Balkanlarda Türkçe yer adları kılavuzu

Azınlıkça
Sayı: 43
Ocak 2009

M. Türker Acaroğlu’nun 2006 Auğstos’unda yayımlanan “Balkanlarda Türkçe yer adları kılavuzu” Yunanistan’la ilgili çok fazla hatayı içeriyor. Kitap yeni olmasına rağmen özellikle Batı Trakya köyleri ile ilgili aktarılan bilgiler hem eski hem de yanlış. Mesela kitapta şu ifadelere yer veriliyor:

Rodop iline bağlı Ircan için, “Açık hava hapishanesi durumuna getirilip adı haritadan silindi...” s. 364.

İskeçe’deki Şahin köyü için, “Şimdilerde askerî yasak bölge sınırları içerisinde olup üç Türk bir araya gelince karakola götürülür...” s. 534

Rodop iline bağlı Menetler için, “Açık cezaevi durumuna getirilip adı haritadan silindi...” s. 455

Rodop iline bağlı Kozlukebir için, “Açık cezaevi durumuna getirildi, adı haritadan silindi...” s. 422

Yassıören için, “Üç Türkün bir arada bulunması, köyler, bucaklar, kentler arasında seyahat etmesi yasaktır. Hemen karakola götürülüp sorguya çekilir, para cezası alınır!..” s. 558

Üçgaziler için, “Açık cezaevi durumuna getirilip adı haritadan silindi...” s. 549

Sınırdere için, “Açık cezaevi durumuna getirilip adı haritadan silindi...” s. 524

Sendelli için, “Son yıllarda Türklere ait topraklar mera yapılacağı bahanesiyle ellerinden alınıp kamulaştırılmış, amaç Türkleri yok etmektir...” s. 521

Kitapta bunlara benzer yüzlerce örnek var. Tabiî bir noktada yazar haklı, Batı Trakya’da açık hava hapishanesi yapılmak istendi ve daha pek çok başka sebepler de öne sürerek azınlığa ait arsalar istimlak edildi. Fakat bütün bunlara rağmen açık hava hapishanesi yapılmadı, bahsi geçen köyler de haritadan silinmedi. Keşke Acaroğlu araştırmasını daha yeni kaynaklarla zenginleştirse, haritadan silinmeyen köylerimizi silindi diye göstermeseymiş. Maalesef bir “Balkanlarda Türkçe yer adları kılavuzu” daha düzgün çalışma yapılmadan yayımlanmış. Anlaşılan Balkanların kaderinde bu var, bir türlü düzgün bir kılavuz çıkarılamıyor.

Örnek alsak fena mı olur!

Azınlıkça
Sayı: 43
Ocak 2009

Eskiden İstanbul Ermeni azınlığı da içine kapanık bir toplumdu. Sadece Ermenice yayınlanan gazeteleri ve içe dönük yapıları nedeniyle Türklerle ilişkileri kişisel olmaktan öte geçemiyordu. Gerçi çoğunluk itibarıyla evlerinde anadil olarak Türkçe kullanıyorlar, Ermeni azınlık okulları yerine özel okulları tercih ediyorlar ve Türk toplumunun içerisinde kolay kolay ayırt edilemiyorlardı. Fakat basın alanında Ermeni azınlığını sadece Ermenice yayımlanan gazetelerle götürüyorlardı, ta ki Hrant Dink Agos’u kurana kadar…

Hrant Dink’in Agos’u Türkçe olarak yayın hayatına başladığında Ermeni cemaatinin tepkisiyle karşılaştı. Zaten Ermenice, Türkçe’nin baskın gücü karşısında günden güne eriyordu ve Hrant Türkçe’nin giremediği azınlık basınına şimdi Türkçe’yi sokuyordu; hem de bir iki makale şeklinde değil, gazetenin tamamını Türkçe çıkarıyor, Ermenice’ye ise sadece bir iki sayfalık ek olarak yer veriyordu.

Tepkiler kolay kolay dinmedi, Ermenice’nin yok olmaya yüz tuttuğu bir süreçte Türkiye Ermenileri Hrant’ın yaptığını kolay hazmedemedi. Her ne kadar evlerde Türkçe konuşulsa bile azınlık gazeteleri Ermenice, Rumca olmalıydı…
*
Hiç düşünmez mi insanlar acaba Hrant Dink’i bunca Türk neden seviyor diye! Üstelik sevilsin düşüncesiyle, o ne Ermeniliğinden ödün vermişti, ne de düşüncelerinden. Peki neden seviliyordu Hrant? Türkler neden cenazesinde bile onu yalnız bırakmamıştı?

Bütün bu soruların cevabı çok basitti aslında; çünkü Hrant Türklere karşı insanın en güzel özelliğini kullanmıştı: DİLİNİ!

Hrant Dink Türkçe’yi kullandığı için sevilmişti. Düşüncelerini, duygularını Türkçe dile döktükçe Türkler Hrant’ı tanımış, kendisinde ortak paydalar bulmuşlardı. Uzun lafın kısası, Ermenice konuşmuş, Ermenice gazete çıkarmış olsaydı eğer, Hrant Dink bu kadar sevilmez ve en önemlisi Ermeni toplumuna bu kadar faydalı olamazdı. Hiç unutmuyorum, sevmeyeni de çoktu Hrant’ın. Ama sevmeyenleri bile Hrant’ın Türkçe konuşmasından, Türkçe yazmasından dolayı onu sevmedi. Ya söylediklerini beğenmediler, ya da yazdıklarını. Çünkü bir Ermeni Türkçe yazıyor, Türkçe ifade ediyordu düşüncelerini.

Ne enteresandır, bugün İstanbul Ermenileri dendiğinde ilk akla gelen Ermeni Patrikliği değildir, ne de Ermeni Patriği veya Ermenice gazeteler... İlk akla gelen Agos’tur, Hrant Dink’tir, Etyen Mahcupyan’dır, Sevan Nişanyan’dır ve diğer Türkçe makale yazan, kitap çıkaran insanlardır. Onlar doğru olanı yapmışlar, çoğunluk toplumuna dertlerini, sıkıntılarını, duygularını çoğunluk diliyle aktarmışlar. Onları okuyan insanlar Ermenilerin de Türkiye ekonomisi, politikası hakkında yazı yazabileceğini, hatta Türkçe hakkında sözlük çıkarabileceğini görmüş ve imrenerek bakmışlardır.

Benim bile evimdeki lügatler arasında Sevan Nişanyan’ın hazırladığı “Çağdaş Türkçe’nin Etimolojik Sözlüğü” var. Sevan Nişanyan bir Ermeni, Türkçe’nin etimolojik sözlüğünü hazırlayabilecek kadar Türkçe’yi bilen, yani çoğunluk diline vakıf bir Ermeni. Türk’üm diyen ama Türkçe’yi düzgün konuşamayan, imla hatası yapmadan üç beş satır karalayamayan nice Türk bilirim ben. Ve Türkçe’yi bu kadar iyi kullanan, yazan Ermeni dostlarımı gördükçe şaşarım hâlimize. Ne yalan söyleyeyim, gurur duyuyorum Hrant Dink’le ve diğer Türkçe makale yazan Ermenilerle. Çünkü onlar bizim yapamadığımız şeyi yapıyorlar: Çoğunluk dilinde seslerini duyuruyorlar.
*

Bizden de Hrantlar, Etyenler, Sevanlar çıkar mı acaba? Bizden de birisi Atina basınında hiç değilse haftada bir defa olsun yazı karalayabilir mi veya Yunanca azınlık gazetesi çıkarabilir mi acaba?

Sakın kimse bana Türkçe’nin Batı Trakya’daki öneminden falan bahsetmesin lütfen! Rıza Kırlıdökme gibi Türkçe bilmeyip Türkçe’yi savunanlardan, düzgün iki satır Türkçe yazı yazamayan önde gelenlerden anlayın bunu! Türkçe diye diye batıyoruz!.. Türkçe’yi bilmeyen Türklerle yürüdük Batı Trakya’da bunca yıldır. Ermenice’nin yok olmaya yüz tuttuğu bir süreçte Türkiye Ermenilerinin Hrant’ın yaptığını kolay hazmedemediğini, Agos’u da kolay kabullemediklerini hatırlayın. Fakat sonuçta ne olduğunu unutmayın: Türkiye Ermenilerinin sorunlarına yer veren Agos, bugün Türkiye’de en çok okunan, benim bile yazı yazdığım çok ünlü bir azınlık gazetesi. Türkler, Ermeni azınlığını Türkçe yayımlanan Agos sayesinde, Türkçe makale yazan Ermeni yazarlar sayesinde tanıyor. Biz de bunu örnek alsak fena mı olur! Yunanca sesimizi duyuracak bir köşe yazarına o kadar muhtacız ki…

Patriklik Ruhani Meclisi’nin kararı ve patrik

Agos
09/01/2009
Sayı: 667

Ruhani Meclis’in, görevini tam olarak yerine getiremeyen Patrik II. Mesrob hakkındaki “ömür boyu” makamında kalacağı açıklaması ve devamındaki tartışmalar, bana bizim Batı Trakya’da içinde bulunduğumuz durumu çağrıştırdı. Başta Agos olmak üzere, Ruhani Meclis’in kararına gösterilen tepkileri okudukça, tecrübelerime dayanarak, basına yansımayan ateşli tartışmaların da sürdüğünü tahmin edebiliyorum.

Bu tür sorunlarda ben hep şunu gördüm: Sorunun çıkış noktası dinsel olduğuna göre, konu önce dini açıdan açıklığa kavuşturulmalıdır. Çünkü dini ritüeller kapsamında olan bir konuyu bağlı olduğu dinin ekseninde iyi bilmeden yapılacak her yorum, sorunu daha da açmaza doğru sürükleyebilir.

Ortodoks inancının kilise teamülleri çerçevesinde şekillenen bir kuralı var: Patrikler son nefeslerini verecekleri ana kadar patriktir. Ayrıca, sadece patrikler için geçerli değildir bu kural, mesela metropolitler için de geçerlidir.

Ne kadar enteresandır; bu uygulamanın benzeri bizde de bulunmaktadır. En azından Yunanistan’daki devlet erkanının Müslüman din adamlarına karşı yaklaşımı bu yöndedir ve bu uygulamayı pek sevmişizdir. Bizde de müftüler, çok özel durumlar karşısında görevlerini bıraktıkları, ayrılmak zorunda bırakıldıkları veya azledildikleri durumları istisna tutarsak, ölene kadar müftüdürler. Mesela 1927’den bu yana, sadece İskeçe’de, Hüseyin Hüsnü, Hafız İlyas, Ali Fehmi Efendi, Sabri Efendi ve Mustafa Hilmi son nefesini verinceye kadar müftülük makamında kalmışlardır.

Dile kolay; Mustafa Hilmi tam tamına 41 yıl müftülük yapmıştır. Sadece bu mu? Yunanistan’daki müftülerin tamamı, Ortodoks mezhebindeki ruhani meclisin benzeri dini bir kurul veya azınlığın milletvekillerini de barındıran bir heyetin önerisiyle, devlet tarafından atanmıştır. 1991 yılında müftülük sorunu başgösterene kadar bu sistem devam etmiştir. 1991’den sonra ise, İskeçe Müslümanları, biri devlet tarafından atanmış, diğeri ise camilere gelen erkeklerin seçtikleri müftü olmak üzere iki müftüyle tanışmışlardır. Dolayısıyla, İskeçeliler, artık, ölümüne kadar görevinin başında bulunan tek değil çift müftüyle yaşamaktadır. Beterin beteri var yani…

Sorun zaten görevin tevdi edilmesinde değil, verilen görevin ömür boyu sürmesindedir. Elbette, tarih boyunca patriklerin görevini bıraktığı, ayrılmak zorunda bırakıldığı veya azledildiği durumlar da vardır. Fakat genellikle bu tür vakalar daha çok hükümdarın buyruğu ile veya dünyevi nedenlerden dolayı gerçekleşmiştir. Üstelik, bu tür uygulamalar genel teamülün devam etmesine engel de teşkil etmemiştir. Seçilen bütün diğer patrikler yine aynı teamül çerçevesinde, vefat edecekleri ana kadar patrik olmak kaydıyla seçilmektedir. O halde, bir istisna olarak patriğin vefatından önce yeni bir patrik seçmenin yolu yine Ruhani Meclis’in onayıyla gerçekleşebilir.

Sakın bütün bunları seçim yapılmasına karşı olduğum düşüncesiyle söylediğim zannedilmesin. Tam aksine, ben patriğin de müftünün de vefatına kadar görevinde bulunmasının doğru olmadığına inananlardanım. Ve sorunun temelinde, gerçekte bu kuralın yattığını sizlere göstermeye çalışıyorum. Çünkü sorun sadece Patrik II. Mesrob’un sağlık durumu ve Ruhani Meclis’in kararı değildir. Sorun, din adamlarının ölene dek görevde durmaları konusudur. Bugünü halletseniz bile yarın aynı sorun tekrar nüksedebilir. Türkiye Yahudilerinin bunu çözdüğünü, hahambaşı seçiminin 7 senede bir gerçekleştiğini ve 2009’da da yine seçimleri olduğunu unutmayalım. Ömrü hayatı boyunca patrik olmayı engelleyecek daha işlevsel bir sistem gelecek nesillere bırakılabilir mi? Bence odaklanacak yer bu olmalı…



Gülünç duruma düşmek pahasına azınlık eğitimi


Azınlıkça
Sayı 42

Eğitim Bakanlığı, “Pontuslu ve Yabancı Uyruklu Çocukların Katılımı ve Müslüman Çocukların Eğitimi” adlı programın ihalesini kasım ayında ilan etti. Anlaşılan o ki, 21 Kasım’da ilan edilen eğitim programı, Frangudaki ekibinin 1997 Eylül’ünden 2008 yılına kadar sürdürdüğü “Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı”nın (PEM) yerini alacak.

1997 yılında iktidarda Pasok hükümeti vardı. Dolayısıyla Anna Frangudaki ve Thalia Dragona başkanlığında Atina üniversitesince yürütülen “Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı”nı dönemin Pasok iktidarı başlatmıştı. Avrupa Birliği fonlarından ayrılan kaynak dışında, Eğitim Bakalığı’ndan da mali destek alan program, Pasok iktidarının ardından ND hükümetiyle aynı şekilde ve süresi bitince de uzatılarak devam etti. Oysa yeni hükümet, Atina üniversitesinin dışında Trakya üniversitesinin de talip olduğu bu programı ikinci döneminde pekala Trakya üniversitesi sorumluluğundaki bir ekibe teslim edebilirdi. Hele hele “Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı”nın başında sol görüşlü ve Pasok partisine yakın akademisyenler varken, ND hükümetinin kendi görüşüne yakın akademisyenlerle bu işi yürütmesi, belki de partizanlık açısından, en makul tercih olmalıydı. Fakat ND iktidarı bu yolu seçmedi, programı aynı ekibin yürütmesini istedi.

Programın mimarlarından olan Thalia Dragona, bugün Pasok partisinin Meclis’teki milletvekillerinden biri. Atina üniversitesindeki akademik kariyerine ve programdaki görevine ara veren Dragona’nın son genel seçimlerde Pasok partisinden milletvekili olarak adaylığını koyması, ND partisi tarafından şaşkınlıkla karşılanmamıştı elbette; beklenen bir olaydı bu. Fakat ND iktidar olduğu dönemde, Pasok yanlısı akademisyenlerle programın ikinci dönemine devam kararı aldığında, bu elbette herkes tarafından şaşkınlıkla karşılandı.

Yunanistan’daki partizanlık o derece insanların kanına işlemiştir ki, bu tür bir tercihin kolay kolay gerçekleşmesi mümkün değildir. Dolayısıyla ND hükümetinin Frangudaki ekibiyle devam etme kararı Yunanistan açısından başarı ile doğru orantılı bir tercihin yapıldığı, partizanlığın galebe çalamadığı ender vakalardan biri olarak kayda geçmeli.

Programın değerlendirmesi birçok defa yetkili ağızlardan yapıldı. Çoğunluk basınının bile mesafeli yaklaştığı program, azınlık basınında da, neredeyse her zaman, olumsuz yorum ve haberlerle gündeme geldi. Azınlık basının program ile ilgili en fazla rağbet ettiği haber Anna Frangudaki’nin azınlık okulları hakkındaki düşüncelerini ifade ettiği bir beyanatıydı. Frangudaki, daha sonra Azınlıkça’ya verdiği röportajında da tekrar ettiği gibi, Azınlık okullarının ne denli düzelse de iyi okul olamayacağını ve dolayısıyla gerekli düzenlemeler yapılması kaydıyla azınlığın devlet okullarında çoğunlukla birlikte eğitim görmesinin doğru olduğunu söylüyordu. Ayrıca Anna Frangudaki bu görüşlerine dayanak olarak, ikidilli eğitim konusunda uzman olan Jim Commins’in Gümülcine’deki incelemelerini ve bunun neticesinde azınlık okullarının yetersiz olduğu ile ilgili açıklamasını hatırlatıyor ve başka devre ait olan azınlık okulları yerine bütün derslerin devletin dilinde yapılacağı, aynı zamanda sistemli olarak Türk dili ve edebiyatının seçmeli ders olarak okutulacağı devlet ilkokulu, ortaokulu ve lisesi öneriyordu.

Alternatif olarak sunulabilecek özel okul bahsine hiç girmeden ve ayrıca eğitim açısından doğruluğu bir yana, maalesef Frangudaki’nin azınlık okulları ile ilgili açıklamaları “Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı”nın tamamlandığı son güne kadar aleyhinde bir argüman olarak kullanıldı. Eklemekte fayda var, program Yunanca öğretiminde yararlanmak üzere Pomakça birkaç sözcüğü müfredatına alınca da tepkiyle karşılaşmış ve hemen bu kelimeleri programdan çıkarmıştı. Ayrıca program hakkında olumsuz bir görüş olarak azınlık öğrencilerine neden sadece Yunanca öğretildiği, esas sorunun Türkçe olduğu şeklinde nakarat haline gelmiş itirazı da eklemekte yarar var.

10 yıl boyunca Azınlık ileri gelenleri, siyasetçileri, öğretmenleri ve pek çok dernek yetkilileri “Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı”na karşı olumsuz bir tavır sergilemiş olsa da, azınlık içerisinde azınlığı oluşturan bir çağdaş kesim bahse konu programı destekledi, açık destek verdi ve programın azınlığın menfaatine olduğunu savundu. Azınlık içerisinde azınlığı oluşturan bu entellektüel zümrenin programa verdiği desteğin nedenini iki üç ana madde halinde özetlemek mümkün:

A: Frangudaki programı Yunanca öğretiminde Türkçeyi kullanmıştır. Programın yürürlükte olduğu 10 yıl boyunca iki tane Yunanca-Türkçe sözlük yayınlanmış, 8-12 yaş arası için bilgisayar programı şeklinde Türkçe karşılıklarını bulabilecekleri bir sözlük hazırlanmıştır. Program Türkçeyle barışık ve anadile saygılı yaklaşmıştır. Program Yunanca’nın öğrenimini, destekleyici dil olarak Türkçe’ye dayandırmıştır.

B: Frangudaki programı sayesinde azınlık öğrencileriyle iletişim kurmak isteyen, öğrencilere daha fazla yararlı olmak isteyen Yunan öğretmenler Türkçe öğrenmeye başlamışlardır. Program Yunan öğretmenler için Türkçe kursları düzenlemiştir.

C: Yunanca öğrenimi için azınlıkta ciddi bir talep ve istek vardır. Frangudaki programı azınlığın kimliğini reddetmeden Yunanca öğretmiş, pedagojik açıdan azınlık çocuklarının anlayabileceği çağdaş yöntemlerle ve kültürlerarası eğitim ilkelerine dayanarak ders kitapları hazırlamıştır.

D: Kapsama alanına girmemesine rağmen Program, tamamı İstanbul ve Batı Trakya azınlık bireylerinden oluşan bir heyet tarafından ve devlet okullarında okutulması amacıyla ve belki de alanındaki en cesuru olan yardımcı Türkçe ders kitabını hazırlamıştır.

*
Program yetkililerinin 10 yıllık serüvenlerinin mühasebesini yaptıklarında hayıflandıkları noktalar da vardır. Anna Frangudaki, hem çoğunluk hem de azınlık karşısında, doğrudan siyasî bir karşıtlık ve sürtüşmeden kaçınmak için siyasî baskılar karşısında geri adım atmış olmalarından hayıflanmaktadır mesela. Kitaplarından ve eğitsel araç gereçlerden çeşitli şeyleri çıkarmayı kabul etmelerinden, kimi zaman bir fotoğrafı, kimi zaman birkaç sözcüğü çıkardıklarından dolayı pişmandır. Bunu yaptıkları hata olarak değerlendirmektedir.

*
Eğitim Bakanlığı’nın, “Pontuslu ve Yabancı Uyruklu Çocukların Katılımı ve Müslüman Çocukların Eğitimi” adlı programın ihalesini yaptığından ve anlaşılan bu yeni programın Frangudaki ekibinin 2008 yılına kadar sürdürdüğü “Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı”nın yerini alacağından bahsediyorduk. Bu yeni programın azınlığa bakan kısmı kısaca şu şekilde:

-Ortaokul öncesi veya azınlık okulundan devlet okuluna geçiş yapan öğrencilere destek amaçlı yaz kursları.

-Azınlığın yaşadığı bölgelerde 10 adet kalıcı veya gezici “Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Merkezleri”nin yapılandırılması ve merkezlerde Yunanca, matematik ve bilgisayar derslerinin verimesi.

-Başta Yunanca olmak üzere derslerle ilgili ek destek programları.

-Anadili Yunanca olmayan öğrencilerin eğitim sistemine dahil edilebilmeleri için okul harici destek birimlerinin faaliyete geçirilmesi.

-Bahse konu merkezlerde öğrencilere ek eğitim malzemesi ve kitap temin edilmesi, öğrenci, veli ve eğitimcilere internet olanağı.

-Başta ders kitapları olmak üzere yeni eğitsel materyallerin hazırlanması

Her ne kadar eğitsel açıdan bir eksiği olmasa da, azınlığın anadiline ve kimliğine saygı noktasında Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı yeni program, eski programı aratacak gibi gözüküyor. Keşke azınlık içerisinde 10 yıl boyunca “Müslüman Çocukların Eğitimini Destekleme Programı”nı eleştiren, beğenmeyen ve olumsuz tavır sergileyenler, hiç değilse ne kadar yanlış yaptıklarını “Pontuslu ve Yabancı Uyruklu Çocukların Katılımı ve Müslüman Çocukların Eğitimi” adlı programın ihalesini görünce itiraf edebilselerdi. Ama nerede!..

Amacı çözüm değil de, sorunların devamı olan azınlık yetkililerinin bu yeni programdan daha da hoşnut olacaklarını şimdiden söyleyebiliriz. Çünkü şimdi daha fazla itiraz edebilecekleri, daha fazla azınlık eğitimi ihlalleri adına bağırabilecekleri bir ortam oluşmakta… Zaten dikkat edilirse azınlık adına dile getirilen talepler, azınlık çocuklarının birey olarak düzgün eğitimi ile ilgili değil, azınlık eğitiminin statüsü ile ilgilidir.

*
Ben mi yanlış görüyorum, azınlık eğitimindeki sorunların ve çözüm önerilerinin tartışılması için Yüksek Kurul’un toplanmasını önerenler, Türkiye ile Yunanistan arasındaki anlaşmalarla kararlaştırılan ve azınlık eğitimini düzenleyen maddeler dışında hiçbir inisiyatifi kabul etmeyenler değil mi? O halde neyin çözüm önerilerini tartışacaklar? Lozan’da temeli oluşturulan, 1951 Kültür anlaşması ve 1968 protokolleri ile hitama erdirilen azınlık eğitiminin çerçevesi dışında ne tür bir öneri getirebilirler ki? Bu çerçeve dışında hiçbir çözüm önerileri olamayacağına göre bahse konu antlaşma, anlaşma ve protokolde yer alan maddeleri alt alta sıralamak ve bunları öneri diye sunmak mı çözüm önerisi oluyor?

Anna Frangudaki, azınlık öğrencilerinin %25’inin azınlık ortaokullarında, %75’inin ise devlet ortaokullarında okuduğunu ifade ediyor. Benim elimdeki verilere göre de, azınlık öğrencilerinden 2008-2009 yılında Türk üniversitelerinde okumaya hak kazananların yaklaşık %25, Yunan üniversitelerini kazanların ise %75 olduğu gözüküyor. Dolayısıyla, açık açık azınlığın eğitim sürecindeki son durumu, sınırlı alana kapatılmış azınlık eğitimi yerine, azınlık bireylerinin kişisel çözüm bulmalarını ön şart koşuyor. Mesela yabancı dil kursları azınlık eğitiminin kapsama alanına girmiyor, ama alternatif arayışların arasında kendisine yer bulabiliyor.
*
Cemil Beyin ifade buyurduğu gibi, azınlık eğitimi konusunda daha fazla gülünç duruma düşmek ve daha fazla rezil olmak pahasına sorumu tekrarlayayım: Gündemciler arasında çocuğunu devlet anaokuluna, yuvasına, kreşine veya ilkokuluna gönderen var mı? Eğer varsa, acaba daha fazla gülünç duruma düşmüş ve daha fazla rezil olmuş kişi ben mi olurum, yoksa sizler mi?

Mazbut durumdaki Rum Vakıfları ve Danıştay’ın kararı


Agos Gazetesi
Sayı: 663

Sonunda, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Büyükada Rum Yetimhanesi Vakfı’nın, mazbut vakıflar arasına alınmasına ilişkin Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kararının iptal istemini reddeden yerel mahkeme kararını bozdu ve böylece, mazbut durumdaki 24 Rum vakfından biri olan Büyükada Rum Yetimhanesi Vakfı, 1997 senesinden bu yana sürdürdüğü hukuki sürecin sonucunda ve en nihayetinde mazbut olmaktan kurtuldu. Bundan, böyle yönetimini doğrudan doğruya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yürüttüğü evkaf-ı mazbuta arasında Büyükada Rum Yetimhanesi Vakfı yer almayacak.
Bu güzel haber, sadece Türk basınında değil, Yunan basınında da geniş yer buldu. Haberlerde çoğu kez sadece vakfın Türkiye’deki hukuki süreci değil, bununla birlikte, yine aynı konu ile ilişkili olarak, Fener Rum Patrikhanesi’nin Türkiye aleyhine AİHM’de açtığı ve kazandığı 14340/05 sayılı dava da hatırlatıldı. Basında yer alan haberlerde, Yunan hukukçular, Türk Danıştayı’nın Büyükada Rum Yetimhanesi Vakfı ile ilgili kararında en büyük etkenin Fener’in AİHM’ye taşıdığı davada mahkemenin Patrikhane lehine karar vermesi olduğunu belirtiyorlar. Esasında hukuken iki ayrı konu olsa da, gerek AİHM’nin gerekse Danıştay’ın kararlarını birbiriyle bağlantılamak makul gözüküyor. Çünkü iki davanın çıkış noktaları örtüşüyor.
Hatırlanacağı üzere, İstanbul Rum Patrikliği’nin AİHM’ye taşıdığı dava, Büyükada’da Rum Yetimhanesi Vakfı tarafından yetimhane olarak kullanılan, fakat Patrikhane’nin tapulu malı olan gayrimenkul ve toplamda 23.255 m2 olan arsanın, Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM) tarafından mazbut ilan edilen Büyükada Rum Yetimhanesi Vakfı’nın malı olarak tescil edilmesi ile ilgiliydi. Patrikhane AİHM’ye başvurarak bu karara itiraz ediyor ve 1902 yılında satın aldığı gayrimenkulün haksız yere elinden alındığını belirtiyordu. AİHM, işte bu noktada İstanbul Rum Patrikliği’ni haklı buluyor ve yetimhane olarak kullanılmış olan binanın ve diğer gayrimenkullerin Patrikhane’ye iadesine karar veriyordu. AİHM’ye taşınan davada kullanılan argümanlardan biri, Büyükada Rum Yetimhanesi Vakfı ile ilgiliydi. Çünkü vakıf önce mazbut ilan edilmiş ve VGM’nin doğrudan doğruya yönetimine geçtikten sonra Patrikhane aleyhine gayrimenkul ile ilgili hak talebinde bulunulmuştu. Dışarıdan bakıldığı zaman Patrikhane’nin malında hak iddia eden Büyükada Rum Yetimhanesi Vakfı’ydı. Fakat biraz dikkat eden herkesin fark edeceği gibi, vakfın yönetimi el değiştirdikten sonra gayrimenkul ile ilgili bu talep ortaya çıkmıştı. AİHM’ye taşınan dava sırasında, vakfın asıl yöneticileri, mazbut kararına Türkiye’deki iç hukuk çerçevesinde itiraz etmiş ve bu hukuki süreç de henüz sonlanmamıştı. Dolayısıyla, iki dava, bir açıdan birbirleriyle bağlantılıydı. Yunanistan’daki hukukçular “AİHM’nin kararı Danıştay’ın kararına etki etmiş olabilir” diyor ve olayı bu noktadan değerlendiriyorlar.
Danıştay’ın Büyükada Rum Yetimhanesi Vakfı ile ilgili kararı hakkında, Yunan basınında yer alan belki de en önemli açıklama, AİHM’de İstanbul Rum Patrikhanesi’nin avukatlığını üstlenen ve ayrıca Yunanistan’daki Trakya Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Yannis Ktistakis’ten geldi. Ktistakis, Batı Trakya’da yayımlanan yerel Hronos gazetesine verdiği demeçte, Danıştay’ın bu kararının Türkiye’de mazbut durumdaki diğer 23 Rum vakfı için de hak arama mücadelesinin yolunu açtığını belirtti.
AİHM’de görülen Büyükada Rum Yetimhanesi hakkındaki davada İstanbul Rum Patrikhanesi’nin avukatlığını yapmış olan Yannis Ktistakis’in Türkiye’deki Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun Büyükada Rum Yetimhanesi Vakfı’nı mazbut olmaktan kurtaran kararı ile ilgili yorumlarının önemli olduğunu düşünüyorum. O yüzden, Ktistakis’in açıklamasına dönelim: (Çoğu yerde kısalttım veya anlaşılması için küçük eklemelerde bulundum. Bu yüzden Türkçe tercümede hata varsa tarafıma aittir)
“(...) Böylelikle, biri temmuz ayında AİHM’de, diğeri de şimdi çıkan Danıştay kararı olmak üzere toplam iki hukukî zafere imza atıldı. Türkiye’de bunlar da oluyor…
(...) Bu iki önemli zaferi bir kenara koyalım ve biraz da oradaki Rumların ve Yunanistan’ın bugüne kadar yaptığına bir göz atalım. Bugüne kadar hep, ‘Bırakın karşı çıkmayalım, mahkemelere başvurmayalım, hukukî mücadele vermeyelim’ deniliyordu. Fakat sadece hukuk yoluyla sonuç elde ediliyor, pazarlıkla değil.
(...) Elde edilen hukukî zaferler, gerek Yunanistan’da gerekse Türkiye’de devamında iyi niyeti de beraberinde getirir. Biri diğerini de harekete geçirir. Yalnız mahkemelere başvurulacak konular büyük özenle seçilmelidir. Toplu bir şekilde, yani bakın burada kalabalığız ve hepimiz mahkemeye başvurabiliriz şeklinde olmamalıdır. Tabii ki, bir Rum vakfının mazbut ilan edilmesi gibi önemli konuları şansa bırakmamalıyız. Çünkü öyle yapıldığı zaman, sonra ikinci bir karar, ardından üçüncü bir karar çıkar ve mazbut vakıf sayısı 24’e ulaşır.
(...) Rum azınlığın diğer mazbut vakıflar ile ilgili ne yapacağını bilmiyorum. Sanırım yeni hukukî şartları göz önünde bulundurarak konuyla ilgili tutumlarını yeniden gözden geçireceklerdir. Şunu söylemek isterim ki, hukukî mücadeleler yasal mücadelelerdir…
(...) Hukuk yoluyla çözüm bulmaya çalışmak, yasal, barışçıl ve uygar çözüm arayış şeklidir. 1955 ve 1964 yıllarında yaşanan olaylar sonucunda Yunanistan’ın o zaman nasıl AİHM’ye ve diğer mahkemelere başvurmadığına şaşıyorum…”
Yannis Ktistakis’in yorumu dışında, dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. Anlaşılan, AİHM’nin Türkiye ve Yunanistan’daki azınlıklar ile ilgili kararları devletlerin esnek davranmalarına katkı sağlıyor. Bu konuda ulusalcı kesimlerin çok hayıflanmasına da gerek yok. Çünkü AİHM 2008’de sadece İstanbul Rumlarını ilgilendiren kararlar vermedi, İskeçe Türk Birliği ile ilgili AİHM kararı da aynı yıl içerisinde açıklandı. Ayrıca, Türkiye ve Yunanistan’da, yine 2008 yılında, eşzamanlı olarak, yeni vakıflar kanunu meclislerde onaylandı. Dolayısıyla, azınlıklar konusunda gerek AİHM’nin kararları gerekse Danıştay’ın bahse konu kararı, gelecek adına çok büyük adımların işareti olarak algılanmalıdır. Ne yani, tarih ille de tek yönlü akacak değil ya! Bakarsınız, 2009’da Kıbrıs sorunu bile çözülür…

Yaz Bakalım adını


Azınlıkça
Sayı: 41
Kasım 2008

Gündem gazetesinin istisnasız bütün yazarları, azınlık çocuklarının azınlık okullarında okumaları konusunda ısrar ederler. Gazetenin kimi yazarı, devlet ilkokulunda okuyan bir İskeçeli kızımızın adını “Havva” yerine “Hava” diye yazmasını örnek göstererek devlet okullarında okuyanların düştüğü “acınası” durum karşısında içimizin burkulmasını ister; kimi yazarı ise zaten azınlık okulunun sahibesinin eşi ve okulu idare eden kişi olduğu için, devlet okullarına gidenleri neredeyse “hain” ilan eder…
Esasında bunları yazanlar işi kıvırtmasalar, mert olsalar, son tahlilde “cürmü kadar yer yakar” deyip geçeceğiz. Fakat gerçek böyle değil. Bu tür yazıların neredeyse hepsi bilerek bir yöne doğru çekilen yazılar.
Mesela Sayın Cemil Kabza’nın yazısında bahsettiği Havva kızımızdan bahis açalım. Çünkü bir yazıda ancak bu kadar hepimizin bildiği bir gerçeğin üstü örtülebilir! Tabiî bu yazılar azınlığa yazılmadığı için, alan memnun satan memnun. Ama olsun, işin gerçeğini öğrenmek isteyen sekeneyi aydınlatmak da bizim vazifemiz icabında.
Konuyu Cemil Kabza’nın yazısından kısaltarak aktarayım:
Cemil Bey kızını (büyük ihtimalle İskeçe’de) bir parka götürür. Parkta azınlıktan bir kız çocuğu da vardır. Kıza Cemil Bey adını sorar. Kızımız, “Adım Havva” der. Nerede okuduğunu sorar ardından. Küçük kızın devlet okulunda okuduğunu öğrenince de, “yaz bakalım yerdeki kuma adını” der ve kızımız Yunanca adını yazar: “Χαβά” (HAVA!)
Yazısından aktardığım bu hikâyede bir tespit de yapar Cemil Bey. Ne demek istediğini ben size kendi cümlemle aktarayım: Devlet okulunda okuyanlar, adlarını bile doğru yazamayacak derecede kimliklerinden uzaklaşıyorlar!
Esasında bu dokunaklı hikâye sayesinde yazar hançeri güzel yere saplamış sanabilirsiniz! Veya Türk azınlığın Türkçe sorununu korkunç derecesinde çıplak gösteren bu güzel hikâyeye gönülden de bağlanabilirsiniz! Fakat azınlığın gayet iyi bildiği bir gerçeği saptırarak Türkçe sorununa parmak basmak, bizim açımızdan üzüntü vericidir…
Gündem gazetesini elinize aldığınızda köşe yazarlarına iyi bakın. Gazeteyi karıştırdığınızda bir köşede Türkçe “Cemil Kabza” yazdığını göreceksiniz. Ve dolayısıyla yazarın isminin Cemil Kabza olduğunu sanacaksınız değil mi?
Oysa gerçek öyle değil. Yazarın latince ismi “Tzemil”, soyadı ise “Kapza”dır. Yunanca’dan bahsetmiyorum sizlere. Latin alfabesiyle adı ve soyadı bu şekilde yazılmaktadır. Okunuş itibariyle Cemil=Tzemil aynı olduğu için es geçelim, fakat soyadı okunurken iş gayet komik bir hâl almaktadır. Çünkü latin alfabesiyle bile okusanız birinde “Kabza”, birinde ise “Kapza” şeklinde telaffuz edeceksiniz.
Allah Allah!.. Adını “Havva” şeklinde telaffuz eden fakat Yunanca “Χαβά” (Hava) yazan kızımız 7 yaşında! Oysa Cemil Kapza otuz küsur yaşında! Acaba hangisi gerçek soyadıdır Cemil Beyin? Kapza mı, yoksa Kabza mı?
Meselâ son OSCE toplantısında sunduğu sunumun altına LATİN alfabesiyle yazdığı şekliyle “Tzemil Kapza (Mr.)” ismi mi doğru, yoksa Gündem’de yazdığı şekliyle “Cemil Kabza” mı?..
*
Bazen gülesi geliyor insanın, düştüğü ideolojik saplantı yüzünden körleşen kalemiyle her olayı mutlak çarpıtarak yazan, hakikatleri bir çırpıda yok eden ve bunu marifet sayanları gördükçe… Çünkü bal gibi Havva kızın yerdeki toprağa adını Yunanca yazacağını ve bal gibi Cemil’in de Yunanca yazarken soyadını “Καπζά” (KAPZA) yazdığını biliyoruz. Üstelik, Cemil Beyin soyadının pasaportunda latin alfabesiyle Kapza yazdığını ve iki soyadı kullandığını da biliyoruz. Zaten komik durum, küçücük kızın üzerinden körler ile fil hikâyesi sürdürenin kendi soyadında saklı…
Yunanca adını “Χαβά” yazan kızcağıza değil ama, onun üzerinden duyu organlarımızı okşayan, fakat gerçekte iki soyadı taşıyanlara ne diyelim ki artık…
*
Bu arada, 1 Ekim tarihli OSCE toplantısında sunduğu bildiride, TZEMIL KAPZA Yunanistan’daki zorunlu eğitimin 9 yıl olduğunu yazmış. Yunanistan’da zorunlu eğitim 10 sene olmadı mı? Batı Trakya Türk Azınlığı’nı Avrupa’da tanıtırken dikkat edilse hani…
Bir soru: Azınlık okulları yerine, evlatlarını devlet okullarına gönderenleri devamlı “uyaran” Gündem gazetesi yazarları arasında, çocuğunu devlet anaokuluna, kreşine, yuvasına vs. gönderen var mı acaba? Varsa, ilk başta kendi kendilerini bir topa tutsalar da, azınlık okulu konusundaki samimiyetlerini görsek!..

İstanbul Rum Azınlığı’na Yunanistan’dan havadis…


Agos

Her yazımda ciddi konulardan bahsedecek değilim ya! Bu hafta sizlere ve İstanbul Rum Azınlığı’na, enteresan bir haberden bahsedeceğim.

Yunanista’daki haftalık “To Paron” gazetesi geçenlerde bir haber yayımladı. Haber, daha doğrusu “derin dinamiklerin” isteği doğrultusunda fırına sürülen haber-yorum diyelim, Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu görevinde bulunmuş ve hemen ardından (daha yeni) Dışişleri’nin Trakya Siyasî İşler Bürosu’nun (Batı Trakya’da Dışişleri’nin azınlıkla ilgilenen birimidir) başına atanmış Büyükelçi Aleksis Aleksandris hakkındaydı.

Türk-Yunan ilişkilerindeki olumlu yönü ve elbette tutulan yolu beğenmeyen “derin dinamikler” bu atamadan rahatsız olmuş olacak ki, “To Paron” üzerinden gerekli yerlere mesaj iletme gereği hissetmişler. Bilmeyenler için kısaca söyleyeyim: To Paron gazetesinin sahibi Kuris Yerasimos, Kuris kardeşlerden küçük olanıdır. Abisi Makis Kuris de gazetecidir. İlk başlarda birlikte gazete çıkarıyorlardı, daha sonra ayrıldılar. Makis Kuris “Avriani” gazetesini (aynı zamanda televizyon kanalı da var), kardeşi Kuris Yerasimos ise “To Paron” gazetesini çıkarıyor. İki kardeş de, Yunanistan’daki “derinlere” ulaşabilen, zaman zaman sadece istihbarat organlarının bilebileceği enteresan bilgilere erişebilen ender gazetecilerden. Yayın politikaları da enteresandır bunların. Mesela Avriani gazetesi iki ayrı formatta basılır. Kuzey Yunanistan için yayımlanan Avriani’nin sol görüşlü Pasok Partisi’ni desteklediği gün, Güney Yunanistan için yayımlanan Avriani’nin ise sağ görüşlü Yeni Demokrasi (ND) Partisi’ni desteklediği bile görülür. Yani ilginç insanlardır bu Yerasimos kardeşler. Neyse, lafı uzatmadan ulusalcı To Paron gazetesinde yer alan habere döneyim.

Yazıyı özetlersem, 16 Kasım tarihli To Paron gazetesi, Trakya Siyasî İşler Bürosu’na atanan Aleksis Aleksandris’in, “Batı Trakya’da Türk Azınlığı kışkırtan Türkiye’nin Gümülcine Başkonsolosluğu karşısında, Yunan Dışişlerinin yanlış tercihi” olduğundan bahsediyor. Batı Trakya gibi hassas bir bölgenin ve Müslüman azınlığın sorumluluğuna, Türk Konsolosluğu’nun yürüttüğü “Yunan karşıtı” kampanyayla mücadele edemeyecek vasıftaki birisinin atanmasını eleştiren gazete, Aleksis Aleksandris’in İstanbul Başkonsolosu olduğu dönemdeki icraatlarını ve beyanlarını “gözler önüne sererek” Yunan milliyetçiliği açısından duyduğu endişesini ifade ediyor.

To Paron gazetesinin, Aleksis Aleksandris’in Yunan milliyetçiliği adına beğenmediği ve gazetede Yunanca çevirisini yayımladığı açıklaması ise, 2006 yılında AK Parti Beyoğlu İlçe Başkanlığı tarafından düzenlenen ''Gençler buluşuyor, geleceği konuşuyor'' başlıklı toplantıda yaptığı konuşma:

''…Yunanlar ve Türkler asırlardır yan yana değil, iç içe yaşamışlardır. Dinleri farklı olabilir, ama onu çıkarırsanız her şeyi aynı görünür. Bir Türk ile bir İngiliz, bir Yunan ile bir İngiliz arkadaş olduğunda, ancak bir seviyeye kadar olur. Korfu'da yaşayan bir Yunan, Ankaralı bir Türk ile tanıştığında çok iyi arkadaş olurlar. Asırlardır büyükbabalarımız, babalarımız aynı zevkleri, aynı yemeği, aynı içkiyi, aynı denizi, aynı karakteri paylaşmış. Bu DNA'larımızda var. Bu bir zenginliktir, bunu kaybetmeyelim. Fanatizm ve komşuyu düşman olarak görmek gibi mantalitelere kapılmayın. Çünkü kendinizden kaybedersiniz. Bunu hiç unutmayın. Yarının kamuoyunu oluşturacak yeni nesiller sizlersiniz. Yeni nesiller olarak bu söylediklerimi iyi düşünün, anlayın. Yunanistan'da da gençlere aynı şeyleri söylüyorum. Ege Denizi'ni bir barış denizine dönüştürürsek, Türkiye kıyılarını ve Yunanistan kıyılarını Türk ve Yunan turistlerle doldurursak, bu bizim için çok büyük bir kazanç olur. Ümidimiz sizlersiniz…''

Oysa herhalde mikro kafalı Paroncuların zihniyetiyle yaklaşmak ve AKPli gençlere Türklerin nasıl “barbar” olduklarını söylemek gerekmekteymiş!

Neyse ki olumlu gelişmeleri engellemek de pek kolay değil… Örneğin Gümülcine-Maronya Mitropoliti Sayın Dasmaskinos, 13 Kasım Perşembe günü, Türkiye’nin Gümülcine Başkonsolosluğu’nu ziyaret etti ve yeni atanan Başkonsolos Mustafa Sarnıç’a yeni görevinde başarılar diledi. Mitropolit Damaskinos, Başkonsolos Sarnıç’a çok güzel bir lamba hediye etti; ikili konsolosluk binasında 20 dakika baş başa görüştü ve görüşmenin ardından basına açıklamalarda bulundular. Türk ve Yunan toplumları arasındaki dostluk ve barışın önemine vurgu yapan Mitropolit, Türk Konsolosluğu’na iadeiziyarette bulunduğunu belirtti. Türkiye Gümülcine Başkonsolosu Mustafa Sarnıç ise Mitropoliti daha önce makamında ziyaret ettiğini ve şimdi de bunun karşılığının gerçekleştiğini ifade etti.

Kısacası giderek daha çok kişi “iç ve dış düşmanlar” tarafından “tongaya” getirilmiş Türkler ve Yunanlılar paranoyası ile bir yere varılamayacağını görüyor. Her iki ülkenin de dışişleri yetkilileri elbette ülkelerinin menfaatlerini gözetmekle yükümlüdürler. Fakat bu yükümlülük fanatik milliyetçiliğin sınırları ile çizili değildir ki! Tam aksine, özellikle iki ülke arasına sıkışmış kalmış azınlıklar da söz konusu ise, İstanbul’daki Türklere iftar veren bir Yunan Başkonsolosu veya Mitropoliti ziyaret eden bir Türk Başkonsolosu’nun varlığı, toplumlararası ilişkilere ciddi katkı sağlayacaktır. Ulusalcı kesimin eleştiri okları üzerlerine yönelse de, İstanbul Rumları, İstanbul Ermenileri ve Batı Trakya Türkleri, açık fikirli bürokratlarını bu tür pozitif beyan ve hareketlere teşvik etmelidir. Ne de olsa insanî ilişkiler, etnisite üzerinden değerlendirilemez… Aksi halde azınlıkları yoketme düşüncesini kendi şizofrenik yapısıyla körükleyen zihniyete esir düşeriz.

Batı Trakya’da varlığımız


Agos
Sayı: 659

Azınlıklar söz konusu olduğunda ipler devletlerin elindedir, bu doğru. Fakat kimi zaman iplerin azınlıkların elinde olduğu da olur.
İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türkleri’nin tarihi, baskılarla, beklenmedik ulusal sorunlarla doludur dolu olmasına ama iki azınlık arasındaki bu inanılmaz nüfus oranı farkı, bir anlamda iplerin azınlıkların kendi ellerinde olmasına da bağlıdır. Yoksa Lozan Antlaşması çerçevesinde doğdukları topraklarda bırakılmış Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumları’nın arasındaki artık telafisi imkansız gibi görünen nüfus farkını nasıl izah edebiliriz ki? (En fazla 1 veya 2 çocuk yapan Rum ailelere, Başbakan Erdoğan’ın 3 çocuk çağrısını hatırlatalım)
Sadece İstanbul Rumları’nın daha fazla baskıya ve kovma politikasına maruz kaldığını söyleyerek bu oran farkının oluştuğunu da söyleyebiriz elbette. Fakat yine de iki azınlık arasındaki nüfus farkı uçurumunun altında, azınlıkların kendi kader çizgilerini belirledikleri gerçeği yatar.
Efendim, bilmeyenler için söyleyeyim, diasporaları saymazsak, 2008 yılı itibariyle en düşük rakamla 100 bin, en abartılı rakamla ise 150 bin kişiyiz bizler Batı Trakya’da. Bize karşılık İstanbul’da bırakılan İstanbul Rumları ise iki, bilemedin üç bin kişi. Lozan’la başlayan maratonumuzda ilk başta aynı sayılardaydık üç aşağı beş yukarı. Yıllar geçtikçe biz ne hikmetse çoğalamadık, Rumlar ise çoğalmayı bırakın, bir dönem sonra devamlı azaldılar ve bugün, ne kadar acıdır, 3 bin kişi kaldılar.
İnsanlar sonlarını bilmez elbette. Hayatın dolambaçlı ve meçhûle giden yollarında Rumların kaderine inat, nüfus açısından biz Batıtrakyalıların kaderi, en azından teorik olarak, iki devletin kullandığı “mütekabiliyet” çerçevesinden bakamayacağımız kadar gülümsemiştir bizlere. Fakat nüfusun İstanbul Rumları azalırken Batı Trakya’da sabit kalmasındaki bir etken de, kabul edelim etmeyelim, iplerin zaman zaman azınlıkların elinde olabilmesiyle ilgilidir.
İpin azınlıkların elinde olduğu meselesinde yanlış anlaşılmak istemem. Elbette İstanbul Rumları’nın bu denli azalmasında, Varlık Vergisi’nin, 6-7 Eylül Olayları’nın, Kıbrıs Harekâtı’nın, ekonomik baskıların, Yunan uyruklu olanlarının sınır dışı edilmesinin ve daha pek çok başka etkenin neden olduğu bir gerçektir. Fakat, İstanbul Rumları’nın yeis batağına saplandıkları, bir anlamda kaderlerine küstükleri ve hatta kadere karşı açacakları kavgada tek başına kalmaktan bile ürktükleri de bir gerçektir.
Hoşumuza gitsin veya gitmesin, çoğu kez felaketler yeniden yapılanmaların mayası olmaktadır. Tabiî felaketin ardından ümidini kaybetmemiş insanlar lazımdır yeniden yapılanmayı başarabilmek için. İşte burada ip İstanbul Rumları’nın elindedir. Tarih bütün haşmeti ile Rumları tekrar İstanbul’da beklerken, gelecek de Rumları beklemektedir. Belki çeşitli zorluklar, sıkıntılar da bekliyor, fakat Rumların bu denli zaaf göstermelerini, içerisine hapsoldukları çemberi bir türlü kıramamalarını başka türlü nasıl yorumlayabiriz ki!
Ben bunları dedikçe, yine Rum dostlarımın dediklerini duyar gibi oluyorum, “Başka diyarlarda artık iş güç sahibi insanlardırlar, genç neslin İstanbul ile olan bağı körü körüne dönüş için yeterli değildir. Hâlâ korkmaktadırlar…” Evet doğru bunlar, fakat tabirimi mazur görün, nüfustan bahsediyorsak eğer, devamlı kalmak için, bari her ay hiç değilse üç beş kişi de yok mudur İstanbul’a dönüp değerlerine sahip çıkacak?
Kuşkusuz hoşa gitmeyecektir bu söyleyeceğim, fakat yine de ben size bir başka gerçeği söyleyeyim: İstanbul Rumları, değerlerinin sahip çıkılmasında topu İstanbul Rum Patrikliği’ne atmıştır. Ondan dolayı da, İstanbul’u uzaktan yâd etmekle yetinirler. Oysa Patriklik ne yaparsa yapsın, İstanbul Rum’suz kaldıkça, Rum diasporasının kolektif şuurunun bile bir gün işe yaramayacağını bal gibi bilirler.
İpler kimi zaman azınlıkların elindedir diyorum ya, bakın size bu konuda yaşadığım bir olayı anlatayım. Balat’ta evi olan tanıdığım bir İstanbul Rum’u dostum var benim. Daha doğrusu ev annesinin. Zamanında Atina’ya yerleşmek zorunda kalmışlar. Genç dostum son derece iyi Türkçe biliyor. Bir gün kendisiyle konuşurken, merak ediyorum Balat’taki evlerinin durumunu. Acaba kiraya mı vermişlerdi, ev ne durumdaydı? Aldığım cevap hiç beklemediğim bir karşılık olsa gerek, ağzım açık bakakalmıştım o gün. Evi İstanbul’dan ayrıldıklarından bu yana hiç görmemişler. Evin ne durumda olduğunu, şu anda kimlerin oturduğunu, hatta evin yıkılıp yıkılmadığını bile annesi bilmek istemiyormuş.
Merak dahi etmiyorlar mı acaba diye düşündüm kendi kendime. Çünkü bahsettiğim durumda olan yüzlerce Rum evi olduğunu biliyorum İstanbul’da. Bu evler tapuda Rumların üzerinde, fakat çoğunun sahibi artık bu dünyada değil. Dolayısıyla mirasın takipçisi olmalı varisleri, öyle değil mi?
Kimilerinin bu yola teşebbüs ettiklerinde, avukatların o akıl almaz oyunlarına geldiklerini de biliyorum. Üstelik bu dalaverelerin Türk-Yunan ortak yapımı avukat oyunları olduğunu da biliyorum. Fakat yine de tekrar edeyim, çünkü Rum dostlarımın İstanbul’daki evlerinin bile peşinde koşmamalarını ben başka türlü izah edemiyorum. Ve tekrar ediyorum: Kimi zaman ipler azınlıkların elindedir. Kâh devletin kovucu tedbirleri, kâh ırkçı saldırılar, kâh unutulmaz acılar yüzünden İstanbul Rumları’nın nüfusu azalmış olsa da, ip onların elindedir. Batı Trakya’da bizim varlığımız bunun en güzel delili değil mi!




Free Blogspot Templates by Isnaini Dot Com and Supercar Pictures. Powered by Blogger