Kantarın topuzunu kaçırınca!

AGOS
Sayı: 711
12.11.2009

Evren Dede

Kantarın topuzunu kaçırınca!

Hani, şu koskoca toprak parçasında sanki başka boş yer yokmuş gibi kiliselerinizi camiye çevirdiler, cemaatlerinize ait vakıf mallarını bir bir istimlak ettiler, aldılar, sattılar, yıktılar; üstüne bir de Varlık Vergisi koydular… Bugün hâlâ, üçüncü şahıslara satılmış vakıf mallarınızın akıbeti netleşmemiş durumda olan sizler, bütün bu acı olayları yaşayan siz İstanbullu sevgili dostlar, belki bir konuda bana yardımcı olabilirsiniz umudunu taşıyorum. Haberiniz olsun, Batı Trakya’da, sanki şu koskoca toprak parçasında başka yer yokmuş gibi, Müslüman vakfına ait olduğu Gümülcine Müftülüğü tarafından belirtilen bir arazi üzerine kilise inşa ediliyor!..

Rodop ilinde, Gümülcine’ye (Komotini) bağlı Yanıkköy’de (Nimfaia), Pontus Rumlarının ‘Parharia’ etkinliğini düzenledikleri ve Müslümanlar tarafından ‘Han Tarlaları” olarak bilinen bir arazi bulunuyor. Bahse konu arazi, 1312 yılına ait Osmanlı tapu senetlerine göre Müslüman vakfına ait. Gümülcine Müftülüğü tarafından ibraz edilen Osmanlı kayıtlarında isimleri belirtilen Müslümanlar, araziyi Yanıkköy Camii Vakfı’na bağışlamışlar. Bahsettiğim arazide Pontuslu Rumlar oldukça uzun bir dönemdir yazları etkinlikler düzenliyorlar. Müslümanlar bundan rahatsız olsa da, bugüne kadar bir sorun çıkmadı çok şükür. Fakat gel gelelim, düzenledikleri etkinliklerin yanı sıra araziye bir de kilise inşa etmeye kalktıklarında sorun çıktı doğal olarak. Hem de ne sorun.. İlk önce köylüler tepkilerini dile getirdiler. Azınlık basını konuyu gündeme getirdi. Ve ardından resmi Gümülcine Müftülüğü, arazinin Osmanlı kayıtlarına göre Yanıkköy Camii Vakfı’na ait olduğunu belirtti. Sonuçta, Müslüman vakıf malına kilise inşa edenlere karşı azınlığın tepkisi çığ gibi büyüdü. Tepkiler artınca devlet yetkilileri devreye girdi. İlk önce Orman Müdürlüğü sözü aldı. 29 Temmuz 2009 tarihinde arazide yapılan inceleme sonucunda bir rapor hazırladılar. Raporda, yapının “tamamen otlarla kaplı 70 metrekarelik bir alana, yetkili orman idaresinden izin alınmaksızın ve tamamen yasadışı olarak” inşa edildiğini ifade ettiler. Fakat inceleme raporunda öyle bir bölüm vardı ki, gerçekten çok ilginçti. Raporda, “998/79 sayılı kanunun 62. maddesi hükümleri uyarınca, anılan arazinin devlet lehine mülkiyet hakkının geçerli” olduğunu ve bahse konu çayırlık araziye Doğu Makedonya - Trakya Bölge Genel Sekreterliği’nin 762/2.2.2007 sayılı onayı ile orman dinlenme tesislerinin yapıldığını” belirtiyorlardı.

Gümülcine Müftülüğü ise 8 Nisan 2009 tarihli resmi yazışmasında şöyle demekteydi: “Rodop iline bağlı Yanıkköy’de ‘Han Tarlalar’ mevkiinde bulunan ve doğudan yol ve İrlanda Geçidi, batıdan çay, kuzey ve güneyden yol ile sınırlı yaklaşık 6 dönüm tarlanın Rodop İli, Yanıkköy Camii Vakıf arazilerine dahil olduğu, sahipleri tarafından vakıf arazisi olarak bağışlanmış olan bu taşınmazların anılan caminin mülkiyetinde ve tasarrufunda bulunduğu ve mütevelli yöneticisi Sabri Molla Hüseyin tarafından temsil edildiği onaylanır.”

Ne garip, Doğu Makedonya-Trakya Bölge Genel Sekreterliği ise Gümülcine Müftlüğü’ne Rodop İli Orman Müdürlüğü tarafından yapılan inceleme raporunu ekleyerek gönderdiği 31 Temmuz 2009 tarihli cevabî yazısında bahse konu arazinin “devlet arazisi” olduğunun saptandığını belirtiyordu.

Orman Müdürlüğü’nün yerinde yaptığı inceleme sonucunda bu arazinin nasıl devlet malı olduğunu saptadığını veya Bölge Genel Sekreterliği’nin yaptığı hangi inceleme sonucunda arazinin devlet malı olduğunu tespit ettiğini bir kenara bırakalım. Resmi devlet müftülüğü, 1312 yılına ait tapuyu göstererek bahse konu arazinin Müslümanlara ait olduğunu söylüyor, elindeki Osmanlıca senetle arazinin Yanıkköy Camisi için vakfedildiğini belirtiyor.

Ortada Osmanlı senedi olunca, en sonunda, arazi ile ilgili sorun Selanik’teki özel bir bilirkişi komisyonuna havale edildi. Komisyon, arazinin devlete mi, yoksa Müslüman vakfına mı ait olduğunu tespit edecek. Ayrıca Bölge Genel Sekreterliği de geri adım attı. Arazideki kilise inşaatını durdurduklarını ve özel komisyonun incelemesinden çıkacak sonuca göre hareket edileceğini açıkladı.

Hadi diyelim ki artık hepimiz komisyonun kararını bekleyeceğiz; tamam, olur, amenna… Fakat Kasım ayındayız ve kilise inşaatı hâlâ devam ediyor. Peki, hani kilisenin inşası için de komisyonun kararı beklenecekti? Neden kimse komisyonun kararını beklemiyor? Hani inşaat durdurulmuştu? Bu acele neden?

2 Eylül günü, kimliği meçhul (!) kişiler Batı Trakya’da cami kundaklarken, aynı gece yine kimliği meçhul (!) başka kişiler de Balıklı Rum Mezarlığı’nı yerle bir etmişti. Artık gökte bir kandil daha söndürülmesine izin vermemek lazım; ne orada, ne burada…

Eş patrik ölene kadar eş patrik kalmasa olur mu?

AGOS
Sayı: 709
30.10.2009

Evren Dede

Eş patrik ölene kadar eş patrik kalmasa olur mu?

Kimin aklına gelirdi, herkes tarafından sevilen Patrik II. Mesrob’un böyle genç yaşta hafıza kaybına yakalanacağı? Kimsenin…

Ancak “Kader!” diye yorumlayabileceğimiz bu gelişme, maalesef, Ermeni cemaatini, hem de en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde, ruhani liderinden mahrum bırakmakla kalmadı, Patriklik kurumunu da, tarih boyunca hiç görülmemiş bir durumla karşı karşıya bıraktı…

Patrikler ölene kadar patrik kalırsa, ve Patrik Hazretleri de genç yaşta hafıza kaybına yakalanırsa ne yapabilirsiniz ki?

Daha önce hiç başa gelmemiş olan bu sorunu, ancak genel kilise ritüellerini zedelemeyen bir çıkış yoluyla ve cemaatin de kimyasal dengesini bozmayan bir formülle çözmeye kalkarsınız doğal olarak.

Ruhani Meclis’in bu yıl konu hakkında yaptığı ilk açıklamanın üzerinden epey zaman geçti. Hatırlarsak, kurul, görevini tam olarak yerine getiremeyen Patrik II. Mesrob’un ömür boyu makamında kalacağını açıklamıştı.

Tartışmalar, patrik seçimi ve bu minvaldeki çeşitli önerilerle sürdürüldü. O dönem cemaatin pek çok kıymetli üyesi kararı eleştirdi, Patrikliğin temsil konusunda pasif kalacağına vurgu yapıldı, patriklik seçiminin belirsiz bir biçimde ertelenmesi kınandı, cemaatin dini ve resmi anlamda sahipsiz kaldığı dile getirildi, ve yeni patriğin seçilmesi için ivedilikle bir formül bulunması talep edildi.

Ruhani Meclis de, en sonunda bir formül buldu. Patrik II. Mesrob’un sağlık durumu düzelene kadar, onun işlerini yürütecek, tam yetkiyle donatılmış, ‘Eş Patriklik’ adında bir makam oluşturdu. Böylece hem genel kilise ritüelleri zedelenmemiş, hem de cemaatin iç dengesi bozulmamış oldu. Bu ‘Eş Patrik’ formülünün resmiyette uygulamaya geçebilmesi için seçime gidilmesi gerekiyordu. Herkes sürecin işlemesini, gerekli prosedürün tamamlanmasını sabırla bekledi.

Bugün Patrikhane yetkilileri, Eş Patrik seçiminin yakın bir gelecekte olacağını söylüyorlar. Güzel bir gelişme. Resmi prosedür ve gerekli hazırlıklar 2009 sonuna kadar tamamlanabilir mi? Belki biraz zor, fakat mümkün. Her halükaâda, artık şu rahatlıkla söylenebilir: Ermeni cemaati açısından gerçekten önemli bir süreç başlıyor. Adı her ne kadar ‘Eş Patriklik’ olsa da, esasında yeni patriklerini seçecekler. Ve yeni patriği bekleyen çok zor bir süreç var önlerinde…

*

Belki haddim değil ama yine de, eş patriklik seçimi ile ilgili bir hatırlatmada bulunmadan konuyu kapatmak istemiyorum. Patrik II. Mesrob’un hastalığı ile başlayan süreç ve Ermeni cemaatinin bu yüzden yaşadığı sıkıntı göz önüne alındığında, formüle edilen eş patriklik çözümü, sorunun bir noktasına esaslı çözümü getirmiyor. Çünkü, kimin aklına Patrik II. Mesrob’un hafıza kaybına yakalanacağı gelebilirdi? Pekâlâ, madem kimsenin aklına gelmeyecek bir bela başa gelebiliyor, o halde, Allah göstermesin ama, ya aynı veya buna benzer bir durum Eş Patriğin başına da gelirse ne olacak? Bunun olmayacağının garantisi verilebilir mi?

Belki bu düşünce size çok saçma gelebilir. Fakat Patrik II. Mesrob sıhhatliyken, milyonda bir yakalanılabilecek ‘frontotemporal demans’ adlı bir hastalığın patriklerin ölene kadar görevinde kalması geleneğini sıkıntıya sokabileceğini nasıl hiç kimse hesaplayamadıysa, bugün hesaplanamayacak başka gelişmelerin gelecekte başgösterebileceği öngörülerek, bir çözüm yolu bulunmalıdır. Dolayısıyla, patrikler ölene kadar patrik kalıyorsa bile, bari hiç değilse, Eş Patrik ölene kadar görevde kalmamalı değil midir? Peki, ne yapılabilir? En iyisi, ben tekrar Yahudi cemaatinin çözümünü hatırlatayım: Türkiye Yahudileri, hahambaşı seçimini 7 senede bir gerçekleştirmekte. Elbette, dini gelenekler patriklerin ölene kadar görevde kalmalarını gerektirebilir, fakat Ermeni cemaatinin menfaati doğrultusunda, hiç olmazsa Eş Patrik 7 senede bir, seçimle gelebilir.

Davutoğlu-Nalbandyan, Kuneralp-Biçios

AGOS
Sayı: 707
15.10.2009

Evren Dede

Davutoğlu-Nalbandyan, Kuneralp-Biçios

Türkiye ve Ermenistan dışişleri bakanları Ahmet Davutoğlu ve Edvard Nalbandyan’ın 10 Ekim Cumartesi akşamı imzaladıkları protokole ve dolayısıyla iki ülkenin geleceği adına sevinirken, aklıma bir andai ister istemezi Zeki Kuneralp ve Dimitris Biçios’un ‘İkili Rapor’u geldi.

Zeki Kuneralp (1914-1998), Türk Dışişleri’nde önemli görevlerde bulunmuş, kıymetli bir diplomattı. Ali Kemal’in oğluydu. Babası hunharca katledildiğinde o daha sekiz yaşını tamamlamıştı. Türkiye’den annesiyle birlikte ayrıldıktan tam on altı yıl sonra memleketine döndü. Askerliğini yaptıktan sonra da Dışişleri Bakanlığı’na girdi.

Kuneralp, en son Bern, Londra ve Madrid’de büyükelçilik, Dışişleri’nde genel sekreterlik yapmış biri. İlber Ortaylı, Kuneralp için, “Türklerin büyükelçisi” diyor.

Dimitrios Biçios (1915-1983), Yunan Dışişleri’nde önemli görevlerde bulunmuş, kıymetli bir diplomattı. 1974’te cuntanın düşüşünden hemen sonra yapılan seçimlerde galip gelen Konstantinos Karamanlis, bu önemli diplomatı, Biçios’u, tıpkı Davutoğlu’nda olduğu gibi, parlamento dışından dışişleri bakanı olarak tayin etmişti. Dimitrios Biçios 20 Aralık 1977 seçimlerine dek Yunanistan Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı; daha önceki 5 ay süreli milli birlik hükümetinde ise dışişleri bakan yardımcısıydı. Hiç şüphesiz, Biçios, Yunanlıların yetiştirdiği en önemli diplomatlardan biri.

Bu iki kıymetli diplomatın hayatı bir noktada kesişmiştir: Türk-Yunan ilişkileri. 1959’da Yunanistan Başbakanı Konstantinos Karamanlis Ankara ve İstanbul’u ziyaret etmiş, ardından Türkiye Başbakanı Adnan Menderes de Atina’yı ziyaret etmişti. Bu yakın ilişkinin sonucunda iki başbakan oturmuş, Kıbrıs sorunuyla zehirlenen, mütekabiliyet çerçevesinde bırakılan azınlıklarla gerilen (!) ve bin bir farklı problemle çıkmaza giren Türk-Yunan ilişkilerini iyileştirmek, ihtilaflı konuları çözmek istemişlerdi.

Peki, bunu nasıl yapacaklardı? “En iyisi dışişlerinden bu işin üstesinden gelebilecek birer diplomat tespit edelim; otursunlar, konuşsunlar, anlaşsınlar ve bize çözüm yolları öneren ortak bir rapor hazırlasınlar” dediler.

İşte bu iki kıymetli diplomatın, Kuneralp ve Biçios’un hayatı da o noktada kesişmiş oldu. Çünkü hazırlanacak ikili rapor için Türkiye’yi Zeki Kuneralp, Yunanistan’ı da Dimitrios Biçios temsil ediyordu.

Tabii, Biçios ve Kuneralp’in işi zordu. İhtilaflı konuları tek heyet halinde inceleyecek, bunların çözümü için yine birlikte mutabakata varacak, ve bu çözüm önerilerini yine birlikte hazırladıkları bir raporla başbakanlarına sunacaklardı.

Detaya girip sizleri Türk-Yunan ilişkilerinin teferruatıyla boğmak istemem. Anlatmak istediğim başka bir şey var. O yüzden, ‘İkili Rapor’un içeriğine hiç değinmeden, sonunda ne oldu, o kısma geçeceğim.

Sonunda, Zeki Kuneralp ve Dimitrios Biçios vazifelerini layıkıyla yaptılar. Türk-Yunan sorunlarını, ihtilaflı meseleleri etraflı bir şekilde incelediler ve çözüm için önerilerde bulundular. Bu önerileri, müşterek bir rapor halinde başbakanlarına sundular.

Peki, bundan sonra ne oldu? Her iki memlekette de, tahmin edebileceğiniz gibi siyasi kargaşalar yaşandı, başbakanlar mevkilerinden ayrıldı, ve Kuneralp ve Biçios’un ‘İkili Rapor’u da 1959 yılında rafa kalktı, bir daha tozu alınmamak üzere…

Bütün bunları moral bozmak için söylemiyorum elbette. Sadece, Ahmet Davutoğlu - Edvard Nalbandyan ikilisinin imzaladığı anlaşmanın akıbetinin Zeki Kuneralp ve Dimitris Biçios’un ‘İkili Rapor’u gibi olmasını istemiyorum, hepsi bu...



Free Blogspot Templates by Isnaini Dot Com and Supercar Pictures. Powered by Blogger