanan Türklerin giysisi midir Allah aşkına? e.d.)
Türkiye basınından alıntıladığımız bu birkaç haber sanırım Beyza Bilgin’in başörtüsü hakkındaki görüşlerini açıklamaya yeterlidir. Gerçi isterse mini etek giysin, jartiyer taksın, sütyensiz dolaşsın veya bikiniyle plajlara gitsin Yunanistan’da sorun olmaz Beyza Bilgin için. Çünkü başörtüsüne kafayı takan devlet tutumu Yunanistan’da olmadığı gibi, istenilen elbiseyi giymek de kamu kuruluşlarında serbesttir, biline...
Başörtüsü takmayan ve Kur’an’da böyle bir “şart” yoktur diye avaz avaz bağıran Beyza Bilgin’in Batı Trakya’ya getirtilmesi, AKP’ye açılan davanın hemen önüne denk düşünce insan işkilleniyor elbette. Acaba AKP’nin kapatılma davası öncesinde mâhir kadrolar tarafından Balkan ülkelerinde yaşayan diğer Türk azınlıklara da böyle “aydın” ilahiyatçılar gönderilmiş midir?
Acaba Türkiye’deki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın başörtüsü gibi “laikliğe aykırı” fiillerin odağı haline gelen AKP’nin kapatılması talebi öncesi AKP sempatizanı muhafazakâr Balkan Müslümanlarına ayar çekilmiş midir? Kimbilir! Yüksek Tahsilliler Derneği’nin son yıllarda Türkiye’den davet ettiği konuşmacılarda bariz şekilde görülen ortak payda, Avrupa karşıtlığı, ulusalcılık aşkı ve başörtüsüne karşı duruşlarıyla ünlü CHP kadrolarından seçilmiş olmalarıdır.
Eski bürokrat fakat her daim ulusalcı olan Mümtaz Soysal’ı Batı Trakya’ya bir kere çağırmakla yetinmemiş ardından bir kez daha çağırmış, hatta söylediği pek kıymetli açıklamalarını da kitap hâline getirmiştir Yüksek Tahsilliler Derneği. Oysa Beyza Bilgin daveti dahil bütün bu ulusalcı kadroyu bahse konu dönemde davet eden kişinin yani Yüksek Tahsilliler Derneğinin Başkanlığını üstlenen kardeşin hanımı başörtülüdür. Ne acınası bir durum değil mi? Dernek başkanı, kendi hanımının inancına saygısızca davranan ve türbanlı kadınların başlarını açmaları için mücadele veren zatı muhteremleri ha bire çağırmak, önlerinde saygıyla tazim etmek mecburiyetinde kalıyor! Eğer onlar gibi düşünüyor da ondan çağırıyordu ise, kardeşin durumu daha acınası, çünkü hanımının başötülü olması gerçeğinin sadece ve sadece Batı Trakya politikasıyla örtüştüğünü görmüyor demek!
Malûm Türkiye’de hanımı başörtülü diye görevden uzaklaştırılan o kadar çok insan var ki! Üzerimize vazife telakki ettiğimizden vurguluyalım. Başkanlığa elveda diyen kardeşin Gündem gazetesindeki köşesinde sürekli ve sürekli eleştirdiği Yunan yönetimine karşı da bir şükran borcu vardır. Çünkü Yunan devleti başörtüsünde Türkiye gibi bir tutum sergilememiştir, zaten sergileseydi nah başkan olurdu Yüksek Tahsillilere… Ama olsun, biz yine de değil mi ki azınlık derneğidir, o halde diyelim: çok iyi yaptınız çağdaş ulusalcı Beyza Bilgin’i, ve zamanında iki kez ard arda müzelik ideolojilerin savunucusu Cumhuriyet yazarı Mümtaz Soysal’ı Batı Trakya’ya çağırmakla.
Evet, Yüksek Tahsilliler Derneği çok iyi etmiştir. AKP’nin kapatılma davası arefesinde başörtüsünü yok sayan Beyza Bilgin’i Batı Trakya’ya çağırmış, el üstünde tutmuştur. Tabîî ilahiyat okuyup da başörtüsünü “yorum farkı” ile anlayamamış olmak kelimenin en hafif tabiriyle “nasipsizlik” olsa gerektir belki. Ama bunu söylemek de bize düşmez. Esas buna ses verecek, başörtüsü yoktur diyen “ilahiyatçılara” cevap verecek olanlar da yine Batı Trakya’daki “kıymetli” ilahiyatçılar olmalıdır. Bu arada konferans sırasında Gümülcine Seçilmiş Müftüsü İbrahim Şerif, “Beyza Bilgin’in kitaplarını, yazılarını uzun zamandan beri takip ettiğini ifade ederek ‘Öğrencilik döneminden bildiğim değerli hocamızın buralara gelip de değerli görüşlerini paylaşacağı aklıma gelmezdi. Kendisine toplumun önünde teşekkür ediyorum’ diye konuşmuştur. Dinde kadının yerini açıkça “ifade eden” Beyza Bilgin’e övgüler düzen İbrahim Şerif’in de hanımı başörtülüdür, başörtüsünü dinde vardır diye takmaktadır; hatırlatalım, utanalım.
Bendeniz Yüksek Tahsilliler Derneği’nden, bir ay önce Antalya’nın Kemer İlçesi’nde Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Şubesi tarafından düzenlenen “Dinin ve Kadının Türban ile İstismarı” konulu konferansta “Kuran-ı Kerim sek içilmez” sözüyle ilahiyatçılar arasında alkol ile Kur’anı anlatan ilk ilahiyatçı olma şerefini kazanan yüksek tahsilli Prof. Dr. Şahin Filiz’i de Batı Trakya’ya getirmelerini bekliyoruz. Ramazanda da Zekeriyya Beyaz’ı getirsinler mutlaka. Malum Zekeriyya Beyaz da şu harika ilahiyatçılardandır.(Bir hafta önce Zekeriyya Beyaz, Ergenekon kapsamında hapiste olan dostu Doğu Perinçek’i ziyarete gitti de güvenlik gerekçesiyle içeri almadılar adamı.) Zamanında sormuşlardı Beyaz’a “Hocam çalışanlar oruç tutmalı mı” diye de cevap vermişti “Çalışanlar, polisler, askerler, memurlar, futbolcular, öğrenciler, hemşireler, doktorlar, pilotlar, hostesler, gazeteciler ve elbette dernek başkanları fakire günde 5 ytl verirse oruç tutmayabilir” diye. Beyaz’ın bu hesabına göre sokakta yatıp kalkan sarhoşlar dışında orucun kimseye farz olmadığını öğrenmiştik böylece.
Yüksek Tahsilliler Derneği, bu bahsettiğim kıymetli ilahiyatçıları da getirdiğinde, işte o zaman işlem tamamlanacak ve Beyza Bilgin’in yarım bıraktığı görev hakkıyla yerine getirilecektir.
Sahi, bu kafadaki Yüksek Tahsilliler Derneği yetkilileri azınlık kadınına ve azınlık çocuklarına yaptıkları eğitim çalışmalarında ne öğretiyorlar dersiniz?
Cenap Şahabettin boşuna dememiştir:
“Zavallı koyun sürüsü! Çobanı o besler, çoban köpeğini de, kurdu da.”


Free Blogspot Templates by Isnaini Dot Com and Supercar Pictures. Powered by Blogger