Bunu iyi düşünün...

AGOS
15.05.2009

Geçen yıl Avrupa insan Hakları Mahkemesi (AiHM), iskeçe Türk Birliği (iTB), Rodop ili Türk Kadınları Kültür Derneği ve Evros ili Azınlık Gençleri Derneği’ni haklı bulmuş ve Yunanistan’ı örgütlenme özgürlüğünü ihlal ettiği gerekçesiyle mahkum etmişti.

AiHM’nin iskeçe Türk Birliği ve diğer dernekler hakkındaki kararının kesinleşmesinden sonra, iTB’nin kapatılmasını öngören ve bahse konu diğer derneklerin de kuruluşunu reddeden kararların iptal edilmesi ve resmî olarak tanınmaları için yerel mahkemelere müracaatlarını yenilediler.

Bu dernekler arasında hiç şüphesiz en çok bilineni, 1927’de kurulmuş olan iTB’dir. 1927’de “iskeçe Türk Gençler Yurdu” adıyla kurulan dernek, 1936’da “iskeçe Türk Birliği” adını aldı.

iTB, Batı Trakya’da resmî olarak kurulmuş ve uzun yıllar faaliyet gösterdikten sonra 1986’da kapatılmıştır. 1986’da iskeçe Bidayet Mahkemesi, derneğin isminde “Türk” kelimesinin bulunması ve dernek tüzüğünün yasalara aykırı olduğu ve kamu düzeni ve ahlâkını ihlal ettiği gerekçesiyle iTB’yi kapatmıştır.

Diğer derneklere ise daha henüz kuruluş aşamasında onay verilmemiş ve iç hukukun tamamlanmasının ardından AiHM’ye müracaat etmişlerdir.

Hukukî sürecin detayları bir yana, AiHM’nin, derneklerin örgütlenme özgürlüğününün ihlal edildiği gerekçesiyle Yunanistan hakkında verdiği mahkumiyet kararları, elbette ciddi bir sorunun ortadan kalkması için gerekliydi. Adlarında “Türk” veya “Azınlık” kelimesi var diye dernek kurulmasını engellemek akılla izahat yapılabilecek bir iş değildi.

Gerçi Yunanistan’ın bu konuda farklı bir tutum sürdürdüğünü ayrıca belirtmek gerekir. Çünkü kapatılan veya kurulmasına izin verilmeyen bu derneklerin hepsi faaliyetlerine devam etmektedir. Lokallleri, dernek binaları aktif durumda olan bu dernekler sportif ve kültürel çalışmalarını aralıksız sürdürmekteler. Yunan devletinin hukukî olarak kapatılmış veya kurulmasına izin verilmemiş bu derneklerin faaliyetlerine kısıtlama getirmemesi önemli bir ayrıntı. Fakat yine de derneklerin resmî statülerinin tanınmaması bu ayrıntıyı gölgelemeye yetecek boyutta.

*

AiHM kararlarının ardından dernekler iç hukukta mevzuatın öngördüğü prosedürü yerine getirdiler. Yeniden kuruluş dilekçelerini ilgili mahkemelere sundular. Esasında herkesin beklentisi AiHM kararı doğrultusunda olumlu bir kararın çıkmasıydı.

iTB avukatları derneğin resmiyetinin iade edilmesi için mevzuatın öngördüğü bir yöntemi uygulayarak, iskeçe’de açılan birinci davadan sonra Gümülcine’deki Trakya Bidayet Mahkemesi nezdinde de ikinci bir dava açtılar. Her iki mahkemede de henüz karar açıklanmış değil. Fakat bu arada iki yeni gelişme yaşandı.

AiHM tarafından haklı bulunan “Evros ili Azınlık Gençleri Derneği”nin yeniden mahkemeye sunduğu kuruluş dilekçesi, Dedeağaç mahkemesi tarafından reddedildi. Dava şimdi tekrar istinafta. Tekrar karar bekleniyor…

Diğer bir gelişme ise tamamen yeni kurulan bir dernekle ilgili. Dedeağaç Bidayet mahkemesi, Evros ilinde kurulmak istenen “Batı Trakya Azınlığı Güney Meriç Kültür ve Eğitim Derneği”nin kuruluş dilekçesini reddetti.

Kuruluş dilekçesinin reddedilmesini mahkeme şu gerekçeye dayandırdı: “Batı Trakya Azınlığı Güney Meriç Kültür ve Eğitim Derneği’nin isminde ve tüzüğündeki ‘AZINLIK’ kelimesi ile hangi azınlığın kastedildiği belli değildir.”

*

Doğrusu, AiHM kararlarının ardından Dedeağaç Bidayet Mahkemesi’nin iki müracaatta da bu tür bir davranış sergilemesi insanı çileden çıkarıyor. Hani, isminde “Türk” kelimesi olan derneklerin hukukî durumu bir yana, sadece “azınlık” kelimesini kullanıyor diye bir derneğin kuruluşuna izin verilememesi nasıl izah edilebilir ki!..

işin bir diğer ilginç yanı, Evros’taki hakimler “azınlık” kelimesine izin vermezken, Rodop ilindeki hakimlerin ise izin vermesi. Rodop iliyle Evros ili arasında 30 km var yok.

insanlar Batı Trakya’da neden ırkçılık temeline dayalı faşizan milliyetçilik giderek artıyor, diye soruyorlar. Acaba mahkemelerin akıl almaz kararlarının bu konudaki etkisini hesaplayabiliyorlar mı?..


Sadece Zaman ve Taraf mı davet edilmedi?

AGOS
01.05.2009

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, 14 Nisan günü İstanbul’da Harp Akademileri Komutanlığı Atatürk Harp Oyunu ve Kültür Merkezi’nde yaptığı ‘Yıllık Değerlendirme Konuşması’nda ilginç ayrıntılar vardı. Neredeyse bütün köşe yazarları okurlarına bu ayrıntıları aktardılar, yorumda bulundular.

Gazeteciler açısından hiç şüphesiz en ilginç konulardan biri, Genelkurmay Başkanlığı’nın, toplantıya, ‘yasaklı’ gazetecileri de çağırması oldu.

Bu şaşkınlık doğaldı. Çünkü Genelkurmay çok uzun bir dönemdir basın için farklı bir uygulamada bulunuyor. ‘Akreditasyon’ adı altında, bazı gazeteleri ve bazı gazetecileri “belirli nedenler yüzünden” toplantılara, brifinglere, kokteyllere vs. çağırmıyor.

Akreditasyondaki bu katı tutumu destekleyen ‘özel’ gazeteciler dışındaki, ‘sıradan’ gazeteciler, Genelkurmay’ın tavrını her zaman eleştirdi, basına uygulanan ayrımcılığı kınadı...

İşte bu sefer, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un yapacağı konuşmaya ‘Yasaklı gazeteciler de çağrıldı!’ haberini alınca, hani dedik, basında herkese eşit ve olması gereken bir tutumla mı karşılaşılacak acaba?

Söylenenlere göre, Genelkurmay’ın akredite etmediği birçok yazar, mesela Hasan Cemal, Nazlı Ilıcak, Fehmi Koru, Mehmet Altan, Akif Beki, ?amil Tayyar, Ali Bayramoğlu ve Kürşat Bumin’e bile davetiye gönderilmişti.

Genelkurmay’ın bahse konu davetleri, e-muhtıralara, 28 ?ubat sürecine, Ergenekon yapılanmasına ve TSK’nın siyasete yönelik müdahalelerine eleştirel gözle bakan gazetecilerin 14 Nisan günü davet edilmesi, askerin yeni bir açılımı olarak algılandı.

Fakat daha sonra bu açılımın yine sınırlı tutulduğu görüldü. Genelkurmay’ın akreditasyonuna takılan gazetelerin, Taraf, Zaman ve Yeni Asya olduğu ve 14 Nisan günü Harp Akademileri Komutanlığı’nda yapılan brifinge davet edilmedikleri anlaşıldı. Bu gazetelerin sadece yönetim kadrosu değil, yazarları da davet edilmemişti.

Bu gazetelerin Genelkurmay’ın akreditasyonuna takılması basına yansıdı, tutum yine eleştirildi. Fakat ne ilginçtir ki, bir nokta yine gözlerden kaçtı.

Dikkat edilirse, davet edilmeyen sadece bu üç gazete değildi!..

Gayrimüslim azınlık basınından da hiçbir gazete davet edilmemişti.

Dostların bile bu ‘küçük’ ayrıntıyı görmemesini, “Dağ başını duman almış, sıra daha azınlıklara gelmedi” diyerek geçiştirmeyelim.

*

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkının bir parçası olan gayrimüslimlerin kendi cemaatlerine seslendikleri, hatta ve hatta, Türkçe yayın yaparak bütün Türkiyelilere hitap eden gazeteleri var. Onlar da Türkiye’nin evladı. Çoğu kez, hayatlarının her safhasında ayrımcılıkla karşılaşmalarına rağmen dik durmaya çalışan bu insanların kendi seslerini, kendi renklerini, kendi duygularını yansıtan bu gazeteleri yok saymak neden?

Dikkat edin! Türkiye’deki en eski günlük gazete, Rum basının medarı iftiharı olan Apoyevmatini’dir. Ondan daha eski günlük gazetesi olmayan bir Türkiye’de, sırf bu hakikat bile önem arz eder, daveti gerektirir.

Yine cemaatinin desteğiyle kabuğunu kırmış ve bütün herkese sesini duyurmak isteyen, Türk yazarların da yer aldığı ve Türkçe yayın yapan bir Agos var. Ondan daha çok satan ünlü bir azınlık gazetesi olmadığına göre, sırf bu hakikat bile önem arz eder, daveti gerektirir.

Dolayısıyla, davetlerdeki akreditasyon sorununun belki de en üzücü yanı, gayrimüslim azınlık basınına karşı uygulanan tutum olmalıdır. Bugün davet edilmeyen çoğunluk gazeteleri ve gazeteciler gelecekte belki davet edilecekler, tıpkı bu sefer davet edilen eski yasaklı gazeteciler gibi. Peki ya Agos veya Apoyevmatini davet edilecek midir? Ne zaman onlar da Türkiye halkının bir parçası olarak görülecek?

Τι θα απογίνουν οι Εκκλησίες που πήρε ο Παπά-Ευθύμιος -III-

ΑΠΟΓΕΥΜΑΤΙΝΗ
30.04.2009

Είχαμε πει ότι η λίστα 450 ατόμων που είχε στείλει η Τουρκία στην Ελληνική κυβέρνηση, μέσω του Πρόξενου Κομοτηνής Αχμέτ Μουχτάρ Μπατούρ, ως αντάλλαγμα για τον παπά-Ευθύμ και τους υποστηρικτές του, είχε οδηγήσει σε διχασμό απόψεων. Ενώ από την μία πλευρά ο Πρωθυπουργός Βενιζέλος, ο Υπ. Εξωτερικών Μιχαλακόπουλος και ο Γενικός Διοικητής Θράκης Κακουλίδης, υποστήριζαν την απέλαση των ανεπιθύμητων Τούρκων (150) και των πολιτικών μεταναστών που δεν είχαν Ελληνική ιθαγένεια, απ’ την άλλη, είχαν αρχίσει να υψώνουν τις φωνές τους όσοι αντιτίθονταν σε αυτήν την άποψη…

Τελικά, το θέμα μεταφέρθηκε μέχρι και το Ελληνικό Κοινοβούλιο. Κατά την διάρκεια των συζητήσεων στην βουλή για το Σύμφωνο Φιλίας, Ουδετερότητας, Συνδιαλλαγής και Διαιτησίας, ο βουλευτής του Λαϊκού Κόμματος Ιωάννης Ράλλης αντιτάθηκε για την απέλαση αυτών των ατόμων και ανακοίνωσε ότι θεωρεί ως υποταγή την απέλαση των πολιτικών μεταναστών οι οποίοι βρίσκονταν στην Δυτική Θράκη και είχαν Τουρκική ιθαγένεια. Ο Γεν. Πρόεδρος του Λαϊκού Κόμματος Παναγής Τσαλδάρης, παίρνοντας μια παρόμοια θέση, δήλωσε ότι απειλούνται οι ζωές των πολιτικών μεταναστών, και ότι η Ελλάδα υποχρεούται να προστατέψει τους πολιτικούς μετανάστες στα πλαίσια των διεθνών συνθηκών.

Καθώς συνεχίζονταν οι συζητήσεις στην Βουλή, ο Υπ. Εξωτερικών Μιχαλακόπουλος μίλησε εκ μέρους της Κυβέρνησης και δήλωσε ότι δεν υπήρχε περίπτωση να παραδοθούν στην Τουρκία αυτά τα άτομα. Στην συνέχεια ανέβηκε ο Βενιζέλος στο βήμα και υπερασπίστηκε την απόφαση που είχε πάρει. Ο Βενιζέλος ήταν αποφασισμένος. Θα εξομαλύνονταν πάλι οι σχέσεις με την Τουρκία.

Ήδη μακρολόγησα και έχω να αφηγηθώ κι άλλα. Συνεπώς, δεν θα μεταφέρω την ομιλία που έκανε ο Βενιζέλος στην Βουλή.

Ο Βενιζέλος δεν έθεσε σε εφαρμογή την λίστα 450 ατόμων μετά τις πιέσεις της αντιπολίτευσης και της κοινής γνώμης. Σαν αποτέλεσμα, στα πλαίσια της συμφωνίας που έγινε στην Άγκυρα, απομακρύνθηκαν από την Δυτική Θράκη μόνον οι ανεπιθύμητοι Τούρκοι που είχαν ξένη υπηκοότητα, οι οποίοι συνολικά ήταν δεκατρία άτομα, δύο εκ των οποίων είχαν ήδη αποχωρήσει από την περιοχή. Κατ’ αυτόν τον τρόπο υλοποιήθηκε μερικώς η απαίτηση της Τουρκίας.

Ξέρετε ποιο είναι το περίεργο της υπόθεσης; Παρόλο που ο Βενιζέλος έθεσε σε εφαρμογή την συμφωνία που έγινε στην Άγκυρα, ούτε στην Ελλάδα, αλλά ούτε στην Τουρκία, δεν επιτεύχθηκε ριζική επίλυση του προβλήματος λόγω της λίστας των 450 ατόμων της Τουρκίας. Μπορεί μόνον να μίκρυνε η διάσταση του προβλήματος. Ο παπά-Ευθύμιος και οι οπαδοί του δεν απομακρύνθηκαν από την Κωνσταντινούπολη απλά περιορίστηκε η δράση τους. Τον ανάγκασαν να αρκεστεί με τις εκκλησίες που είχε κατασχέσει και μ’ αυτόν τον τρόπο το Ρωμαίικο Πατριαρχείο της Κωνσταντινούπολης και οι Ρωμιοί ένιωσαν ανακούφιση για ένα διάστημα.

Όμως αληθεύει τούτο; Δηλαδή, πράγματι ανακουφίστηκαν οι Ρωμιοί;
Παρόλο που πέρασαν 70 χρόνια από τότε και παρά το ότι μια από τις εκκλησίες αυτές παραχωρήθηκε πίσω αργότερα με παρέμβαση κράτους, αν αξιολογήσουμε την τωρινή κατάσταση, είναι δύσκολο να ισχυριστεί κανείς ότι ανακουφίστηκαν οι Ρωμιοί. Διότι, ακόμα και η είδηση σχετικά με τις περίπλοκες σχέσεις της οικογένειας του παπά-Ευθύμ, που δημοσιεύτηκε στην εφημερίδα Χουριέτ στις 30.1.2008, είναι αρκετή για να μας δείξει τι τράβηξαν οι Ρωμιοί από τον παπά-Ευθύμ και την οικογένειά του.

Έγγραφε τα εξής στην εφημερίδα Χουριέτ: «Το Ανεξάρτητο Τουρκικό Ορθόδοξο Πατριαρχείο, του οποίου το όνομα ήρθε στην επικαιρότητα με την επιχείρηση Εργκένεκον, που λέγεται ότι ήταν το ‘κέντρο εγκεφάλων’ της οργάνωσης, έχει αρκετές ενδιαφέρουσες ιδιαιτερότητες. Όλα τα μέλη του Πατριαρχείου, το οποίο υποστήριζε το Τουρκικό κράτος εναντίον του Ρωμαίικου Πατριαρχείου του Φαναρίου, προέρχονταν από την ίδια οικογένεια. Παρόλο που το Πατριαρχείο έχει μια μικρή, σχεδόν ‘ανύπαρκτη’, κοινότητα από την άλλη κατέχει μια σημαντική περιουσία…»

«… αυτό το Πατριαρχείο το βρήκαμε μπροστά μας με την υπόθεση Εργκένεκον και με τους ισχυρισμούς ότι αποτελούσε την βάση της παράνομης οργάνωσης. Σύμφωνα με τις πληροφορίες που έδωσε η αστυνομία, οι συναντήσεις της οργάνωσης Εργκένεκον πραγματοποιούνταν σε αυτό το Πατριαρχείο, τα σχέδια συνομωσίας που θα είχαν αντίκτυπο σε όλον τον κόσμο γίνονταν εδώ, καθώς και τα απόρρητα έγγραφα κρύβονταν εδώ…»

Αν οι ισχυρισμοί είναι αληθείς ή ψευδείς, θα το αποφασίσει το δικαστήριο. Όμως ακόμα κι αυτό το μικρό κομμάτι της είδησής μας δείχνει κάτι: Οι Ρωμιοί της Κωνσταντινούπολης δεν ένιωσαν μια τέτοια ανακούφιση από την οικογένεια του παπά-Ευθύμ, ούτε με την ανταλλαγή με τους ανεπιθύμητους Τούρκους που έκανε ο Βενιζέλος, ούτε με κάποια άλλη συμφωνία. Σκεφτείτε ότι ακόμα και οι κηδείες της οικογένειας του παπά-Ευθύμ αποτελούν πρόβλημα διότι κηδεύονται σε Ρωμαίικα κοιμητήρια. Σαν να λένε: «Δεν σας αφήσαμε ήσυχους σ’ αυτόν τον κόσμο, ούτε πρόκειται να σας αφήσουμε ήσυχους και στα νεκροταφεία!..»

Τι θα απογίνουν οι εκκλησίες που πήρε ο Παπά-Ευθύμιος -II-

ΑΠΟΓΕΥΜΑΤΙΝΗ
29.04.2009

To γεγονός ότι από τις αρχές του 1931 ο παπα – Ευθύμ σταμάτησε τις παραβιάσεις προς τους Ρωμιούς της Κων/πολης και ότι τον υποχρέωσαν να αρκεστεί με τις εκκλησίες που μέχρι τότε είχε κατασχέσει είναι πολύ πιθανόν να οφείλεται στα πλαίσια αυτής της συμφωνίας. Βέβαια, η προσδοκία του Βενιζέλου ήταν να επιστραφούν οι εκκλησίες που κατάσχεσε ο παπά-Ευθύμ. Η Τουρκική όμως πλευρά αντιμετώπιζε ένα δίλημμα. Ήδη η Άγκυρα είχε μετανιώσει αρκετά διότι, λόγω της υποχρεωτικής ανταλλαγής πληθυσμού είχαν σταλεί οι Καραμανλήδες των οποίων μητρική γλωσσά ήταν η τουρκική αλλά αυτοί ήταν Ορθόδοξοι Χριστιανοί. Τι δηλαδή;.. Είναι το ίδιο πράγμα να συγκρίνουμε την απομάκρυνση του παπά-Ευθύμ και των οπαδών με την απομάκρυνση των 10-13 ανεπιθύμητων Τούρκων (150) από την Δυτική Θράκη; Αυτή η δυσφορία οδήγησε την Τουρκική πλευρά σε μια διαφορετική κατεύθυνση διότι, πίστευαν πως ο παπά-Ευθύμ άξιζε παραπάνω από δύο τρεις ανεπιθύμητους Τούρκους (150). Άλλωστε, παρά την συμφωνία των δύο κρατών για την αντιμετώπιση των προβλημάτων που θα προέκυπταν στο μέλλον, η μη απέλαση όλων των ανεπιθύμητων Τούρκων (150) από την Ελλάδα αλλά μόνο από την Δυτική Θράκη και η συνέχιση της παραμονής των Κιρκασίων και των υπόλοιπων αντικεμαλικών , δείχνει την πολύπλοκη κατάσταση και τα προβλήματα υπήρχαν όταν υπογράφτηκε η συμφωνία. Παρόλο που κάποιοι Έλληνες ιστορικοί άσκησαν κριτική για την παθητική στάση που έδειξε ο Βενιζέλος για την συμφωνία περί παπά-Ευθύμ και των ανεπιθύμητων Τούρκων της Δυτικής Θράκης, κατά πάσα πιθανότητα η πολυπλοκότητα της δομής των ισορροπιών μεταξύ της Τουρκίας και Ελλάδας έπαιξε ρόλο και σε αυτήν την εξέλιξη. Δηλαδή, οι δυο πλευρές από την μια ήθελαν να βρουν μια λύση, ενώ από την άλλη ανησυχούσαν, από την σκοπιά των εθνικών συμφερόντων τους, για τα καινούρια προβλήματα που θα μπορούσε να φέρει η λύση. Για αυτό το λόγο και οι δυο πλευρές, μετά από την συμφωνία που επιτεύχθηκε στην Άγκυρα, επικεντρώθηκαν στην εύρεση λύσης του προβλήματος και έκαναν επιλεκτικές κινήσεις έχοντας υπόψη τους τις διάφορες ισορροπίες.

Όταν ο Βενιζέλος επέστρεψε από την Άγκυρα στην Αθήνα, διέταξε στον Γενικό Διοικητή της Θράκης Γεώργιο Κακουλίδη σχετικά με το θέμα το εξής : «Όσοι από τους ανεπιθύμητους Τούρκους δεν είναι Έλληνες πολίτες, να απομακρυνθούν από την Δυτική Θράκη!». Εν τω μεταξύ, η Τουρκία η οποία βρήκε άνιση την ανταλλαγή του παπά-Ευθύμ με δυο τρεις ανεπιθύμητους Τούρκους, έδωσε παράγγελμα στο Προξενείο της Κομοτηνής να παραδώσει στον Γενικό Διοικητή της Θράκης την καινούρια λίστα που ετοίμασε. Με την κίνηση αυτή που έγινε μόλις ένα μήνα μετά την επίσκεψη του Βενιζέλου στην Άγκυρα, ο Τούρκος Πρόξενος Κομοτηνής Αχμέτ Μουχτάρ Μπατούρ παρέδωσε στον Κακουλίδη την αναφερόμενη λίστα. Στην λίστα όμως που παραδόθηκε υπήρχε κάτι απρόσμενο για τη Ελληνική πλευρά. Η λίστα δεν περιελάμβανε 10-15 άτομα όπως αναμενόταν. Ο Μουχτάρ Μπατούρ είχε παραδώσει μια λίστα με την οποία ζητούσε την απέλαση όχι μόνον των ανεπιθύμητων Τούρκων (150), αλλά και των άλλων πολιτικών προσφύγων, ακόμα και κάποιων Μουσουλμάνων της Δυτικής Θράκης οι οποίοι αντιτίθονταν στο καινούριο λαϊκό καθεστώς της Τουρκίας. Παρέδωσε δηλαδή στον Κακουλίδη μια λίστα η οποία περιελάμβανε συνολικά 450 άτομα. Απ’ ότι φαίνεται, η Τουρκική πλευρά πλέον θεωρούσε υποτιμημένη την αξία που δόθηκε στον παπά-Ευθύμ!...

Ο Κακουλίδης, ο οποίος ανέφερε στην Αθήνα την συνάντηση που είχε με τον Τούρκο Πρόξενο, στην έκθεσή του γράφει πως ο αριθμός των ατόμων που περιλαμβάνονταν στην λίστα ήταν αρκετά μεγαλύτερος από το αναμενόμενο. Ανέφερε επίσης ότι ο Τούρκος πρόξενος δήλωσε πως η Τουρκία επιθυμούσε να πάρει ευρεία διάσταση το θέμα των ανθρώπων που θα απελαύνονταν και εφόσον απελαύνονταν αυτοί που αναφέρονταν στην λίστα θα επικρατούσε ειρήνη και γαλήνη στην Τουρκική Μειονότητα της Δυτικής Θράκης. Επίσης ότι η εφημερίδα Γιενί Αντίμ (σ.σ. Καινούριο Βήμα) η οποία έγραφε κατά της Ελλάδας, θα υποχωρούσε από αυτήν την στάση της. Βέβαια, ο Κακουλίδης πρόσθεσε και τα δικά του σχόλια στην έκθεση σχετικά με το θέμα: «Εξήγησα στον Πρόξενο ότι δεν τίθεται ζήτημα απέλασης όσων έχουν Ελληνική υπηκοότητα. Όμως, όσον αφορά τα επιχειρήματα σχετικά με τους υπόλοιπους, τα βρήκα και εγώ εύλογα»1.

Ο Κακουλίδης έλεγε τα ανωτέρω όμως σιγά σιγά άλλαζε και η μορφή της υπόθεσης από την πλευρά της Ελλάδας. Η λίστα έκπληξη με τα 450 άτομα που παρέδωσε η Τουρκία προκάλεσε στην Αθήνα διαφορές απόψεων. Ο Βενιζέλος υποστήριζε κατά κάποιο τρόπο την συμφωνία που έκαναν στην Άγκυρα επειδή την θεωρούσε σημαντική. Από την άλλη, όσοι διαφωνούσαν με αυτήν την άποψη είχαν αρχίσει να υψώνουν τις φωνές τους και έλεγαν: «Η Τουρκία έρχεται και μας δίνει μια λίστα 450 ατόμων, ενώ εσείς, αφήστε την απέλαση, δεν μπορείτε να εξασφαλίσετε καν την απομάκρυνση από την Κωνσταντινούπολη του παπά-Ευθύμ και των οπαδών του που συνολικά είναι το πολύ 20-25 άτομα! Οδηγούν σε αδιέξοδο την κατάσταση, δεν το καταλαβαίνετε;…»

Συνεχίζεται…

1. Α.Υ.Ε. 1931/Β/37, Φάκ. Ανεπιθυμήτων Τούρκων, Κακουλίδης προς Υπουργείο Εξωτερικών, αρ. 714, Κομοτηνή. 27.11.1930

Τι θα απογίνουν οι εκκλησίες που πήρε ο Παπά - Ευθύμιος -I-

ΑΠΟΓΕΥΜΑΤΙΝΗ
28.04.2009

Θυμάστε που είχα πει στο τελευταίο μου άρθρο ότι σε αρκετές ακαδημαϊκές μελέτες αναφέρεται πως ο Βενιζέλος είχε θέσει ένα αίτημα σχετικά με τον παπα-Ευθύμη στην Τουρκική κυβέρνηση και ως αντάλλαγμα την απομάκρυνση των ανεπιθύμητων Τούρκων (150) από την Δυτική Θράκη; Όταν το TESEV (Ίδρυμα Οικονομικών και Κοινωνικών Σπουδών Τουρκίας) δημοσίευσε μια έκθεση σχετικά με τα προβλήματα και τις προτάσεις για τις ακίνητες περιουσίες και βακούφια των μη Μουσουλμανικών κοινοτήτων, σκέφτηκα πως τότε ήταν η κατάλληλη στιγμή και ίσως δεν θα μπορούσα να βρω καλύτερη ευκαιρία, από το να εξετάσω την περίπτωση ενός ατόμου όπως ο παπά-Ευθύμης, ο οποίος έγινε «συνέταιρος!» στην ακίνητη περιουσία της Ρωμαίικης Κοινότητας.

Δεν θέλω να γεμίσω την στήλη μου γράφοντας από την αρχή μέχρι το τέλος την ιστορία της ζωής του παπά - Ευθύμ. Όσοι επιθυμούν να μάθουν περισσότερα τους παραπέμπω στους ακαδημαϊκούς που έχουν μελετήσει το θέμα. Εγώ θα αναφερθώ περιληπτικά στις εξής ενότητες: α) την διαπραγμάτευση για ανταλλαγή του παπά-Ευθύμ με τους ανεπιθύμητους Τούρκους (150), β) τις εκκλησίες των Ρωμιών που έχει κατασχέσει ο παπά-Ευθύμιος και γ) το θέμα ταφής των μελών της Τουρκικής Ορθόδοξης Εκκλησίας στα νεκροταφεία των Ρωμιών.
Όπως θα θυμάστε, ο Έλληνας Πρωθυπουργός Βενιζέλος και ο Υπ. Εξωτερικών Μιχαλακόπουλος, μετά τις συσκέψεις που είχαν στην Άγκυρα με τον Πρωθυπουργό Ισμέτ Ινονού και τον Υπ. Εξωτερικών Τεβφίκ Ρουστού, είχαν συνάψει 3 διαφορετικές συνθήκες μεταξύ των δυο χωρών, στις 30 Οκτωβρίου του 1930. Στις διαπραγματεύσεις που έγιναν στην Άγκυρα, ο Ινονού και ο Βενιζέλος έθιξαν και το πρόβλημα των μειονοτήτων. Ο Βενιζέλος μετέφερε στην Τουρκική κυβέρνηση, αν και δεν γνωρίζουμε λεπτομέρειες, κάποια παράπονα των Ρωμιών της Κωνσταντινούπολης που σίγουρα είχαν να κάνουν και με το θέμα του παπά-Ευθύμ. Ειδικότερα για το Πατριαρχείο της Κωνσταντινούπολης, αποτελούσε μεγάλο πρόβλημα η κατάσχεση των εκκλησιών στην Γαλατά, οι οποίες άνηκαν στους Ρωμιούς της Κωνσταντινούπολης. Απ’ ότι βλέπουμε, από την συνέντευξη που παραχώρησε σε δημοσιογράφο αργότερα ο Βενιζέλος αισθάνθηκε ακόμα ότι η Τουρκική κυβέρνηση θα παραχωρούσε τις αναφερόμενες εκκλησίες στο Πατριαρχείο της Κωνσταντινούπολης. Στην ίδια συνέντευξη μάλιστα αναφέρει στον δημοσιογράφο ότι ο ίδιος ο Πρόεδρος της Δημοκρατίας ο Ατατούρκ δήλωσε ότι θα κρατήσει τον παπά-Ευθύμ μακριά από το Πατριαρχείο της Κωνσταντινούπολης.

Στα πλαίσια αυτής της συνάντησης, ο Ινονού εξέφρασε τα παράπονά του για τις ενέργειες και την στάση των ανεπιθύμητων Τούρκων στην Δυτική Θράκη. Ο Βενιζέλος ο οποίος είχε υπόψη του την απόγνωση στην οποία βρίσκονταν οι Ρωμιοί της Κωνσταντινούπολης, της Ίμβρου και της Τενέδου απέναντι στον παπά - Ευθύμιο, ήθελε να βρει μια λύση σ’ αυτό το πρόβλημα. Τελικά, υπολογίζοντας ότι οι ανεπιθύμητοι Τούρκοι που βρίσκονταν στην Δυτική Θράκη θα μπορούσαν να βγάλουν εκτός τροχιάς την Ελληνοτουρκική προσέγγιση και την αρμονική πορεία των σχέσεων, είπε ότι θα μπορούσαν να απελαθούν οι αντικεμαλικοί. Ο Βενιζέλος στην ομιλία του ανέφερε και το εξής: Αυτοί που θα απελαθούν θα είναι ξένης υπηκοότητας κάτοικοι της Δυτικής Θράκης και είναι αδύνατον να απελάσουν σύμφωνα με το Ελληνικό Σύνταγμα τους ανεπιθύμητους που έχουν πάρει την ελληνική υπηκοότητα.

Σ’ αυτό το σημείο ας επιστρέψουμε στο θέμα μας. Αληθεύει ότι πράγματι έγινε μια συμφωνία που προέβλεπε την απέλαση του παπά-Ευθύμ και των ακολούθων του, σε ανταλλαγή για την απέλαση των ανεπιθύμητων Τούρκων απ’ τη Δυτική Θράκη; Θα μπορούσαν να αποτελούν ένδειξη οι ειδήσεις που δημοσιεύτηκαν στις εφημερίδες εκείνης της εποχής στην Τουρκία και έγραφαν ότι ο παπά-Ευθύμ και οι υποστηρικτές του θα σταλούν στην Ρουμανία;

Ακόμα κι αν υπήρξε μια τέτοια συμφωνία, αυτό που γνωρίζουμε είναι πως ο παπά-Ευθύμ δεν απελάθηκε από την Τουρκία. Παρόλο που οι λεπτομέρειες της ανταλλαγής του παπά-Ευθύμ με τους ανεπιθύμητους Τούρκους παραμένουν ως μυστικό στις σελίδες της ιστορίας το οποίο περιμένει να αποκαλυφθεί. Υπάρχει όμως μια μικρή λεπτομέρεια που δεν μπορώ να μην την πω, η οποία με κάνει να υποθέτω το εξής:

Αν παρατηρήσουμε τα πρακτικά της συνεδρίασης του Ελληνικού Κοινοβουλίου στις 20 Δεκεμβρίου 1930, θα δούμε ότι ο Βενιζέλος, όταν υπερασπίζεται ενώπιων των βουλευτών την απόφαση που έχει πάρει σχετικά με τους ανεπιθύμητους Τούρκους, επαναλαμβάνει επίμονα ότι δεν επρόκειτο να απελαθούν όσοι είχαν αποκτήσει Ελληνική ιθαγένεια. Συνεπώς, λέω πως, όταν ο Βενιζέλος ζήτησε από τον Ινονού την απέλαση του παπά-Ευθύμ και των υποστηρικτών του, κατά πάσα πιθανότητα και ο Ινονού δεν θα απάντησε το ίδιο λέγοντας ότι είναι αδύνατον να απελαθούν όσοι είναι Τούρκοι πολίτες; Και ο Βενιζέλος που πήρε αυτήν την απάντηση, δεν πρέπει να είχε ζητήσει από την Τουρκική κυβέρνηση τουλάχιστον να δώσει ένα τέλος στις ενοχλήσεις που προκαλεί ο παπά-Ευθύμ και οι υποστηρικτές του στο Πατριαρχείο Κωνσταντινούπολης και στην Ρωμαίικη μειονότητα; Δηλαδή, η μεταξύ τους συμφωνία θα πρέπει να έχει γίνει ως ακολούθως: Οι ανεπιθύμητοι Τούρκοι που δεν είχαν Ελληνική ιθαγένεια θα απομακρύνονταν από την Δυτική Θράκη και ως αντάλλαγμα ο παπά-Ευθύμ και οι ακόλουθοι του θα απομακρύνονταν από το Ελληνικό Πατριαρχείο και τα υπόλοιπα Ρωμαίικα ιδρύματα τα οποία παραβίαζαν σε καθημερινή βάση. Άλλωστε, οι πιο διαχυτικές εξελίξεις, σημειώθηκαν μετά από αυτήν την συμφωνία…

Συνεχίζεται…

İlhan Ahmet'in açıklamaları

Azınlıkça 46
Nisan 2009

ND’nin Rodop ili sabık milletvekili İlhan Ahmet, partisinin Kozlukebir’de yapılan ilçe teşkilatı toplantısında yaptığı konuşmada, azınlık içindeki ve azınlık dışındaki aşırı uçlardan söz etti.

Sanırım kendilerini aşırı uç olarak algılayan belirli çevreleri rahatsız etmiş bu açıklama, ısrarla, “kimi kastetti?” diye sorarak rahatlamak veya bazıları da, “beni kastetti” şeklinde haykırarak saldırmak istediler.

Kimileriyse hop oturup hop kalkıyor, İlhan ismen açıklasa rahat edecekler, “Ohh! Çok şükür beni kastetmemiş!” diye… Yok, “filan kişiler aşırı uçtur” dese, o zaman da kıyamet koparacaklar…

Tabiî, bir de, daha adları bile telâffuz edilmemesine rağmen, kendisini kastettiğinden o kadar emin olanlar var ki, hiç çekinmeden sobeleniyorlar. Oysa İlhan Ahmet’in “aşırı uç” vurgusu belirsizlik içeriyor. Üstüne alan herkesi kastetmiş olabilir. Dolayısıyla bu kadar çabuk sinirlenmek ve tepki göstermek, “Evet, ben kendimi aşırı uç addediyorum” diye haykırmaya benziyor…

*
Bahse konu olayın ardından Gündem gazetesi İlhan Ahmet’le bir röportaj gerçekleştirdi ve ısrarla “aşırı uç” derken kimleri kastettiğini sordu. İlhan Ahmet bu sefer kimleri kastettiğine dair şu şekilde açıklık getirdi, “...bazı meseleleri çözmeyip, azınlıktaki çözümsüzlükten prim yapıp, menfaat sağlayanlar aşırı uçtur bana göre. Bunlar az olabilir, çok olabilir. Bu güçler nerede? Bunlar medyada olabilir, siyasetin içinde olabilir, idarî yapıda olabilir. Çözümsüzlükten rant elde etmeyi amaçlayan insanlar Batı Trakya azınlığına hizmet etmezler. Nereye hizmet ederler? Batı Trakya Türk’ünün dışında bir yere hizmet ederler. Kendilerine hizmet edebilirler, başka menfaatler olabilir. Ben bunlara karşıyım. Bunlar Yunanistan idaresinde de var, siyasetinde de var, Yunan medyasında da var, meclisinde de var. Ama azınlık içerisinde de var. ...Bir gazete Yunanistan’ın bir siyasî partisini ‘cunta’ olarak nitelendirirse, ya da bazı gazeteler eleştiri yaparken eleştiri dozunu kaçırıp, azınlık mücadelesinden, başka bir mücadeleye geçilirse o zaman olay endişe vericidir. …Yani bir azınlık gazetesinin, azınlık siyasetçilerine savaş açması, azınlık siyasetçileriyle mahkemelik olması; bunlar azınlık haklarının savunulması mücadelesinde zarardan başka bir şey değildir. Konuyu daha fazla açmak istemiyorum. Zaten anlayan anlar.”


Enver Kavaklı ve formasyonlu öğretmenlerin maaş meselesi

Azınlıkça 46
Nisan 2009

Türkiye’deki 27 Mayıs 1960 darbesinin içerisinde yer alan Kurmay Albay Sami Küçük’ün “Rumeli’den 27 Mayıs’a. İhtilalin Kaderini Belirleyen Köşk Harekâtı” adlı kitabı 2008’de Mikado Yayınları’ndan çıktı. Anılarını kaleme alan Sami Küçük, marifetmiş gibi, hani şu meşhur 27 Mayıs darbesinin bütün safhalarında, içinde ve bazen de başında bulunduğunu söylüyor. Ve tabiî yaptıklarıyla gurur duyuyor.

Rumelili olan Sami Küçük, aslen Bulgaristan’ın Samakof bölgesinden. 1876 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Türk orduları geri çekilince ailesi Samakof’tan yaya olarak Drama’ya göç ediyor. Daha sonra aile 1924’te Türkiye’ye göç ediyor. Dolayısıyla buralardan, Rumelili, Sami Küçük.

Kitabın içeriği demokrat insanların karşı çıkacağı şeyler içeriyor tabiî. Kurmay albay, darbenin ne kadar “meşru” ve “güzel bir şey!” olduğunu anlatıp duruyor kitabında, arada bir AKP’nin de kulaklarını çınlatarak.

*
Sami Küçük kitabının bir bölümünü icraatlarına ayırmış. İcraatlarını anlatırken Batı Trakya’daki formasyonlu öğretmenlerin Türkiye’den maaşa bağlanması bahsine de değinmiş. Bu sayede aslında bizlerin kısmen bildiği bir olayın, bilinmeyen bir noktası da aydınlanmış oluyor.

Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği’nin eski başkanlarından Enver Kavaklı’yı yaşlı kuşak iyi bilir. Merhum, Türkiye’de öğretmenlik eğitimi almış Batıtrakyalıların memlekete döndüklerinde azınlık ilkokullarında öğretmenlik yaptıkları ve maaşlarının köylülerce ödendiği bir dönemde, bahsekonu öğretmenlerin maaşlarının Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenmesini sağlamıştır. Ve bu yüzden özellikle eski kuşak formasyonlu öğretmenler kendisini iyi bilirler. Gerçi formasyonlu öğretmenler diye adlandırdığımız bu eğitimciler artık azınlık ilkokullarında kalmadı.Yerlerini bir bir Türkçe konusunda yetersiz SÖPA mezunları aldı… Eskilerin Yunancası yoktu, şimdikilerin ise Türkçesi...

*
Formasyonlu öğretmenlerin maaşlarının Türkiye tarafından ödenmesi konusunda bilinen, Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği Başkanı Enver Kavaklı’nın dönemin Türk Dışişleri Bakanı Selim Rauf Sarper’den konuyu halletmesini istediği ve Rauf Sarper’in de talimat vererek sorunu çözdüğü şeklindedir. İşte bu noktada Sami Küçük’ün anılarıyla konuyu ilintilemek lazım. Çünkü Sami Küçük, Dışişleri Bakanı Sarper yerine kendisine pay biçerek, olayı farklı bir şekilde anlatıyor. Kitapta yer alan bölüm şu şekilde:

Batı Trakyada’ki Türk Öğretmenler
Eski TBMM’nin Ulus’taki binasında çalışırken, Türkiye’de bulunan Batı Trakya Türk Öğretmenleri Derneği Başkanı Enver Kavaklı beni ziyarete geldi. ...Bana Batı Trakya’daki Türk öğretmenlerin çok zor durumda olduğunu anlattı. Maaşlarının Batı Trakya’daki Türklerden toplanan paralarla ödenebildiğini, hatta halkın, Batı Trakya Türklerini göçe zorlayan ekonomik baskılarla fakir düştüğünü, Türkiye’den malî bir yardım alamadıklarını, bu gidişle bir süre sonra öğretmen bulmakta zorlanacaklarını söyledi. Zaten Yunanlılar da Türk çocuklarını cahil bırakma veya Rum okullarına gitmeye teşvik eden politikalarını, dolaylı olarak destekleyeceğimizi, Lozan Antlaşması’na göre İstanbul’daki Rumlara karşılık onların mübadeleye tâbi tutulmadıklarını, Batı Trakya Türklerinin Türk olarak orada kalmak istediklerini ama Rumların yaşamı her geçen gün daha da zorlaştırdığını belirtti. Ayrıca Yunanistan’ın İstanbul’daki Rum okullarında öğretmenlik yapan Yunan öğretmenlerine sahip çıktığını, çıkardıkları bir kanunla İstanbul’daki okullarında öğretmenlik yapan Rumlara, Yunan hükümetinin her yıl bütçeden ayırdığı payın, Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu aracılığıyla her ay düzenli olarak ödendiği bilgisini de ekledi. Benzer yasal düzenlemelerin yapılarak Batı Trakya’daki Türk okullarının, Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışır şekilde canlı tutulmasını rica etti.

Bunun üzerine Milli Eğitim ve Dışişleri bakanlıklarıyla temasa geçip durumu onlara bildirdim. Her ikisinin de desteğini alarak Milli Birlik Komitesi’nin önüne götürdüm. Komite ilk toplantısında teklifi görüşerek kanunlaştırdı. Bu suretle Batı Trakya’da görev yapan öğretmenleri Türk devletinin bir öğretmeni haline getirdim…1

*
Ayrıca kitapta Sami Küçük’ün darbe sonrası Türkiye Senato Meclisi’ne daimî üye seçilmesinden dolayı gönderilmiş, Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği adına Başkan Enver Kavaklı ve Genel Sekreter Yoluş Hüseyin Ali beyin imzasını taşıyan bir kutlama mektubuna da yer veriliyor.
*
Yeni öğrendiğimiz bu olaylar ışında, Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği Başkanı Enver Kavaklı’nın, Dışişleri Bakanıyla değil, Kurmay Albay Sami Küçük ile görüşerek maaş meselesini hallettiğini öğrenmiş oluyoruz. Hele hele bahse konu kişi anılarını kitap hâline getiriyor ve bu olayı da birinci elden aktarıyorsa.

Dipnot:
1. Rumeli’den 27 Mayıs’a. İhtilalin Kaderini Belirleyen Köşk Harekâtı. Kurmay Albay Sami Küçük, Mikado Yayınları, İstanbul, s.164

Papa Eftim'in aldığı kiliseler ne olacak? -III-

AGOS
17.04.2009

Türkiye’nin, Gümülcine Konsolosu Ahmet Muhtar Batur vasıtasıyla Papa Eftim ve yandaşlarına karşılık olarak Yunan hükümetine ilettiği 450 kişilik listenin Atina’da görüş ayrılıklarına sebep olduğundan söz etmiştik. Başbakan Venizelos, Dışişleri Bakanı Mihalakopoulos ve Trakya Genel Valisi Kakoulidis, Batı Trakya’daki 150’liklerin ve Yunan vatandaşı olmayan siyasi mültecilerin sınırdışı edilmeleri fikrini desteklerken, bu görüşe karşı çıkanlar da seslerini yükseltmeye başlamışlardı.

Konu en sonunda Yunan Meclisi’ne kadar taşınır. Türkiye ile yapılan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakemlik Antlaşması ile ilgili meclis görüşmeleri esnasında Halkçı Parti (§.∫.) milletvekili İoannis Rallis, bu kişilerin sınırdışı edilmelerine karşı çıkar ve Batı Trakya’da bulunan Türkiye vatandaşı siyasi mültecilerin sınırdışı edilmelerini bir teslimiyet olarak addettiğini açıklar. Halkçı Parti Genel Başkanı Panagis Tsaldaris de aynı noktadan yola çıkarak siyasi mültecilerin can güvenliğinin tehlikede olduğunu ve Yunanistan’ın, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde, siyasi mültecileri korumakla yükümlü olduğunu belirtir.

Mecliste tartışmalar sürerken hükümet adına sözü Dışişleri Bakanı Mihalakopoulos alır ve bahse konu kişilerin Türkiye’ye iade edilemelerinin asla söz konusu olmadığını belirtir. Ardından kürsüye Venizelos çıkar ve almış olduğu kararı savunur. Venizelos kararlıdır, Türkiye ile ilişkiler normale dönecektir.

Lafı çok uzattım; aktaracağım başka şeyler var. Dolayısıyla, Venizelos’un mecliste yaptığı konuşmayı anlatmayacağım.

Muhalefet ve genel kamuoyu karşısında Venizelos, Türkiye’nin 450 kişilik listesini işleme koymaz. Sonuçta Ankara’da varılan mutabakat çerçevesinde sadece yabancı uyruklu 150’likler Batı Trakya’dan uzaklaştırılır ki, bunların toplamı 13 kişidir ve 2’si zaten bölgeyi daha önce terketmiştir. Böylece, Türkiye’nin talebi kısmi olarak yerine getirilmiş olur.

İşin garip tarafı nedir biliyor musunuz? Venizelos, Ankara’da yaptığı anlaşmayı uygulamasına rağmen, Türkiye’nin 450 kişilik yeni listesi yüzünden ne Yunanistan’da, ne de Türkiye’de sorunun kökten çözümü sağlanabilmiştir. Belki sadece sorunun boyutu küçülmüştür. Papa Eftim ve yandaşları İstanbul’dan uzaklaştırılmamış, fakat hareket alanı kısıtlanan Papa Eftim, ele geçirdiği kiliselerle iktifa etmek zorunda bırakılmış ve bu sayede, İstanbul Rum Patrikliği ve Rumlar, göreceli olarak, bir dönem rahat nefes almıştır.

Peki bu doğru mudur? Yani Rumlar gerçekten rahat nefes alabilmiş midir?

Aradan yetmiş küsur yıl geçmesine ve kiliselerden bir tanesi, daha sonraları devlet iradesiyle iade edilmiş olmasına rağmen, günümüzdeki durum değerlendirildiğinde, Rumların çok da rahat ettiklerini iddia etmek zordur. Çünkü Papa Eftimlerin karmaşık ilişkileri hakkında 30 Ocak 2008 tarihli Hürriyet gazetesinde çıkan bir haber bile, bize Rumların Papa Eftim ve ailesinden çektikleri sıkıntıyı göstermektedir.

Sahi, Hürriyet gazetesinde şöyle yazılmıştır, “Adı Ergenekon operasyonu ile gündeme gelen, örgütün ‘beyinlerinin merkezi’ denen Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi, hayli ilginç özellikler taşıyor. Türk devletinin Fener Rum Patrikhanesi’ne karşı desteklediği patrikhanenin tümü aynı aileden. Ve cemaati ‘yok’ denecek kadar az olsa da, patrikhane, çok ciddi bir mal varlığının sahibi…”

“...(B)u patrikhane, Ergenekon Operasyonu’nda yasadışı örgütün merkez üssü olduğu iddiasıyla karşımıza çıktı. Polisin verdiği bilgiye göre, Ergenekon oluşumunun toplantıları patrikhanede yapılıyor, dünya çapında ses getirecek suikast planları burada yapılıyor, gizli evrak burada saklanıyordu…”

İddialar doğrudur, yanlıştır, o mahkemenin işidir. Fakat bu kısacık alıntı bile bize bir şeyi göstermektedir: Papa Eftim ailesi karşısında İstanbul Rumları, ne Venizelos’un 150’likler takası, ne de bir başka anlaşma sayesinde, öyle rahat nefes alamamıştır. Düşünsenize, cenazeleri bile bir sorundur Papa Eftim ailesinin. Çünkü vefat ettiklerinde Rum mezarlığına gömülmektedirler. “Bu dünyada size rahat yüzü göstermedik, mezarlıkta dahi rahat yüzü göstermeyeceğiz” dercesine!..

Papa Eftim'in aldığı kiliseler ne olacak? -II-

AGOS
03.04.2009

1931 yılı itibariyle Papa Eftim’in İstanbul Rumlarını bir dönem için taciz etmeyi durdurması ve o güne kadar ele geçirdiği kiliselerle yetinmeye zorlanması, büyük olasılıkla, Türkiye ile Yunanistan arasında, 1930 yılında imzalanan anlaşma çerçevesinde gerçekleşti. Gerçi Venizelos’un beklentisi, Papa Eftim tarafından el konan kiliselerin de iade edilmesiydi tabii. Fakat Türk tarafı bir ikilemle karşı karşıyaydı. Yapılan zorunlu nüfus mübadelesiyle, anadili Türkçe olan fakat Ortodoks Hıristiyan inancını taşıyan Karamanlıların gönderilmesi, zaten Ankara’yı bin pişman etmişti. Ne yani! Şimdi de, 150’liklerden olan 10-13 kişinin Batı Trakya’dan gönderilmesiyle Papa Eftim ve yandaşları bir mi tutulacaktı? Bu sıkıntı, Türk tarafını farklı bir yöne doğru itmekteydi. Çünkü Papa Eftim’in, üç-beş 150’likten çok daha fazlasına değdiğine inanıyorlardı. Zaten iki hükümetin yetkilileri tarafından alınan karara rağmen, ileride doğabilecek olası sorunlara karşı 150’liklerin tamamının Yunanistan’dan sınırdışı edilmemesi, sadece Batı Trakya’daki 150’liklerin uzaklaştırılmaları ve başta Çerkesler olmak üzere diğer Ankara muhaliflerinin Yunanistan’da yaşamaya devam etmeleri, yapılan anlaşmanın ne kadar karmaşık bir sorun yumağı etrafında gerçekleştiğini göstermekteydi. Yunan tarihçilerin bir kısmı, Venizelos’u, Batı Trakya’daki 150’liklerle Papa Eftim arasındaki anlaşmada gösterdiği pasiflikten dolayı eleştirseler bile, büyük ihtimalle Türkiye ile Yunanistan arasındaki dengelerin karmaşıklığı bu olayda da kendini göstermişti. Yani taraflar hem çözüm istiyor, hem de kendi milli çıkarları açısından çözümün yeni sıkıntılar doğurmasından endişe ediyorlardı. Bu yüzden, iki taraf, Ankara’daki uzlaşmanın ardından derhal sorunun halli noktasına odaklanırken, çeşitli dengeleri göz önünde bulundurarak opsiyonel değişikliklerde bulundular.

Venizelos Ankara’dan Atina’ya döndüğünde, Trakya Genel İdaresi Bakanı Georgios Kakoulidis’e konu hakkında talimat verdi: “150’liklerden Yunanistan vatandaşları olmayanlar Batı Trakya’dan uzaklaştırılacaktır!” Fakat bu sırada Papa Eftim’in üç-beş 150’likle takasını az bulan Türkiye, Gümülcine’deki konsolosluğuna, yeni hazırlanan bir listeyi Trakya Genel İdaresi’ne iletmesi için talimat vermişti. Venizelos’un Ankara ziyaretinden sadece bir ay sonra gelen bu hamleyle, Gümülcine Konsolosu Ahmet Muhtar Batur, bahse konu listeyi Kakoulidis’e sundu. Yalnız, sunulan listede Yunan tarafının beklemediği, farklı bir durum vardı: Liste, hiç de beklendiği gibi 10-15 kişilik değildi. Muhtar Batur, sadece 150’liklerin değil, diğer siyasi mültecilerin ve hatta Türkiye’deki yeni laik rejime karşı çıkan bazı Batı Trakyalı Müslümanların da sınırdışı edilmesi talebiyle, toplam 450 kişilik bir listeyi Kakoulidis’e sunmuştu. Anlaşılan, Türk tarafı Papa Eftim’e biçilen değeri artık az buluyordu!

Türk konsolosuyla yaptığı görüşmeyi Atina’ya rapor eden Kakoulidis, Konsolos Batur’un verdiği listedeki sayının beklenenden çok yüksek olduğunu, buna gerekçe olarak konsolosun kendisine sınırdışı edilecekler konusunda Türkiye’nin olaya büyük bir boyut kazandırmak istediğini, listedeki kişilerin sınırdışı edilmeleri durumunda Batı Trakya’da Türk azınlığına huzur ve barış ortamının gelebileceğini ve ayrıca Yunan hükümeti aleyhinde yazılar yayımlayan Yeni Adım gazetesinin de bu tavrından vazgeçeceğini söylediğini yazıyordu. Kakoulidis, bu konudaki yorumunu da rapora ekliyordu tabii: “Yunan vatandaşlarının sınırdışı edilmesinin asla söz konusu olamayacağını konsolosa ifade ettim. Fakat bunun dışındaki kişiler için öne sürülen argümanları ben de makul buldum.”

Kakoulidis böyle diyordu, ama Yunanistan açısından işin şekli de değişiyordu yavaş yavaş. Türkiye’nin sunduğu 450 kişilik sürpriz liste, Atina’da görüş ayrılıklarına sebep oldu. Venizelos, Ankara’da vardıkları uzlaşmayı önemli gördüğünden, bu yeni talebin bir şekilde uygulanmasını desteklerken, bu görüşe karşı çıkanlar da artık seslerini yükseltmeye başlamışlardı. Diyorlardı ki, “Türkiye tutuyor, 450 kişilik bir liste sunuyor, sizse Papa Eftim ve yandaşları dediğimiz, topu topu 10-15 kişilik bir listenin bırakın sınırdışı edilmesini, İstanbul’dan uzaklaştırılmasını bile sağlayamıyorsunuz! Yokuşa sürüyorlar işi, anlamıyor musunuz?”

(devam edecek)



Free Blogspot Templates by Isnaini Dot Com and Supercar Pictures. Powered by Blogger