Batı Trakya’da 150’likler -I-

Azınlıkça 44
Şubat 2009


1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisi, 150 kişinin Türk vatandaşlığından çıkarılmaları ve yurtdışına sürülmeleri kararını aldığında, 150’liklerden bir kısmı zaten Batı Trakya’ya yerleşmiş durumdaydı. Ankara’ya muhalefet eden pek çok kişi savaşın sonu yaklaştıkça ve Lozan Antlaşması sürecini beklemeden Türkiye’yi terketmiş ve bölgeyi uğrak yeri olarak kullanmaya başlamıştır.

Batı Trakya bölgesindeki Müslüman ahalinin varlığı, özellikle Ankara hükümetinin yürüttüğü mücadeleye karşı çıkmış veya mücadeleye katkısı olsa bile savaş sırasında çeşitli nedenlerden dolayı Mustafa Kemal Paşa ve kadrosuyla çatışmaya sürüklenmiş kişilerin bölgeyi tercih etmesinde önemli rol oynamıştır. Dolayısıyla gerek 150’likler içerisinde gerekse diğer muhalifler Batı Trakya’nın Osmanlı dönemini çağrıştıran havasına kapılmış ve buraya yerleşmeye karar vermiştir.

1927 yılında Gümülcine’de konsolos olarak görev yapan, daha sonraları politikaya atılarak 9'uncu dönem Samsun milletvekili olan Firuz Kesim bu konuda şunları anlatmaktadır: “Batı Trakya’nın merkezi Gümülcine’de konsolos bulunduğum sırada Gümülcine adeta bir 150’likler yuvası halinde idi. Burada 150’liklerin yarısı demek olan 75’ten fazlası bulunduğu gibi, bir sürü de politika firarisi ve Türkiye’den göçmüş Rumlar vardı. Bunları takip etmek, tutum ve davranışları ile sıkı bir biçimde ilgilenmek esas görevlerimin başında geliyordu.”1

Firuz Kesim’in 150’liklerden Batı Trakya’da 75’in üzerinde bir sayının bulunduğu ile ilgili beyanı abartı olsa gerekir. Herhalde 150’liklerin siyasî alandaki yoğun faaliyetlerinden dolayı onları 75 kişi ve üzerinde sanmış olmalıdır.

150’liklerin kendi çıkardıkları gazeteler dışında, Batı Trakya’da onlarla ilgili kayıt veya bilgi neredeyse yok denecek kadar azdır. Hangi işlerle meşgul oldukları, bunlarla beraber gelen diğer kişilerin kimler olduğu, bölgedeki Müslümanlara etkileri, Ankara hükümetiyle olan sürtüşmeleri ve diğer konularda yeterli arşiv belgesi bulunmamaktadır. Bütün bu zorluklara rağmen, daha çok genel ifadelerle ve “hain” olarak anılan 150’liklerden Batı Trakya’ya 13, Doğu Makedonya’ya 2 ve Yunanistan’ın diğer bölgelerine kesin olmamakla birlikte 15 kişinin yerleştiğini biliyoruz.

150’likler listesindeki en önemli şahıslardan birisi de hiç şüphesiz şeyhülislam Mustafa Sabri Efendidir ve Batı Trakya’ya gelenler arasında bulunmaktadır. Başta Mustafa Sabri olmak üzere, 150’liklerden Batı Trakya’ya gelen ve yerleşenlerin siyasî ve dinî faaliyetlerine devam etmeleri, Türkiye Cumhuriyeti için ciddi bir sorun olur. Yurt içinde muhaliflerin sesleri Kürtler haricinde neredeyse tükenme noktasına geldiği bir süreçte, Batı Trakya’daki muhalif seslerin artması ve hatta Türkiye içerisinde bile taraftar bulması Ankara hükümetini zor duruma düşürür. Bu yüzden de Mustafa Kemal Atatürk, Venizelos’la yapılan görüşmelerde bu konuya ayrıca önem vermiş ve Venizolas’la yapılan anlaşma sayesinde Batı Trakya’daki 150’liklerin muhalif tutumu ortadan kaldırılabilmiştir. Venizelos’a 150’liklerin Yunanistan’dan çıkarılması talebini İsmet İnönü iletir. Venizelos, Türk hükümetiyle yapılan anlaşma çerçevesinde Batı Trakya’daki 150’likleri 1931’de bölgeden uzaklaştırır.

Batı Trakya’ya gelen 150’likler:
1. Sabık Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi
2. Gümülcineli İsmail Hakkı
3. Aziz Nuri
4. Eskişehirli Safer Hoca (Hızır Hoca)
5. Namın Bey (Namık Bey)
6. Nedim Bey
7. İbrahim Sabri (Mustafa Sabri Efendinin oğlu)
8. Süngülü Çerkez Davut
9. Tuzakçı Yusuf Ali Remzi
10. Keçelerli Topal Ömeroğlu İdris
11. Keçelerli Abdüllaloğlu Deli Kasım.2
12. Kuvay-ı İnzibatiye mensubu Çopur İsmail Hakkı
13. İzmir kadı müşavir-i sabıkı Ahmet Asım3

150’likler listesinde bulunan bu 13 kişi Batı Trakya’nın çeşitli bölgelerine yerleşirler. Kimisi tüccar, kimisi gazeteci, kimisi yazar, kimisi azınlık okullarında öğretmen, kimisi cemaat idarelerinde görevli ve kimisi de imam olarak sosyal hayatta yerini alır. Sırasıyla gidecek olursak, 13 kişinin Batı Trakya’daki yerleşim yerleri, meslekleri ve faaliyetleri şöyledir:

1. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi
150’liklerle ilgili kanunun çıkmasından iki yıl önce, 1922’de Osmanlı Meclisi sabık milletvekili ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve ailesi Batı Trakya’ya gelirler. İskeçe (Xanthi) iline yerleşen Mustafa Sabri Efendi, dinî ve siyasî çalışmalarına kaldığı yerden devam eder.

Özellikle Türkiye’de hilafetin kaldırılması (1924), medrese ve zaviyelerin kapatılması (1925), şapka kanunu (1925), medeni hukukla birlikte laikleşme (1926), harf devrimi (1928) ve Ankara hükümetince yürütülen benzer reformist uygulamalar, Şeyhülislam’ın Batı Trakya’daki taraftar sayısının artmasına doğal yoldan katılımı sağlayan bir sürece dönüşür. Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin etrafındaki destekçilerin her geçen gün artması sonucunda, Batı Trakya’daki muhaliflerin sesi gayet gür çıkmaya başlar. (Hatta sesleri o denli gür çıkar ki, sonundaTürkiye bunların Yunanistan’dan da çıkarılmalarını talep eder.)

Sabık Şeyhülislam, birçok başka gazete dışında, özellikle 1927’de yayımlanmaya başlayan ve sorumlu müdürlüğünü Hasan Fehim’in yaptığı Yarın gazetesinde Türkiye’nin laik rejimini eleştirir ve din uleması olarak fetvalar çıkarır. Mustafa Sabri’nin etkisini azaltabilmek amacıyla 1930 yılında İstanbul’da aynı adı taşıyan kemalist görüşlü bir gazete bile çıkarılır.4 A. Yordanoğlu’nun bu konudaki yorumu, İstanbul kökenli Yarın’daki yazıların Mustafa Sabri Efendi’ye ait olduğunu Müslümanların sanmaları yüzünden Şeyhülislamın kendi gazetesinin ismini değiştirdiği ve gazeteye Peyam-ı İslam5 adını verdiği şeklindedir.6

Bu tespitinin doğru olabileceğini kabul etsek bile, Mustafa Sabri Efendi’nin, gazetenin ismini değiştirmesindeki asıl sebebin başka bir nedenle olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Yarın gazetesi, Türkiye aleyhinde yayınlarda bulunduğu için Türkiye Dahiliye Vekaleti’nin 25.08.1930 tarih ve 4053/172 numaralı tezkeresiyle yapılan teklifi üzerine Bakanlar Kurulu, adı geçen gazetenin Türkiye’ye girişini 08.10.1930 tarih ve 9993 sayılı kararıyla yasaklamıştır. Dolayısıyla Mustafa Sabri Efendi’nin gazetenin isim değişikliği konusundaki kararına bu yasaklamanın neden olduğu söylenebilir.

Mustafa Sabri Efendi’nin yazılarında ünvan olarak “Şeyhülislam” sıfatını kullanmasından ve ayrıca “Halifelik” başlığıyla Yarın gazetesinde makaleler yayımlanmasından rahatsız olan Türkiye’nin, Yunanistan’a bu konuda tavır takınmasını istediğini de ayrıca belirtmek gerekir. Bu konuda Yunan idaresi 23 Aralık 1927’de bir emir göndererek, Mustafa Sabri Efendi’den “Halifelik” başlığı ile yazı yazmamasını bildirir.7 Şeyhülislam Mustafa Sabri, 9 Ocak 1928 tarihli Yarın gazetesinde neşredilen yazıda denildiği şekliyle, İskeçe bölge komutan yardımcısına Türk-Yunan dostluğu uğruna basın özgürlüğüne darbe vurulduğunu söyler. Mustafa Sabri hatta şu yorumu yapar, “Şeyhülislamın yazılarından Ankara, Ankara’dan ise Yunanistan korkmaktadır!”8

Mustafa Sabri Efendi’nin Yarın Gazetesi’ndeki yazılarında Türkiye’deki yeni laik rejim yüzünden Müslümanların dinden çıktığını belirttiği ve Batı Trakya’da bir hilafet müessesesinin derhal kurulması gerektiğini belirten görüşlerinin bu yasaklamaya neden olduğu hesaplanmalıdır. Çünkü o dönemde Batı Trakya’da sabık Şeyhülislam’ı da içine alarak kurulacak bir hilafet, Türkiye Cumhuriyeti açısından ciddi bir tehlike anlamı taşımaktadır ve bu yüzden Yunan devletiyle yapılan ikili görüşmeler neticesinde, Trakya Genel İdaresi Bakanı, Mustafa Sabri Efendi’den yazılarında İslam’da halifeliğin yeri ve gerekliliğini avunan yazı dizisindeki “Hilafet” başlığını kullanmamasını emretmiştir. Buna rağmen Mustafa Sabri başlığı değiştirmez ve İslam’da imameti kübra, yani Halife-i muazzama-i İslamiyye” başlığını makalelerinden çıkarmaz. Yarın gazetesinde aynı başlıkla tefrika etmeye devam edilir; ta ki 1930’da gazete kapanana kadar.
Sabık Şeyhülislamın iaşe sorunu ise İskeçe’deki evkaf idaresi tarafından memuriyet tahsis edilerek hallolunulur.9

Mustafa Sabri Efendi, Yunan hükümetinin 150’likler hakkında Batı Trakya’yı terketmeleri ile ilgili kararı sonrasında 1931’de Patra’ya yerleşir. Bölgede Batı Trakya’daki ortamı bulamaz. Sadece Hristiyanlardan oluşan bir beldede durmanın anlamsız olduğunu düşünerek ailesiyle birlikte Mısır’a gider.

22 yaşındayken Fatih Camii’nde ders vermeye başlayan, II. Abdülhamid’in katıldığı “huzur” derslerine 16 yıl boyunca devam eden, padişahın kütüphaneciliğini yapan, 1908’de memleketi Tokat’tan milletvekili seçilen, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin “Beyanü’l Hak” adlı dergisinin başyazarlığını yapan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne muhalifliğinden dolayı yurdunu terk etmek zorunda kalan, İstanbul’a geri dönen, 1922’de tekrar yurdunu terk eden ve Batı Trakya’ya yerleşen, Trakya’da Yarın ve Peyam-ı İslam gazetelerinde başyazarlık yapan, 150’likler hakkındaki kararla 9 yıl kaldığı Batı Trakya’dan uzaklaştılarak Patra’ya yerleşen ve sonunda Mısır’a giden, “Ben hicret çocuğuyum desem, ne yalan olur, ne de övünme!” diyerek hayatını özetleyen Mustafa Sabri Efendi, 1938’de Türkiye 150’likleri affettiğinde vatanına geri dönmez. 1954 yılında Kahire’de hayata veda eder.

Devam edecek...

1. Kamil Erdeha, 150’likler yahut Milli Mücadele’nin Muhasebesi, Tekin Yayınevi, 1998, s.123
2. Listedeki ilk 11 kişi için Α.Υ.Ε. 1931/Β/37/ΙΙ/.
3. 12 ve 13 numaraları isimler için Α.Υ.Ε. 1928/Β/37.
4. Nathanail M. Panagiotidis, Müslüman Azınlık ve Millî Bilinç, Aleksandroupoli, 1995, s.148
5. Peyam-ı İslam gazetesi, 27 Rabiülahir 1349’da (21 Eylül 1930) yayın hayatına başladı.
6. A. Iordanoglou, Lozan’dan günümüze Batı Trakya Müslüman Azınlığının Basın Tarihi, Imxa, Sayı:3, 1989, s.222
7. Trakya Genel İdaresi, Protokol No: 1572/23-12-1927
8. Yarın gazetesi, 09.01.1928
9. http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=266

Καθώς μιλάμε για νομική προσωπικότητα

Agos
06.02.2009

Ήταν πολύ σημαντική η συνέντευξη που έδωσε στον Ρομπέρ Κοπτάς ο Χουεσεΐν Χατεμί, η οποία δημοσιεύθηκε στην εφημερίδα Άγκος (AGOS) την περασμένη βδομάδα. Η εκλογή του πατριάρχη που αναμένεται να πραγματοποιηθεί σύντομα, θέλοντας και μη, καθιστά απαραίτητη την ανάλυση της νομικής διάστασης αυτού του ζητήματος. Από αυτή την άποψη, αξίζει να σταθούμε στις προτάσεις και τα λόγια του καθηγητή Χουσεΐν Χατεμί σχετικά με τα νομικά προβλήματα των μη Μουσουλμάνων της Τουρκίας.

Τα καταστατικά των μη μουσουλμανικών μειονοτήτων, όπως τονίζει ο Χατεμί, δεν έχουν ορισθεί ακόμη στην σημερινή Τουρκία. Λόγω αυτής της έλλειψης των καταστατικών, οι Αρμένιοι, οι Ρωμιοί και οι Εβραίοι αντιμετωπίζουν προβλήματα στην λειτουργία των κοινοτήτων τους. Δεν είναι και τόσο εύκολη η περιγραφή ειδικά του προβλήματος των καταστατικών, στα μέλη της πλειονότητας. Όταν κάποιος λέει: «Είναι ένα σημαντικό πρόβλημα το μη αναγνωρισμένο καταστατικό των μη μουσουλμανικών μειονοτήτων» ή όταν αναφέρεται κάποιος στην σημασία της απόδοσης της νομικής προσωπικότητας στις μειονότητες, τα μέλη της πλειονότητας κολλάνε και μένουν στις νομικές ορολογίες του θέματος. Το ίδιο ισχύει, ανεξάρτητα από την κοινότητα στην οποία ανήκουν, και για τα μέλη της μειονότητας τα οποία είναι απαθή απέναντι στα προβλήματα των κοινοτήτων τους. Γι’ αυτούς δεν έχει μεγάλη σημασία αν η κοινότητά τους αποκτήσει ή όχι νομική προσωπικότητα, έτσι ώστε να μπορούν να κατανοήσουν την σοβαρότητα της υπόθεσης. Χρειάζεται όμως να υπάρχει επιμονή στο θέμα της νομικής προσωπικότητας για να μπορούν οι μειονότητες να συνεχίζουν την ύπαρξή τους.

Βέβαια, δεν είναι δυνατόν η περιγραφή όλων των προβλημάτων της κοινότητας των Αρμενίων, των Ρωμιών και των Εβραίων τα οποία προκύπτουν από το πρόβλημα της νομικής προσωπικότητας, να γίνει σ’ αυτή εδώ τη στήλη. Όμως, τουλάχιστον πρέπει να μεταδώσω το πρόβλημα της νομικής προσωπικότητας που αντιμετώπισε η Εβραϊκή κοινότητα λόγω της εκλογής του αρχιραβίνου, όπως το διατυπώνει παρακάτω ο επίτιμος πρόεδρος της κοινότητας Bensiyon Pinto:
«Ένα άλλο θέμα που υπάρχει έχει να κάνει με την νομική προσωπικότητα της κοινότητας. Είναι απαραίτητο η κοινότητα να διαθέτει νομική προσωπικότητα. Το κράτος πρέπει οπωσδήποτε να διορθώσει το λάθος που υπάρχει σ’ αυτό το θέμα. Γιατί όμως πρέπει να το διορθώσει; Όταν εμείς προσφύγαμε στο κράτος στην εκλογή του ραβίνου Rav Haleva, μας είπαν: «Ποιος είσαι εσύ και μου στέλνεις αυτή την επιστολή;». Όταν υπήρχε κάποιο γραπτό, μου έλεγαν: «Μην το υπογράφεις εσύ, να το υπογράψει ο Αρχιραβίνος Haleva». Από μέσα μου αναρωτιόμουν: «Εγώ δεν είμαι ο πρόεδρος αυτής της κοινότητας; Όταν θέλετε θα με αποκαλείται πρόεδρο και όταν θέλετε δεν θα αποδέχεστε την υπογραφή μου θεωρώντας την άκυρη; Πώς γίνεται κάτι τέτοιο;». Δεν μπόρεσα να καταλάβω αυτήν την κατάσταση ποτέ. Εύχομαι κάποια μέρα να βρεθεί λύση και σ’ αυτό το πρόβλημα. Μας καλούν πάντα στις επίσημες τελετές αλλά η υπογραφή μας δεν είναι έγκυρη…»1

Το πρόβλημα που περιγράφει ο κ. Pinto, δεν ισχύει παρόμοια και για την Ρωμαίικη Μειονότητα της Κωνσταντινούπολης; Και το Πατριαρχείο της Κωνσταντινούπολης, λόγω έλλειψης νομικής προσωπικότητας και καταστατικού, δεν είναι όμηρος σε ένα σκοτεινό υδατοστρόβιλο; Και το Αρμένικο Πατριαρχείο δεν ζει τα ίδια επειδή δεν έχει νομική προσωπικότητα; Όπως φαίνεται, το πρόβλημα της νομικής προσωπικότητας βγαίνει μπροστά μας ως κοινό πρόβλημα όλων των μη Μουσουλμάνων.

Όταν είχα αναφερθεί στην εκλογή του πατριάρχη, σε ένα από τα προηγούμενα άρθρα μου, είχα κάνει μια σύγκριση με την εκλογή του μουφτή στην Δυτική Θράκη. Όμως δεν είχα αναλύσει το θέμα του διορισμού του Προϊσταμένου της Διεύθυνσης Θρησκευμάτων της Τουρκίας. Δεν ήξερα άλλωστε και πολλά για το θέμα… Σε ένα e-mail που έλαβα σχετικά με το άρθρο, ο αναγνώστης μου λέει τα εξής:
«…Σύμφωνα με την άποψη σας, ο Προϊστάμενος της Διεύθυνσης Θρησκευμάτων αναδεικνύεται μέσω εκλογών; Δυστυχώς, όχι. Παρόλο που η Διεύθυνση Θρησκευμάτων είναι ένα συνταγματικό ίδρυμα, δεν διαθέτει νόμο Οργάνωσης. Ο νόμος για την Οργάνωση και τα Καθήκοντα της Διεύθυνσης Θρησκευμάτων» που αναθεωρήθηκε το 1976, ακυρώθηκε από το Συνταγματικό Δικαστήριο της Τουρκίας το 1979. Μετά την απόφαση του Τουρκικού Συνταγματικού Δικαστηρίου να ακυρώσει το νόμο το 1979, δεν έχει γίνει κάποια μεταρρύθμιση στον Νόμο Οργάνωσης. Για να καταλάβετε, το άτομο που πληροί τις προϋποθέσεις για να γίνει Προϊστάμενος της Διεύθυνσης Θρησκευμάτων, δεν αναδεικνύεται με εκλογές αλλά διορίζεται με απόφαση του Υπουργικού Συμβουλίου. Επιπλέον, δεν αποφασίζει μια θρησκευτική επιτροπή για το ποιοι θα είναι υποψήφιοι για τη θέση αυτή. Το ίδιο το κράτος διορίζει το άτομο που έχει τις εξής τρεις ιδιότητες: 1) Να είναι απόφοιτος τετραετούς ανώτατης θρησκευτικής σχολής. 2) Να έχει συνολικά δέκα χρόνια προϋπηρεσία στην Διεύθυνση Θρησκευμάτων ως μουφτής ή σε ανώτερα πόστα ή ως μέλος ΔΕΠ σε Θεολογικές σχολές. 3) Να είναι άνω των 40 ετών.
Συνεπώς εμείς, που δήθεν αποτελούμε τα μέλη της πλειονότητας, δεν μπορούμε να εκλέξουμε τον δικό μας Προϊστάμενο της Διεύθυνσης Θρησκευμάτων. Όχι μόνο δεν μπορούμε να εκλέξουμε αλλά δεν έχουμε καν μια θρησκευτική επιτροπή. Το κράτος διορίζει όποιον επιθυμεί σε αυτή τη θέση και τελειώνει η υπόθεση…»

Ο αναγνώστης στην πραγματικότητα θέλει να πει το εξής: Στην Τουρκία, οι Αρμένιοι εκλέγουν τον πατριάρχη τους με την συμμετοχή του κόσμου, οι Ρωμιοί με την ψήφο της Ιεράς Συνόδου, οι Εβραίοι με το σύστημα των εκλογών, οι Μουσουλμάνοι της Δυτικής Θράκης με την πρόταση μιας επιτροπής ή δια της ανάτασης της χειρός μέσα στα τζαμιά. Ενώ οι Μουσουλμάνοι της Τουρκίας, ούτε τον Προϊστάμενο της Διεύθυνσης Θρησκευμάτων μπορούν να εκλέξουν, ούτε έχουν μια θρησκευτική επιτροπή που να εντοπίζει τους κατάλληλους για αυτή τη θέση. Συνεπώς εσείς να ευχαριστείτε τον Θεό για την κατάστασή σας.
Απ’ ότι φαίνεται, η δημοκρατική συνείδηση και η νομική προσωπικότητα είναι απαραίτητη για όλους…

1. Bensiyon Pinto, Anlatmasam Olmazdı, İstanbul, Doğan Kitap, 2008, s.239


Tüzel kişilik demişken

Agos
06.02.2009

Rober Koptaş’ın geçen hafta Agos’ta yayımlanan Hüseyin Hatemi röportajı gerçekten çok önemliydi. Yakın bir gelecekte yapılması ‘beklenen’ patriklik seçimi, ister istemez, meselenin hukuki boyutunun da irdelenmesini gerektiriyor. Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’deki gayrimüslimlerin hukuki sorunları ile ilgili olarak uzman profesör Hüseyin Hatemi’nin söyledikleri ve önerileri, üzerinde durulmaya değer.

Gayrimüslim azınlıkların statüleri, Hatemi’nin vurguladığı gibi, günümüz Türkiye’sinde hâlâ belirlenmiş değil. Bu statü boşluğundan dolayı Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, cemaatlerinin işleyişinde sorunlarla karşılaşıyorlar. Genelde statü sorununu çoğunluk bireylerine anlatabilmek de pek öyle kolay olmuyor. “Gayrimüslim azınlıkların tanınmayan statüsü ciddi bir sorundur” dendiğinde veya azınlıklara tüzel kişilik verilmesinin öneminden dem vurulduğunda, çoğunluk bireyleri bahse konu hukuki terimlerin kıskacında sıkışıp kalıyorlar. Hangi azınlıktan olmuş hiç önemli değil, kendi cemaatinin sorunları karşısında duyarsız kalan azınlık bireyleri için de aynısı geçerli. Onlar için cemaatin tüzel kişiliğini kazanması veya kazanmaması bir önem arz etmiyor ki sorunun ciddiyetini idrak edebilsinler. Oysa azınlıkların varlıklarını devam ettirebilmeleri için bahse konu tüzel kişilik sorunu üzerinde ısrarla durulmalı.

Ermeni, Rum ve Yahudi cemaatlerinin tüzel kişilik sorunundan kaynaklanan sıkıntılarının hepsini bu köşede anlatabilmek mümkün değil tabii. Fakat en azından Yahudi cemaatinin hahambaşılık seçimi münasebetiyle yaşadığı tüzel kişilik sorununu, onursal başkanları Bensiyon Pinto’nun ifadeleriyle bu yazımda aktarmalıyım:

“Bir başka mevzu da cemaatin tüzel kişiliğiyle ilgili. Cemaatin tüzel kişiliğinin olması şarttır. Devletin bu konudaki yanlışı mutlaka düzeltmesi gerekir. Peki neden düzeltmesi gerekir? Rav Haleva’nın hahambaşılık seçiminde biz devlete başvuruda bulunduğumuzda, devlet ‘Sen kimsin de bana bu yazıyı gönderiyorsun?’ dedi. Bir yazı yazıldığında bana, ‘Sen imzalama, Hahambaşı Haleva imzalasın’ deniyordu. ‘Ben bu cemaatin başkanı değil miyim? Bana istediğiniz zaman başkan diyeceksiniz, istediğiniz zaman imzamı kabul etmeyecek, geçersiz sayacaksınız; bu nasıl olur.’ diyordum içimden. Bu durumu hiçbir zaman anlayamadım. Umarım bir gün bu soruna da çare bulunur. Her zaman resmî davetlere çağrılırız ama imzamız geçerli değil…”
Bay Pinto’nun ifade ettiği sorun, aynen İstanbul Rum Azınlığı için de geçerli değil midir? İstanbul Rum Patrikliği de, tüzel kişiliğinin olmaması yüzünden statüsüzlüğün muğlak girdabında esir değil midir? Veya Ermeni Patrikliği de bu tüzel kişiliksizlikten nasibini almıyor mu? Görüldüğü üzere, tüzel kişilik sorunu bütün gayrimüslimlerin ortak sorunlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.

*
Daha önce yazdığım bir makalede patriklik seçiminden bahsettiğimde konuyu Batı Trakya’daki müftü seçimleriyle karşılaştırmıştım. Türkiye’deki Diyanet İşleri Başkanı’nın nasıl atandığı konusunu ise işlememiştim. Bu konuda bir bilgim de yoktu zaten ya… Yazıyla ilgili olarak aldığım bir e-postada, sayın okurum şöyle diyor:

“…Peki sizce Diyanet İşleri Başkanı seçimle mi işbaşına geliyor? Maalesef hayır. Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir kuruluş olmasına rağmen Teşkilat Kanunu bulunmamakta. 1976 yılında yeniden düzenlenen ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun, Türkiye Anayasa Mahkemesi tarafından 1979’da iptal edildi. Mahkemenin verdiği iptal kararının ardından Teşkilat Kanunu’nda yeniden düzenleme hâlâ yapılmadı. Sizin anlayacağınız, Diyanet İşleri Başkanı olmak için uygun şartları taşıyan kişi seçimle falan değil, Bakanlar Kurulu’nun kararıyla atanıyor. Üstelik bu adayların kim olacağına bir ruhanî meclis falan da karar vermiyor. Devletin bizzat kendisi şu üç şartı taşıyan kişiyi bu göreve atıyor. 1) Dört yıllık dinî yüksek öğrenim mezunu olmak, 2) Başkanlık teşkilatında müftülük veya üstü görevlerde veya İlahiyat fakültelerinde öğretim üyesi olarak toplam on yıl çalışmış olmak 3) Kırk yaşını tamamlamış olmak. Dolayısıyla sözde çoğunluk bireyleri olan bizler daha kendi Diyanet İşleri Başkanımızı seçemiyoruz. Bırakın seçmeyi bir ruhani kurulumuz bile yok. Devlet istediğini bu göreve atıyor ve iş bitiyor…”

Okur esasında şunu demek istiyor: Türkiye’de Ermeniler patriklerini halkın katılımıyla seçiyorlar, Rumlar Sen Sinod Meclisi’nin oyuyla, Yahudiler hakeza seçim sistemiyle, Batı Trakya’daki Müslümanlar bir kurulun önerisiyle veya camide el kaldırarak. Oysa Türkiyeli Müslümanlar Diyanet İşleri Başkanı’nı ne seçebiliyorlar, ne de uygun kişileri tespit edecek dini meclisleri var. Dolayısıyla, sizler yatın kalkın, halinize şükredin.
Anlaşılan, demokratik anlayış ve tüzel kişilik herkese gerekli…


Free Blogspot Templates by Isnaini Dot Com and Supercar Pictures. Powered by Blogger