Makedonya’nın isim sorunu ve son durum

Zaman

Balkanlardaki gelişmeleri izleyen herkesin üç aşağı beş yukarı bildiği bir sorundur Makedonya’nın isim sorunu.
İlk başta Yugoslavya, Yunanistan ve Bulgaristan’a bölünen Makedonya coğrafî bölgesi, Yugoslavya’nın içerisinde kurulan Makedonya Cumhuriyeti ile hareketlendi. Daha sonra Yugoslavya’nın dağılması ve ardından başkenti Üsküp olan Makedonya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte, diplomatik ve elbette politik bir sorun olarak Makedonya ismi bugünlere kadar geldi.
Gerek Yunanistan gerek Bulgaristan, yeni kurulan Makedonya Cumhuriyeti’nin coğrafî açıdan üçe bölünmüş Makedonya bölgesinin tamamını bir gün talep edebileceği endişesini taşıdılar. Bu konuda Bulgaristan’a nazaran Yunanistan, özellikle de “Makedonya” ve “Makedon” kelimeleriyle olan tarihî bağından dolayı daha hassas davrandı; yeni devletin ismine, bayrağına, tarihine ve anayasasına itiraz etti. Bu itirazlar sonucunda, 1995 yılında yapılan bir anlaşmayla beraber yeni devletin, ismi, bayrağı ve anayasası değişikliğe uğradı. Yeni devlet Birleşmiş Milletler’e (BM), Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya (FYROM) adıyla üye olabildi.
Bütün bu alternatif arayışlar çözüm anlamında yeterli değildi tabiî. Çünkü Balkanlarda ortaya çıkan bu yeni bağımsız devlet kendisini Makedonya Cumhuriyeti olarak adlandırmaya devam etti ve bu adla Makedonya’yı tanıyanlar oldu. Sorunun başlangıcından 2008 yılına kadar baktığımızda, içerisinde ABD, Rusya ve Türkiye’nin de yer aldığı toplam 123 ülke, bu yeni devleti, “Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya” yerine, “Makedonya Cumhuriyeti” olarak tanıdılar.
Makedonya Cumhuriyeti ile olan ekonomik ve diğer ilişkilerinde kimi zaman aşırı sert, kimi zaman yumuşak bir tutum sergilemiş olsa da, Yunanistan’ın isim konusundaki tavrı hiçbir zaman değişmedi. Bu sene aksi yönde yapılan tüm baskılara rağmen, ismi yüzünden Makedonya Cumhuriyeti adıyla ülkenin NATO’ya üyeliğini veto etmesi de çözüm bulunmadan Yunanistan’ın tavrının değişmeyeceğinin bir göstergesi.
Yunanistan ile Makedonya’nın yaşadığı isim sorunu dışarıdan bakıldığı kadar basit değildir aslında; sadece isim anlaşmazlığı bile pek çok ayrıntıyı içerir. Fakat işin özü, bir görüşün doğru veya yanlış olduğunu öne sürmekle Makedonya’nın isim sorununun bir türlü çözülemediğidir. Zaten BM’nin arabuluculuğuna ihtiyaç da bu yüzden.
Bugüne kadar defalarca yapılan turlardan bir türlü sonuç alınamamış olsa bile, Ekim ayında BM’nin özel arabulucusu Matthew Nimetz, bir kez daha yeni önerileriyle Yunanistan ve Makedonya’nın karşısına çıktı.
Nimetz, Makedonya Cumhuriyeti ismi ile ilgili sunduğu öneride, uluslararası kurum, kuruluş ve teşkilatlarda “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” isminin kullanılmasını önerirken, devletin anayasal ismi olan “Makedonya Cumhuriyeti”nin ikili ilişkilerde ve ülke içinde değişmeyerek olduğu gibi kalmasını teklif etti.
Ülkeyi bugüne kadar “Makedonya Cumhuriyeti” olarak tanımış 123 ülkenin ikili ilişkilerde bu ismi kullanabileceklerini belirten Nimetz, diğer ülkelere ise ikili ilişkilerde yeni ismi, “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti”ni, kullanmalarını önerdi.
Nimetz’in önerisinde, Fransızca “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” isminin tam hukukî geçerliliği olması, BM’de, AB ve NATO gibi resmî, yarı resmî ve uluslararası diğer kuruluşlarda, çok taraflı görüşme, toplantı, girişim ve benzeri durumlarda, yine çok taraflı antlaşma, anlaşma ve evraklarda bu ismin kullanılmasını öngörüyor.
BM arabulucusunun öngördüğü şartlar bunlarla sınırlı değil. Mesela, Yunanistan ve Makedonya’nın kendi ülkelerindeki siyasî ve ticarî alanda, sadece “Makedonya” ismini kullanmamalarını öngörürken, birbirleri hakkında da düşmanca açıklamaları desteklememeleri, ya da bu tür açıklamalara teşvik etmemeleri konusunda anlaşmaya varmalarını istiyor.
Nimetz’in önerisi pek çok küçük ayrıntıyı da içeriyor. Pasaportlarda İngilizce ve Fransızca “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” yazılması, fakat Kiril alfabesiyle “Makedonya Cumhuriyeti” şeklinde yazılması bunlardan biri.
Nimetz’in önerilerinde belki de en can alıcı maddeler, “Makedonya” isminin tek başına hiç bir devlet tarafından resmî isim olarak kullanılmayacağı, her iki tarafın da, “Makedonya” ve “Makedon” isimleri üzerine hiç bir dilde siyasî ve ticarî hak talep edemeyecekleri ile ilgili maddeler.
Önerilerin sonunda, iki tarafın da birbirlerinin topraklarında hiçbir hak talep etmeyecekleri konusunda tekrar garanti vermelerinden, “Kuzey Makdedonya Cumhuriyeti” adıyla Makedonya’nın, NATO ve AB’ye üye olma talebinin Yunanistan tarafından desteklenmesinden bahsediliyor.
Yunan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni, BM arabulucusunun önerilerini değerlendireceklerini açıkladı. Fakat Nimetz’in sunduğu çift isim önerisini Yunanistan’ın kabul etmeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Çünkü Yunanistan’daki neredeyse bütün partiler ve siyasî çevreler, coğrafî tanımlama yapan ve her ihtiyacı karşılayacak tek bir isim olmasını istiyorlar.
Esasında Nimetz’in önerileri, ekonomik krizin ve Vatopedyo skandalının Yunanistan’ı altüst ettiği bir döneme denk geldi. Üstelik ilkbaharda olası bir genel seçim senaryosu varken, Yunanistan’dan Makedonya’nın isim sorununda yeni açılımlar beklememek lazım.

İTB’nin geleceği ve boykotlar


Azınlıkça Dergisi
Ekim 2008
Sayı:40

Yunanistan’ın İskeçe Türk Birliği (İTB) hakkındaki davanın yeniden görüşülmesi amacıyla yaptığı itiraz başvurusunu reddetmesiyle birlikte AİHM 27 Mart 2008 tarihindeki kararını da kesinleştirmiş oldu. AİHM’nin nihaî kararının ardından Yunan yetkililer alınan karara saygı duyacaklarını açıkladılar.

İTB hakkındaki AİHM’nin nihaî kararı, artık yeni bir döneme geçildiğini gösteriyor. Bundan böyle “Türk” sıfatı taşıyan dernekler de, tıpkı “Pomak” derneği gibi tabelalarını asabilecek, isteyen kişiler “Türk” sıfatı taşıyan yeni dernek kurabilecekler. Belki belirli bir adaptasyon ve hukukî müracaat süresi olacak, fakat AİHM’nin kararının pratikte uygulanması gerekiyor.

Yunan yetkililer gibi yeni dönemde başta dernek yöneticilerine de çok önemli görevler düşüyor artık. Türk derneklerinin düşünce tarzlarını çağdaş Avrupa standartlarına taşımalarının zamanı geldi geçiyor bile.

Derneklerin Türk sıfatlı tabelalarının asılı olmaması, yaptıkları faaliyetlere engel teşkil etmedi bunca yıl. Tiyatro grubundan Türk sanat müziği korosuna, çocuk korosundan futbol takımına kadar onlarca alanda faaliyetler devam etti. Fakat derneklerin mağdur durumda olmalarından dolayı, hiçkimse yapılan yanlışlar üzerine odaklanmadı. Mağduriyetin ortadan kalkmasıyla birlikte şimdi sıra buna gelmeli. Artık tüzel kişiliğini kazanan dernekler, devlet kurumu niteliğinden çok sivil toplum örgütü hüviyetine bürünmeli. Çoğunlukla diyalog yollarını arayan, aramakla kalmayıp azınlığın Yunanistan’a ve aynı zamanda AB’ye entegrasyonuna katkı sağlayan dernekler, hem bölge açısından hem de azınlık açısından kazanç olacaktır. Son tahlilde, dernekler azınlık sorununu devam ettiren değil, soruna çözüm öneren yapıcı diyalog temeline taşınmalılar. Bu temel üzerine bina edilen bir anlayışla da pekâla sorunları anlatmaları, hatta çözüme katkıda bulunmaları şüphesiz mümkün.

Derneklerin çağdaş bir anlayışa dönerken yapmaları gereken ilk şey, azınlıkların her türlüsüne ifrit olan Mümtaz Soysal ve benzerlerini Batı Trakya’ya davet etmekten vazgeçmeleri olmalı. Eski BTAYTD başkanının Gündem’deki son köşesinde, Mümtaz Soysal’ın “...o zaman azınlık patlar, azınlık patlamazsa... patlar” sözüyle yazısını bitirmesinden dolayı bunu söylüyorum. Çünkü “Mümtaz Soysal doktrinleri” sorunların çözümüne değil, devamına odaklanmaktadır. Oysa dernek yöneticileri, zıt düşünceleri ahenkleştiren evrensel azınlık uzmanlarına yönelmeli, Mümtaz Soysal kıvamındaki ezelî monologçuların tesirinden kurtulmalıdır. Dernek başkanlarının kafa yapısının Soysal gibi “patlamaya ve patlatmaya” endeksli olduğuna inanmak istemiyorum. Üstelik uzun dönem Denktaş’ın akıl hocası olan Soysal’ın Kıbrıs’a katkısı nedir ki, Batı Trakya’ya katkısı olsun!..

Kabul edilmesi gereken gerçek: Türkiye’de azınlık sorunlarını bastıran ve görmezden gelerek sorunun ortadan kalktığını varsayan Mümtaz Soysal ve benzerlerinin gösterdiği önerilerle Batı Trakya’da açık seçik hiçbir çözüm bulunamayacağıdır. Başta dernek başkanları ve aslında hepimiz, azınlık haklarını Avrupa endeksli çokkültürlü yurttaşlık temelinde aramalıyız. Yani demokrasi ve hukuk temelinde azınlık sorunlarına çözüm aramalıyız, Mümtaz Soysal gibi hukuku araç edinip çözümsüzlük üzerinden hesap yaparak değil!...

Dolayısıyla AİHM’nin İskeçe Türk Birliği hakkındaki kararı, azınlığın marjinalleşmesine değil, tam aksine çokkültürlülüğe katkı sağlamasına olanak tanıyan bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Bu şansı değerlendiremeyecek dernek başkanları ve yöneticileri sadece kendilerine değil azınlığa da zarar verecektir.

*
İskeçe’de ve Büyük Derbent’te azınlık ilkokullarında yapılan boykotların gerçekte üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir tarafı var: Azınlık uzun zaman sonra ilk defa toplumsal düzeyde boykotta bulunuyor. Dolayısıyla sorunun siyasî boyutu değil, toplumsal boyutu da önem kazanıyor.

Bir açıdan azınlığın içerisindeki erk odaklarının azınlığın üzerinde maddî ve manevî baskı oluşturduğu ve bu yüzden boykota katılımın olduğu yorumu elbette yapılabilir ve bu tespit doğrudur da. Çünkü Batı Trakya’da iç sistem bireyleri toplu hareket etme ve aykırı davrananları da dışlama şeklinde işletilir. İçsel yapısı önderlerini dinleme ve dediklerini şartsız uygulama üzerine kurulu olan azınlık anlayışında, ortak hareket
etmeyenler çoğunluk bireylerine bile gösterilmeyen bir keskin tavırla ezilir, dışlanırlar. Ortak harekete köstek olduğu düşünülen azınlık bireyleri tereddütsüz hedef tahtasına konur ve kendi azınlık yetkilileri tarafından tehdit olarak algılanır, hem de çoğunluktan çok daha tehlikeli bir tehdit.

Bütün bu tespitlere rağmen, İskeçe ve Büyük Derbent’te boykota kadar uzanan tepkiyi salt azınlığın lider kadrosunun azınlık bireylerine uyguladığı baskının sonucunda gerçekleştiğini söylemek yanıltıcı olur. Evet azınlığın iç sistemi bireylerin özgür davranışlarını kısıtlamaktadır. Evet gerçekte başı çeken 5-10 kişidir. Evet azınlık basını biri on yaparak yansıtmaktadır. Fakat İskeçe ve B. Derbent’teki boykotlarda azınlık bireylerinin bazılarının kendi özgür inisiyatifleriyle de boykota destek vermeleri söz konusudur. Dolayısıyla boykotlarda toplumsal boyut ön sıraya çıkmaktadır ve sorunun önemini göstermektedir.

Burada dikkat edilmesi gereken iki nokta var: Birincisi, devletin soruna bakış açısındaki çarpıklıktır. Çünkü sorun bile olmayacak meseleleri sorun haline getirenler arasında eğitimden sorumlu yetkililer de bulunmaktadır. Bir tarafta geçen eğitim önemi sonunda B. Derbent’teki öğretmenin değişeceğini söyleyen azınlık eğitiminden sorumlu müfettiş, bir tarafta öğretmenin değişeceğini açıklayan Belediye Başkanı, bir tarafta sınıfta yer olmamasına rağmen okula öğrencileri kaydeden Müdür Yardımcısı dururken, sorunu sadece kışkırtma amacıyla yapılan boykotlar olarak nasıl değerlendirebiliriz ki? Azınlığın kendi özsavunmasını boykot ve yürüyüşlere katılarak gösterdiğini ve Yönetimin sorunu çözmesini talep ettiğini söyleyenleri yok mu saymalıyız? Gerçekte salt azınlıkiçi baskılarla toplumun hareket ettiğini düşünürsek yanlış yaparız. İskeçe’deki olayda net olmasa bile Büyük Derbent’teki tutum, azınlığın özsavunma mekanizmasını güçlendirmektedir ve sorun gerçekten öğretmenin kendisidir. Sosyolojik açıdan öğretmenin kendisini ve gönlünün haklarını sonuna kadar savunması anlaşılır bir hareket olsa bile, öğretmenin köyde meydana getirdiği akla ziyan gerginliği en azından devlet yetkilileri görmezlikten gelmemelidir. Psikolojik açıdan bu denli yıpranmış ve köylüleri yıpratmış bir öğretmenin gerçekten eğitimsel açıdan öğrencilerine verebileceği bir şey kalmamıştır. Öğretmen artık Müslümanı, Hristiyanı her nevî insanla çatışmakta, kendisine karşı umumî boykotun genişlediğini gördükçe de daha kötü bir duruma düşmektedir. Valery, politika insanları kendilerini en yakından ilgilendiren problemlerle meşgul etmeme sanatıdır, der. Bölgeyi ve azınlığı en yakından ilgilendiren sorunlardan biri olan boykotların yol açacağı hadiseleri görmezlikten gelerek bir yere varılacağını sanmıyorum..

Üzerinde önemle durulması gereken ikinci nokta ise, azınlığın iç meselesi olmakla beraber birincisi kadar önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.

Dışa karşı korunacağız diye azınlık içerisinde aykırı hareket edenlere karşı ilkel kabile zihniyetiyle davranılmamalıdır. Yani iç kısıtlamalara gitmemeli, ortak bağlılık yemini etmiyor diye içimizdekilere baskı kurmamalı, yani kabile kurallarının aksine kişisel özgürlüklere karşı saygıda kusur edilmemelidir. Azınlık içerisinde özgürlük sağlanmadan ve farklı düşünenlerle empati kurulmadan yapılacak her hareket,
ancak belirli kişilerin sultasında yapılan eylemlermiş izlenimi vermekte ve ancak azınlığın belirli bir grubunun sesini dile getirmekten öteye gidememektedir.

Azınlık içerisinde bireylerin tek tek davranışını kontrol etmek, edilemediği yerde “aykırı” hareket edeni cezalandırmak doğru bir davranış değildir. Bu hususta azınlık basını ve boykotların yapıldığı yerlerdeki azınlık yetkililerinin dikkatli olması gerekir.
Azınlığın özsavunması adına aykırı hareket edenlere karşı yapılan baskıların haklılığına inandığımız an kabile rejimine döndük demektir. Unutmamalı ki, azınlığı
örgütlemek uğruna bireylerin özgürlüklerine müdahalede bulunmak uzun vadede asla fayda getirmez. Alınan kararları dayatmaktan ziyade toplumsal katılımın
artmasını demokratik işleyişle gerçekleştirmek lazım. Son tahlilde, Büyük Derbent’te ve İskeçe’de süren boykotların toplumsal boyutu, uygulanan baskılarla sağlanıyor şekline bürünerek azınlıkiçi apartheid bir rejime dönüşmesine önayak olmamalıdır. Boykota katılanların toplumsal tepkisine ne kadar değer veriyorsak, katılmayanların “tepkisizliğine” de o kadar saygılı olmamız gerekir. Tabiî azınlık bireylerinin kendi
başlarına mevcut durumu gözden geçirebileceğine ve kararını verebileceğine inanmıyorsak o başka. Zaten çağdaş anlayışa geçememiş dinsel ve etnik azınlıkların
dışarıda hak arama mücadelesi verirken, içeride hak kısıtlayıcı tutum sergilemesi ve artık kronikleşmiş hâle gelen tutarsızlığı da bu olsa gerek!


Free Blogspot Templates by Isnaini Dot Com and Supercar Pictures. Powered by Blogger