Bulgarlara ne oluyor? Bulgaristan’a da mağlup olmadık ya!

Azınlıkça

Sayı: 50
Ağustos 2009

Bulgarlara ne oluyor? Bulgaristan’a da mağlup olmadık ya!

Evren Dede


Okuyunca benim gibi sizler de şaşıracak mısınız acaba?
İsmet İnönü, Lozan Konferansı’nın başladığı 22 Kasım gününe kadar hayatında bir Yunanlı veyahut bir Osmanlı tebaası Rum vatandaşla bile herhangi bir mesele üzerinde münasebette bulunmuş, konuşmuş değildir.

İlginç değil mi?
Peki İnönü’nün ancak Lozan’da hayatına giren ilk Yunanlı kimdi?
İşte bunun cevabı Lozan Konferansı’nın yapıldığı Uşi şatosunda duruyordu.
İnönü’nün yaşamı boyunca ilk münasebet kurduğu ve zamanla çok yakın bir dost olduğu ilk Yunanlı Eleftherios Venizelos’tur.

*
İsmet İnönü 77’nci doğum gününde hatıralarını yazması gerektiğini söyleyenlere gülerek, “Ne hatırası, hatıra olacak zaman olmadı ki, daha dün bir, bugün iki” diye takılmış, sonra ciddileşerek, “Devlet kurmuş olanların hatıra yazmaları kolay değildir. Hatıralarda her şeyin söylenmesi ve doğru olarak söylenmesi lazımdır. Kolay olmayan da budur…” demiştir.

Buna rağmen İnönü’nün hatıratının yazılmasını ve yayınlanmasını Sabahattin Selek’e borçluyuz. Selek, bir düzen içerisinde İnönü’yü anlatmaya sevketmiş ve söylediklerini de bir sıra dahilinde ses bantlarına kaydetmiştir. Ve sonunda uzun bir uğraş neticesinde İnönü’nün önsözünü yazarak hitama erdirdiği bu kalın ve ilgi çekici hatırat meydana gelir.

İsmet İnönü hatıratında ilk münasebet kurduğu Yunanlının Eleftherios Venizelos olduğunu söyler. Lozan’da konuştukları güne kadar Mösyö Venizelos’u bütün siyasî hayatında başlıca Türk düşmanı bir politikacı olarak tanıyan İnönü, ilk temasında da Venizelos’a o gözle bakıp konuşur; her sözünü, her hâlini manalandırmaya çalışır.

Tabiî ilk baştaki bu temkinli ve tedbirli bakış açısı zamanla değişecektir, özellikle de Lozan Konferansı’nın ikinci devresinde…

İnönü, Lozan Konferansı’nın ikinci döneminde müttefiklerin kuvvet kullanmak ve Yunanlılarla Türkleri kafa kafaya tokuşturmak istedikleri dönemlerde Venizelos’un konferansın sonuna kadar müttefiklerin bu arzusunu teşvik etmediğinden, aksine bir vaziyet alıp hepsinin hiddetini çektiği anların bile olduğundan bahseder ve şu özeti yapar, “Hülasa, Türklerle Yunanlılar arasındaki münasebetler yolunun açılması ve devamlı bir dostluk kurulması imkanları bakımından konferansın bu ikinci devrinin bir mühim eseri ve neticesi sayılabilir. Venizelos çok zeki, güler yüzlü, bembeyaz bir adamdı. Benden yirmi yaş kadar büyüktü. Dünya meselelerini iyi bilen bir politikacıydı. Kendisine itimadı tabiî çoktu ve çok güveniyordu. Çok tertipler içinde bulunmuş, çok tecrübe kazanmış ve sözüne inanılan bir insandı. Konferansta münasebetlerimiz düzeldikten, birbirimizle anlaştıktan sonra artık Venizelos’tan hiçbir güçlük çekmedim. Venizelos Türkiye aleyhinde herhangi bir kimseye vasıta olmak için istidat göstermedi.”

*
Ev ziyareti krizi
Bay Venizelos Lozan Konferansı’na eşini de götürür. Bir gün İsmet İnönü ile görüşürken kendisini evine davet eder. “Eşim de sizinle tanışmak istiyor” diyen Venizelos’un daveti karşısında İnönü şaşırır, olumlu yanıt verir ve geleceğini belirtir.

Tabiî ülkelerin sınırlarının çizildiği, devletlerin kaderlerinin belirlendiği bu ehemmiyetli konferansta hasım olarak karşı safta bulunan devlet yetkililerinin böylesi bir yakınlığı sorun olabilir gerekçesiyle Türk heyetindeki diğer azalar İnönü’ye karşı kıyameti koparırlar. İnönü Venizelos’un bu nazik davetine icabet etmek isterse de, “Sen Venizelos’un evine gideceksin; olmaz! Kimse bunu anlamaz!..” diye ısrar ederler.

İnönü hatıratında bu mini davet krizini anlatırken, “Konferansın sonuna geldik, bir türlü gidemedim. Gitmek istiyordum ama çok güçlük vardı. Kimse gitmemi istemiyordu. Bugün olmadı, yarın derken, vakit geçti. Bir gün Venizelos bana dedi ki, ‘Bırakalım bunu, ileride görüşürüz. Vaziyetini anlıyorum, ben sana müşkülat çıkarmak istemem. Dediğim gibi zeki bir adamdı Venizelos; durumu kavradı, beni rahatlatmak için böyle konuştu.” şeklinde aktarır.

Ne kadar ilgi çekici değil mi? Devletlerin Lozan’da kaderleri çiziliyor, karşılıklı müzakereler en çetin şartlarda sürdürülüyor ve bütün bu hengame içerisinde bir Yunanlı ve bir Türk devlet adamı bu denli sıcak ilişki kuruyor, hem de ev ziyaretleri yapabilecek derecede…

*
İnönü Atina’da kralcıları tanıyor!
Lozan’da ilk defa bir Yunanlıyla münasebet kuran ve ilişkisini geliştiren İnönü daha sonra Atina’ya gittiğinde, bu yakın dostu dışında diğer Yunanlılarla da münasebet kurma şansını yakalar.

Yunanlıların Türk düşmanı oldukları önyargısıyla Lozan’a giden İnönü’ye karşı Venizelos sadece kendisinin değil, Venizelos muhalifi Yunanlıların bile Türklerle gerçekten barış arzuladığını ve sıcak ilişkiler kurmak istediklerini göstermek istemektedir. İnönü’nün Atina ziyaretinde Venizelos bu şansı yakalamıştır.

O dönemde iktidarda cumhuriyetçiler, dolayısıyla Venizelos hükümeti vardır. Fakat Atina Belediyesi cumhuriyetçilerin hasmı olan kral taraftarları tarafından idare edilmektedir. Venizelos bir gün İnönü’yü tutar Atina Belediyesi’ne götürüverir. Belediyedeki kralcılar İnönü’yü çok dostane karşılarlar, birçok mesele konuşulur. İnönü bu kadar sıcak ve olumlu geçen görüşmedeki Yunanlıların kral taraftarı olduğunu bilmemektedir. Gayet memnun bir şekilde Atina Belediyesi’nden ayrılır. İstediği şansı yakalamış ve muhaliflerinin bile ne kadar Türk-Yunan ilişkilerinde dostane bir tutum arzuladıklarını göstermiş olan Venizelos, yolda İnönü’ye, “Belediye heyeti kral taraftarıdır. Seni buraya mahsus getirdim.” der. Tabiî Venizelos’un bu ziyaretle göstermek istediği esas gayeyi bilmeyen İnönü hayret etmiştir. Venizelos’a, “Siz cumhuriyetçisiniz, hükümet cumhuriyetçi, belediye ise kral taraftarı. Nasıl oluyor? Beni oraya niçin götürdün?” diye sorar. Zaten bu soruyu bekleyen Venizelos, “Seni oraya götürmekten maksadım Yunanlılarla Türkler arasındaki münasebetin istikbal için de güven verici olduğunu göstermekti” der.

Venizelos’un İsmet İnönü’ye Atina ziyareti sırasında kralcıların bile Türk dostluğunun taraftarı olduklarını gösterme ve İnönü’yü bu konuda ikna etme çabası sonunda meyvesini vermiştir. İnönü hatıratında bunu tasdik ederken şöyle der, “Gerçekten de böyle oldu. Kralcılar işbaşına geldikleri zaman Türk dostluğuna aynı derecede ehemmiyet verdiler. Onlar Venizelos’a düşman kesildiler, fakat bizimle olan münasebetlerinde Venizelos’un politikasını takip ettiler. …Türkiye ile dostluk anlayışının şampiyonluğunu Venizelos yaptı. Ondan sonra gelenler iç politikada Venizelos’a son derece düşmanca davranmalarına rağmen Türkiye ile dostluk politikasını devam ettirdiler. Çaldaris, Venizelos’tan şikayet ederken bana bunu delil olarak söylemişti. Bak, demişti, Türklerle dostluk münasebetini Venizelos açmadı mı? Şimdi de ben devam ediyorum…

*
Tekrar Lozan
Tekrar Lozan Konferansı’na dönelim, en önemli, en sıkıntılı ve en sorunlu konulardan birine, Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilen zorunlu nüfus mübadelesi meselesine…

Lozan’da Mösyö Venizelos ile İsmet İnönü bir araya geldiklerinde görüş birliğinde bulunduklarını anlamışlardır. Başta sulh yapmak, barışmak istedikleri konusunda her ikisi de hemfikirdir. Ayrıca siyasî ve stratejik şartlar bundan böyle Türkiye ile Yunanistan arasında yakın işbirliği kurulmasını gerektirmektedir. Venizelos görüşmelerinde İnönü’ye hiçbir zaman Türkiye ile bozuşmak ve yeniden bir savaşa girmek istemediğini ciddi olarak ve samimi bir şekilde teyit etmiştir.

İnönü hatıratında Venizelos’un iki ülkenin gelecekteki ilişkileri açısından Türkiye’nin ne düşündüğünü anlamaya özellikle gayret sarfettiğinden bahseder.

Acaba iki memleket arasında ciddi bir dostluk kurmaya imkân var mıdır? Venizelos işte bunu anlamaya çalışmaktadır.

İstanbul ve adalar hariç Türkiye’deki Rumların neredeyse tamamı Lozan’daki görüşmelere kalmadan zaten Yunanistan’a gitmiştir. Fakat Yunanistan’daki Müslümanlar hâlâ kendi topraklarındadırlar. Herhalükarda, geride kalanları da kapsayan (B.T ve İstanbul hariç) tam teşekküllü bir zorunlu mübadele olacaktır; bu konuda iki ülkenin yetkilisi de hem fikirdir. Ama iş son derece de çetrefillidir doğal olarak. İşte bu konuyu bir halledebilseler, dostluk kurmaları, Türk-Yunan ilişkilerini geliştirmeleri mümkün olacaktır.

İnönü bu konuda Venizelos’a, “Bizdekiler size gitmiştir, sizdekiler de bize gelecektir. Bu iş adaletle muamele görürse, iyi münasebetler ciddi bir engele uğramaksızın kapıları açılmış olur” diyerek görüşünü belirttiğinde, konunun ciddiyetini sezmiş olsa bile, gel gelelim zorunlu mübadele sorununun 1930’lara kadar süreceğini tahmin edemezdi elbette.

Bunca çetrefilli ve içinden çıkılmaz ayrıntılarına rağmen mübadele konusu ve beraberinde getirdiği diğer alengirli sorunlar için İnönü, “Her iki tarafın da dostluk arzusunun çekişmelere hakim olması sayesinde 1930’da bitirilebildiğinden” bahsederken Venizelos’u bir kez daha övmektedir, “Mösyö Venizelos iki memleket arasında ciddi bir sulh teessüs etmesi için bizim gayretlerimize samimi bir arzu ile karşılık vererek çalışmıştır. Venizelos’u iktidardan ayrılıncaya kadar da dostluk kanaatinde samimi buldum…”

*
Tekrar Atina
1931 sonbaharında İnönü tekrar Atina’dadır. Bir sene önce, 1930’da, Venizelos Ankara’ya gitmiş, iki ülke arasında, başta dostluk ve tarafsızlık olmak üzere üç ayrı antlaşma imzalanmıştır. İşte İnönü de bu ziyareti iade etmek amacıyla 1931 sonbaharı Atina’dadır.

İnönü hatıratında bu ikinci ziyaretinden bahsederken şöyle der, “Yunanlılar dostluk göstermek istediği zaman onu fazlasıyla göstermek kabiliyetindedir. Beni çok iyi karşıladılar...”

Türkiye ile Yunanistan arasındaki bu sıcak ve samimi ilişkilere rağmen Atina’da yaşanan bir olayın İnönü’yü kızdırdığını ve Yunanlılara karşı hafiften de bozulduğunu yine hatıratından öğreniyoruz.
İnönü’nün 1931’deki Atina ziyaretinde Türk tarafı için rahatsız edici bir gelişme yaşanır. Daha ziyaretin ikinci günü Atina Türk Büyükelçiliği yetkilileri İnönü’ye o gün yayımlanan Atina gazetelerini getirirler. Gazeteleri gören İnönü hatıratında, “Hayretler içinde kaldım” diyerek konu hakkında canının sıkıldığını vurgulamaktadır.

Elbette Atina basınında o gün önemle bahsedilen konu Türk-Yunan ilişkileridir. İsmet İnönü’nün Atina ziyareti dolayısıyla gazetelerin Türk-Yunan ilişkilerinden bahsetmesi olağan bir şeydir. Fakat İnönü’nün bozulmasının sebebi meselenin gazetelerdeki sunuş tarzından ileri gelmektedir. Çünkü Atina basınına göre, Rum muhacirler, nüfus mübadelesi yüzünden Anadolu topraklarından edilmiş Rumlar, yani artık hepsi tekrar yerli yerine dönecektir. Gazeteler açıktan açığa bu ümidi ve bu havayı vermektedir.

İnönü bu haberleri okuyunca, bahsedilenleri tahmin etmediği bir sonuç olarak değerlendirir ve çok şaşırır. Oysa Yunan hükümetiyle yapılan münasebetlerde ve ikili görüşmelerde en net anlaşma sağlanmış olan konu mübadele konusudur. Yani gönderilecekler gönderilmiş, gelecek olanlar gelmiş ve iş kapanmıştır. Türk-Yunan ilişkileri ancak bu yeni şekil üzerinde gelişecektir ve Türk tarafı bu esaslar üzerine mutabakatını her vesileyle Yunan tarafına tekrar tekrar teyit ettirmiştir.

İnönü elinde Türk Büyükelçiliğinden otele getirilen Atina gazetelerinin tercümeleri olduğu halde, işte tam da bu şekilde düşünürken, Venizelos otele gelir.

Anılarında bu en gergin anı anlatırken bile, “Atina’da bulunduğum esnada zaten beni hiçbir gün yalnız bırakmamıştır.” diyerek Venizolos’u bir kez daha hayırla yad eden İnönü, bu ehemmiyetli konuyu anlatmaya hatıratında ara verip tekrar dostunu ve ilişkilerini anlatır, “Venizelos ile aramızda tam yirmi yaş fark vardı. O benden yirmi yaş büyüktü. Dikkat ederdim, Venizelos münasebetlerimizde bana çok yakın bir ilgi ve siyasî bir yakınlık gösterdiği kadar, bir şahsî dostluk ve şefkat göstermeye de çalışırdı. Bilhassa Yunanistan’da bulunduğum bu günlerde, istirahatimin temini, herhangi bir hadiseden, aksi bir olaydan üzüntü duymamam için itina gösterdiğini minnetle hatırlarım…”

Şimdi Atina gazetelerindeki yazıyı okuyan ve ardından ciddi şekilde canı sıkılan İnönü’ye ve kaldığı otele tam da o esnada gelen Venizelos’a geri dönelim.

İnönü başka bir konuda konuşmaya mahal bile bırakmadan gazetelerde yer verilen bahse konu haberleri Venizelos’a iletir. İnönü’nün “Muhacirler tekrar geri dönecek!” haberleri yüzünden sinirli olduğu her halinden anlaşılmaktadır zaten.

Venizelos, “Neyin var?” diye sorduğunda, İnönü, “Ne olacak? Her şey temelinden bozuluyor ve tehlikeye giriyor. Bu nasıl şeydir?” diye mukabelede bulunur.

Hikayenin geri kalanını İnönü’den dinleyelim.
“Venizelos birkaç cümleyle bütün üzüntülerimi temelinden bertaraf etti: ‘Saçma! Böyle şey olur mu canım!’ dedi. ‘Şüphe mi ediyorsun? Bir takım gazeteler kendi arzularına, kendi hislerine göre zemin yokluyorlar. Hiçbir kayda bağlı olmaksızın serbest konuşulan, serbest yazılan memlekette bunlar olur. Hiçbir ehemmiyeti yoktur. Bunlara ehemmiyet verme.’
Venizelos’un sözlerindeki kesinlik ve hâli tavrındaki ciddiyet karşısında bulunduğum ters vaziyet esasından tesirsiz kaldı; başka mevzuya geçtik…”

*
ABD’nin Türkiye ve Yunanistan’dan çektiği: Amerikan aleyhtarlığı!
Amerikan aleyhtarları, Yunan olsun Türk olsun hiç fark etmez, her zaman Amerika’nın diğer tarafı desteklediği paranoyasıyla yaşarlar. ABD, ya Yunanistan’a karşı hep Türkiye’yi destekler veyahut da Türkiye’ye karşı Yunanistan’ı destekler!..

İşte bu Amerikan aleyhtarlığının mazisi Venizeloslu dönemlere kadar uzanmaktadır. Hatta İnönü’nün Atina ziyaretindeki bir olaya bile!..

Venizelos bir gün İnönü’yü Atina civarında uzakça bir sayfiye yerine götürür. Bir Amerikan şirketi orada yeni bir teşebbüs almıştır ve inşaat yapmaktadır. ABD’yi oldum olası sevmeyen Yunanlılar daha o zamanlar bile Amerikan şirketlerinden şikayet etmektedirler. İşin ilginç yanı, aynı Amerikan şirketi Türkiye’de çok yakın bir zaman önce Ankara’nın imarı için müracaatta bulunmuş ve teknik konulardaki anlaşmazlıklar yüzünden bu müracaat henüz olumlu sonuçlandırılamamıştır.

Atina ziyaretinde bu konu gündeme getirilir ve Yunanlılar bahse konu Amerikan şirketiyle Türklerin bir anlaşma yapamayışını, Türklerin daha akıllı olduğuna yeni bir misal teşkil ettiğini İnönü’ye yarı şaka yarı ciddi söylerler. Bu hikayeyi hatıratında nakleden İnönü, “Yunanistan seyahatimin latifeli bir olayı olarak bu anıyı hep hatırlarım” demektedir.

*
Garbi Trakya’dan Batı Trakya’ya…
Hiç şüphesiz Lozan’ın bizim açımızdan en ilgi çekici yanı azınlıklarla ilgili maddeleri ve Batı Trakya konusunun gündeme getirildiği görüşmeler olsa gerek. O halde gelin Lozan’a geri dönelim…

Venizelos bizi zayıf yerimizden yakalamıştı…
İsmet İnönü Trakya hudutları görüşülürken Venizelos’un yaptığı konuşmaya Lozan’da mukabelede bulunur. İnönü hatıratında, “Komisyon önünde ilk defa isteklerimizi söylerken, benim Garbi Trakya’da plebisit yapılmasını istememden Mösyö Venizelos çok endişe etmiş olacak ki, konuşmasında bu mesele üzerinde durmuş, Garbi Trakya halkının ekseriyetle Rum olduğunu iddia etmişti. Kendisine cevap verirken Garbi Trakya hakkında şöyle dedim: ‘Mösyö Venizelos, Garbi Trakya hakkında herhangi bir münakaşayı ortadan kaldırmak istemiştir. Halbuki Neuilly Muahedesine göre, idaresi muvakkaten müttefiklere tevdi edilen Trakya’nın mukadderatı bir hal yolu beklemektedir ve mesele açıktır. Türk heyeti Garbi Trakya’nın Türkiye’ye geri verilmesini istememektedir. Bunu bir kere daha teyit eder. Fakat Türk heyeti, büyük bir çokluğu Türk olan buralar ahalisini, mukadderatı hal bekleyen bir kıtada oturan insanlara büyük devletlerin sulh programında yazılı olduğu gibi kendi mukadderatını kendi tayin etmek hakkının tanınmasında ısrar eder. Esasen Garbi Trakya’da halkın ekseriyetinin Rum olduğunu ileri süren Yunan heyeti için halkın reyine müracaat meselesi hiçbir suretle endişe verici olmamalıdır. Hakikaten dedikleri gibi ise, plesibit yapılması, Garbi Trakya’nın Yunanistan Hükümetine geçmesini teyit ve temin eder.

Mösyö Venizelos’un bütün iddialarını cevaplandırdım. Haksız olduğunu ortaya koydum, istatistikler verdim, en salahiyetli tarihçileri şahit gösterdim. Fakat bu noktada Venizelos bizi zayıf yerimizden yakalamıştı. Şimdi bunu anlatacağım.

Balkan Harbinde, Trakya Hükümeti kurmuştuk!
Trakya hudutları meselesinde zayıf yerimiz, yalnız Balkan Harbi’nde Garbi Trakya’yı Bulgarlara terk etmiş olmamız değil, Cihan Harbi esnasında Bulgarlarla bir muahede yapıp Edirne’nin Dimetoka’ya kadar olan hinterlandını (Batı Trakya’yı kastetmektedir. e.d.) Bulgarlara vermemiz teşkil ediyordu. Bunu bize karşı koz olarak kullanıyorlardı.

Venizelos, ‘Garbi Trakya’yı biz sizden almadık ki, Bulgarlardan aldık.’ diyordu.”
Hakikaten İnönü’nün söylediği gerçektir. Yunanistan Batı Trakya’yı Türklerden almamıştır ki bu konuda Türklerle müzakere yapsın!.. Yunanistan Batı Trakya’yı Bulgarlardan almıştır, hem de Bulgarları yenerek. Dolayısıyla Lozan’da Türk heyeti Misakı Milli’deki şarta bağla kalarak Batı Trakya’yı gündeme getirdiği her noktada, Yunan heyeti de, “Batı Trakya’yı biz sizden almadık, Bulgarları yendik, Bulgarlardan aldık” demişlerdi.

Bulgarlara ne oluyor? Bulgaristan’a da mağlup olmadık ya!
Sonuçta Türk heyetinin talebi Lozan’da anlamsız kalmış ve Batı Trakya meselesi son bulmuştu. Fakat mesele kapanırken son noktada ilginç bir olay yaşandı. Madem Yunanistan Batı Trakya’yı Bulgarlardan almıştı, acaba Bulgarlar bir katakülleye getirip Batı Trakya’yı Yunanistan’dan geri alabilirler miydi? Madem Lozan’da mağlup taraf Yunanistan’dı bu ihtimal neden olmasındı?

Bulgar Başvekili Stamboliyski fırsattan yararlanmak amacıyla Lozan görüşmelerinde Batı Trakya konusunun kapandığı son noktada tutup Bulgaristan’ın Batı Trakya’da mahreç isteğini ifade etmiştir. Komisyonda herkes şaşırır tabiî… Bulgar yetkili Dedeağaç Bulgar toprağı olmalıdır, diye ısrar etmeye bile başlar.

İşte bu noktada Eleftherios Venizelos çileden çıkmıştır artık. İyiden iyiye sinirlenmiş bir şekilde ayağa kalkar ve Batı Trakya konusuna son noktayı koymak üzere komisyondakilere şöyle der, “Anlamıyorum yahu!.. Bulgarlara ne oluyor? Bulgarlar neden bizden toprak isterler? Bulgaristan’a da mağlup olmadık ya!..”

İsmet İnönü- Eleftherios Venizelos
Bunun kötü bir yanı yok elbette ama bir yanlışı düzeltmekte fayda var. Atatürk ile Venizelos’un bir araya gelmeleri ve görüşmeleri gerçekte çok kısa ve azdır. Oysa Venizelos ile İnönü’nün bir araya gelmeleri pek çok kez ve de çok uzundur. Dolayısıyla Atatürk’ün direktifiyle olsa bile, Türk-Yunan yakınlaşmasının esas kurucuları İnönü ile Venizelos’tur. Dolayısıyla Türk-Yunan yakınlaşması çerçevesinde ilk tanıştığı Yunanlıyla barışa giden yolu inşa eden İsmet İnönü’ye ve kendisinden 20 yaş küçük olan refikine hiç çekinmeden sıcacık kalbini açan Venizelos’a hepimiz borçluyuz sanırım.

Venizelos’un evi Türk Büyükelçiliği oldu!

İnönü’nün 3-6 Ekim 1931 tarihli Atina seyahati sırasında Türkiye’nin Atina Büyükelçisi Enis Akaygen’dir. Enis Tulça’nın kaleme aldığı Akaygen’in anılarını içeren “Atatürk, Venizelos ve Bir Diplomat: Enis Bey” adlı eserde Venizelos’un Türkiye için gösterdiği bir başka jestle karşılaşırız.

Yıllardan 1934’tür. Enis Akaygen hâlâ Türk Büyükelçisi olarak Atina’da görev yapmaktadır. Atina’daki Türk Büyükelçiliği, şehir merkezindeki Amalias caddesindedir. Kadronun genişlemesi zaten yetersiz olan alanı daha sıkıntılı bir hâle sokmuştur. Üstelik ev sahibi aile binayı satmak istemektedir. 1934 baharında bir gün Enis Akaygen ve eşi, bay ve bayan Venizelos’un evine öğle yemeğine davetlidirler. Türk Büyükelçisi yemek sırasında bu konuyu Venizelos’a açar, sefaretin yetersizliğinden bahseder. Türk hükümetinin Atina’da bir başka mekânı satın almak arzusunda olduğunu aktarır. Venizelos bunun üzerine yine kendisine yakışır bir jest yapar ve eşinin ailesine ait olan o evi, yani Vasileos Gheorgiou sokağında bulunan 8 numaradaki evlerini önerir.

Bugün hâlâ Türkiye Sefareti olan bu bina 1934 Temmuz’unda satın alınır. Anlayacağınız Türkiye Atina Büyükelçiliği’nin kullandığı bina bile Eleftherios Venizelos’un hatırasıdır.



İstanbul Rumları özel Yunanca kursu için onay bekliyor

AGOS

Sayi: 699
21/08/2009

İstanbul Rumları özel Yunanca kursu için onay bekliyor

Evren Dede


İstanbul Rumlarının eğitim sorunu sadece Heybeliada Ruhban Okulu’yla veya yetersiz Rum nüfusu yüzünden yıllardır kapalı (resmiyette ise açık!) olan anaokullarıyla sınırlı değil. Çağdaş eğitim kapsamında, belki en önemli sacayaklarından biri sayılabilecek resmi ve özel dil kursları konusunda da İstanbul Rumları yıllardır çözülemeyen bir sorunla karşı karşıyalar.

Türkiye’de, Japonca, Rusça, Çince, hatta Ermenice, İbranice ve onlarca başka dilin resmi ve özel kurslarda öğretilmesi Bakanlar Kurulu kararlarıyla “uygun!” görülmüşken, Yunanca öğretecek resmi veya özel bir dil kursu, bu konuda alınmış Bakanlar Kurulu kararı bulunmadığından dolayı kurulamıyor!..

Teknik açıdan durumu açıklamak oldukça basit: Türkiye’de örgün eğitim kurumlarında öğretilmesi düşünülen herhangi bir yabancı dil için Bakanlar Kurulu’nun kararı gerekiyor. Dolayısıyla, herhangi bir dil kursunun yasal anlamda bir yabancı dili öğretebilmesi için bahse konu yabancı dil ile ilgili olarak Bakanlar Kurulu kararı bulunması gerekiyor.

Burada hafiften gülümsememek mümkün değil tabii. Çünkü, işin komik yanı, yabancı dil izni Bakanlar Kurulu kararına tabi olunca, Tarım ve Köyişleri Bakanı’ndan tutun, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’na, Bayındırlık ve İskân Bakanı’ndan Maliye Bakanına, hatta Ulaştırma Bakanı’na kadar, bahse konu yabancı dilin özel dil kurslarında öğretilip öğretilmemesi ile ilgili hiçbir alakası olmayan onlarca bakanlığın da onayı gerekiyor. Mesela İbranicenin resmi ve özel kurslarda öğretiminin yapılabilmesi için 2007 yılına kadar sabretmek ve Bakanlar Kurulu’nun 2007/12283 sayılı kararını ve dolayısıyla, dönemin Tarım ve Köyişleri Bakanı M. M. Eker’in dahi onayını beklemek dışında hiçbir çareniz kalmıyor.

Bir de, merak ediyorum elbette, acaba Sağlık Bakanı İbranicenin kurslarda öğretilmesini bakanlığıyla alakalı olarak hangi kritere dayanarak uygun buluyor veya mesela Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı İbranicenin kurslarda öğretilip öğretilmemesinin bakanlığının hangi sorumluluk alanıyla ilgili olarak bir sorun teşkil etmediği kanaatine varıyor? Tabii, bütün bakanların olur dediği bir dil için Cumhurbaşkanı tutup da “Hayır” derse, söz konusu dilin kurslarda öğretilebilmesinin mümkün olmadığını ayrıca hatırlatmaya lüzum yoktur sanırım.

İyi ama, mantık süzgecinden geçirince cevabını bulamadığımız bu inanılmaz uygulamanın gerekçesi ne olabilir ki? Bir yabancı dilin resmi veya özel kurslarda öğretilebilmesi için neden konuyla alakasız bunca bakanlığın onayı gerekmektedir? Neden illa bütün bakanların, dolayısıyla da Bakanlar Kurulu’nun kararı şartı konmuş?

Geçmişi sorgulamak da önemlidir, esas sorunun Kürtçe olduğunu öne sürmek mümkün; fakat günümüzde bu uygulamanın hâlâ devam ettirilmesi başlı başına bir sıkıntıdır. Çünkü günümüzün modern dünyasında bu uygulamayı açıklayabilmek pek mümkün gözükmüyor. Çağdaş dünyanın hiçbir ülkesinde özel bir dil kursunda herhangi bir yabancı dilin öğretilebilmesi için Bakanlar Kurulu kararı istenmiyor. Daha doğrusu, konuyla ilgisiz hiçbir bakanlığın onayı istenmiyor. İstendiğini varsaysak bile, mesela Tarım Bakanı, tutup “Bana ne yahu hangi dilin özel kurslarda öğretilip öğretilmeyeceğinden? Beni AB fonlarından şeftali üreticilerine sağlanan kaynağın artırılması, çiftçilerin yağan doludan dolayı uğradığı zararların derhal ödenmesi ilgilendirir!” derdi, öyle değil mi!

Zaten doğru ve mantıklı olanı da bu. Çünkü basit bir müracaat için bürokratik işleyişin arkasına saklanmak, ilgili ilgisiz bütün bakanlıkları meşgul etmek akıl kârı değildir. Başta kendi vatandaşlarına güven duyan bir devlet bu gereksiz uygulamayı sürdürmemelidir.

Maalesef, Türkiye’de resmi ve özel kurslarda Yunanca öğretimin yapılması Bakanlar Kurulu kararı olmadığından dolayı, hâlâ, 2009’da bile yasak! Diyeceksiniz ki, buna rağmen Türkiye’de resmi olarak Yunanca kursu veren yok mu? Var tabii!.. Devlet kurumu olan Ankara Üniversitesi’ne bağlı TÖMER, devletin onayı olmamasına rağmen Yunanca için yıllardır çatır çatır kurs veriyor, mezunlarına Yunanca bildiğine dair diploma dağıtıyor! Bakanlar Kurulu kararı şartı aranmasına rağmen TÖMER bu ‘yasaklı dil’i nasıl öğretiyor? Bu da bir başka garabet olsa gerek…

İstanbul Rumlarınca kurulan ‘Skala Eğitim Hizmetleri fiirketi’, özel Yunanca kursu vermek istiyor. Türkiye vatandaşı olan bu gayrimüslim dostlarımız konu ile ilgili yetkili mercilere müracaatlarını yapmışlar ve uzun bir süredir Yunanca kursu için Bakanlar Kurulu kararını bekleyip duruyorlar.

Yıllardır kendi vatandaşlarını unutmuş hükümetlere inat, bu ciddi hatayı düzeltmek, mevcut hükümetin görevi olmalı. Türkiye’de Yunancanın da kurslarda öğretilebilmesinin yolu açılmalı. Kürt açılımını bile cesur bir şekilde gündeme getirebilen Başbakan Erdoğan’ın ve sayın bakanların İstanbul Rumlarının bu en doğal talebini göz ardı etmeyeceklerini düşünüyorum. İnşallah yanılmıyorumdur…



Okullar açılmadan önce

AGOS

Sayi:697
07.08.2009

Okullar açılmadan önce

Evren Dede

Bu yazıyı hazırlarken Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), A(H1N1) virüsünün neden olduğu domuz gribinden ölenlerin sayısının 1154 olduğunu açıklıyordu. DSÖ Domuz gribi yüzünden geçen hafta 338 kişinin yaşamını yitirdiğini belirtirken, kesinleşen vaka sayısının ise 162 bin 380'e yükseldiğini söyledi.

Açıkçası Domuz gribi yüzünden bütün dünya panik hâlinde. Uzmanlar virüsün bilemedin iki yıl içerisinde yaklaşık 2 milyar kişiye bulaşabileceğini öngörüyorlar. Hastalığın yayılmasını hızlandırabilecek, insanları kalabalık gruplar halinde bir araya getiren konser, maç gibi her aktiviteye, hatta okullara bile acil eylem planında kısıtlama getirilmesini öneriyor uzmanlar.

Esasında Domuz gribi virüsü yüzünden bütün ülkelerde tedbirler alınmaya başladı bile. Virüs dur durak bilmeden dünyanın her köşesine yayılıyor. Bilim adamları okul dönemi yaklaştıkça daha da endişeleniyorlar. Haklılar zaten, çünkü sonbaharda salgının kontrolden çıkması, virüsün okullarda hızla yayılması ve yüz binlerce kişinin hastalığa yakalanma riski söz konusu.

Türkiye’de Domuz gribi ne kadar ciddiye alınıyor, Sağlık Bakanlığı ve Eğitim Bakanlığı bu salgının ülkeye olası etkilerini ve okullar açıldığında ne tür önlemler alınması gerektiğine dair ne kadar kafa patlatıyor bilemiyorum tabiî. Ama Yunanistan’da Domuz gribiyle ilgili neler konuşuluyor, ne tür tedbirler öngörülüyor, işte bunu biliyorum. Dolayısıyla belki Türkiye’ye de bir katkısı olabilir düşüncesiyle Yunanistan’daki durumu aktarmakta yarar görüyorum.

Yunanistan’da Sağlık Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı ile birlikte domuz gribiyle mücadele için özel bir eylem planı hazırladı. Bakanlık şimdilik okulların daha geç açılması veya okulların kapalı kalması gibi önlemlere sıcak bakmıyor tabiî. Fakat 17 bölümden oluşan yeni bir plan üzerinde çalışmalar sürdürülüyor. Bu önlemler arasında ilk sırada yer alanı Yunanistan çapındaki bütün eğitimcilere ve öğrencilere domuz gribi aşısının bir an önce yapılması var. Bu sayede gribin hızla yayılmasının önlenebileceği düşünülüyor. Bir diğer ana önlem ise öğrencileri, öğrenci velilerini ve eğitimcileri domuz gribi hakkında detaylı bir şekilde bilgilendirmek. Eğitim Bakanlığı okullara griple ilgili bilgilendirme amaçlı broşürler dağıtacak, eğitim kurumlarına yine griple ilgili büyük afişler asacak. Ayrıca alınan önlemler çerçevesinde uzmanlardan oluşan özel ekipler gerek öğrenci ve eğitimcileri bilgilendirmek, gerekse okullarda hijyene riayet edilip edilmediğini denetlemek amacıyla okulları ziyaret edecekler.

Öğrencilerin gribe yakalanmaları durumunda iyileşene kadar okula gitmemelerinin sorun teşkil etmeyeceği ve devamsızlık problemi yaşamayacakları kaydedilirken, okul personelinin ailesinden herhangi biri hastalandığı zaman ilgili personele anında izin verilmesinin de öngörüldüğü ifade ediliyor.

Bütün bu önlemler arasında belki de en önemlisi ve göze çarpanı Yunanistan çapında herkese domuz gribi aşısı yapılmasını öngören Ulusal Eylem Planı. Meclis’te onaylanan bu planın nasıl hayat bulacağını Sağlık Bakanı Dimitris Avromopulos şöyle açıkladı. Yunanistan’a aşılar Eylül ayı ortalarında ulaşacak ve Yunanistan aşıya sahip olacak ilk ülkeler arasında yer alacak. Bu aşılara yetkili makamların ve AB’nin onay vermesiyle birlikte plan start alacak.

Hükümetin planı ve önlemleri bunlar. Fakat Ağustos ayı olmasına rağmen henüz belirlenmiş, elle tutulan somut bir şeyin olmadığını vurgulayan muhalefet partileri de hükümeti eleştiriyorlar.

Domuz gribiyle mücadele konusunda panik yapmamak lazım, bu doğru. Fakat gerekli somut önlemlerin alınması da şart. Umarım domuz gribi için en kısa sürede somut önlemlerin alınması gerektiğini Türkiye Eğitim Bakanlığı da bir an önce fark eder. Hele hele okullar açılmadan önce!..


Bırak azınlık kendi okulunu isterse kapatabilsin, isterse açabilsin!

AGOS

Sayi:695
24/07/2009

Bırak azınlık kendi okulunu isterse kapatabilsin, isterse açabilsin!

Evren Dede

Azınlık oldun mu bir kere, bir başka seversin kendi cemaatine ait okulu, o soğuk beton yığınlarını, öyle değil mi? Üstelik, bir garip hancıdır azınlık okulları, varlıklarını sürdürmek için yolcuya, cemaate ihtiyaçları vardır. Sadece cemaat nüfusunun yeterli olması da yetmez son tahlilde. Azınlık okullarının, diğer okullarla eğitim seviyesi açısından yarışmaları gerekir. Yani azınlık okulu, hem mükemmel bir eğitim vererek öğrencileri kendine çekebilmeli, hem de cemaatin genç nüfusu yeterli oranda varlığını sürdürebilmelidir. Tabii, bütün bunların olması da yetmez; azınlık okullarına karşı devletin siyasi iradesi özellikle önemlidir. İrade azınlık okullarının yok olması üzerine kurulmuşsa eğer, rahat edemezsiniz, canınıza okurlar!

İstanbul’daki Aya Tanaş, Aya Dimitri, Aya Lefter Rum Ortodoks Kilisesi ve Mektebi Vakfı’nın yönetim kurulu, 24 Şubat 2009 tarihli toplantısında, bu vakfa bağlı özel Rum ilkokulunun, 6 yıldan bu yana öğrencisi olmadığı, ve çevrede bulunan azınlık mensuplarının yaşları ve sosyal durumları göz önünde bulundurulduğunda, bundan sonra da öğrencisi olmayacağından dolayı, kapatılmasını kararlaştırmış. Vakıf, ilkokulun kapatılmasına ilişkin isteğini, 27 Şubat Cuma günü devlet yetkililerine sunmuş. Bunun üzerine, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü, ilköğretim müfettişlerine bir inceleme raporu hazırlatmış, “Durumu inceleyin, görüşünüzü bildirin” diyerek.

İlköğretim müfettişleri bir kanaat raporu hazırlayıp sunmuşlar. Baştan söyleyeyim, raporda, okulun kapatılması talebi Lozan Antlaşması’nın 40. maddesi gerekçe gösterilerek reddediliyor! Müfettişler, Lozan Antlaşması’nın 37’den 45’e kadar olan maddelerinin azınlıkların korunması konularını kapsadığını ve antlaşmada, “Bu hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiçbir resmi işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir” dendiğini yazmışlar. “Yani,” diyor müfettişler, “Lozan çerçevesinde azınlıklar için anlaşma ve güvence altına alınmış bir okul, kurucuları tarafından istenilse bile kapatılamaz!”

Sırf rapordaki bu görüş bile ayrıca yorumlanmaya değer aslında. Çünkü “O zaman Ruhban Okulu neden kapalı?” diye soruyorsunuz kendi kendinize. Hani, azınlıkları koruma ve güvence altına alan Lozan çerçevesinde azınlığın kendisi talep etse bile okul kapatılamazdı?

Raporun bir başka yerinde, mütekabiliyet ilkesine gönderme yapılarak şöyle deniyor: “Lozan’daki 45. maddede ise; bu kesimdeki hükümlerle Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarına tanınmış olan haklar, Yunanistan’ca da, kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır, denilmektedir. Böylece de, Lozan Antlaşması’nın 45’inci maddesinde özel öğretim kurumlarının durumu ve azınlık vakıflarıyla ilgili olarak yapılacak düzenlemelerde ‘mütekabiliyet’ ilkesinin aranacağı ifade edilmektedir...”

Müfettişler mütekabiliyet konusunu raporlarına eklerken gerçek sorunu vurgulamışlar tabii. Çünkü esas korku, Yunanistan’ın da, Batı Trakya’da azınlık okullarını mütekabiliyet çerçevesinde kapatabileceği endişesi.

Belki bunu söylemekten dilimizde tüy bitti ama bir kere daha tekrar edelim: Lozan’da ifade edilen ‘mütekabiliyet’ten kasıt, pozitif anlamdaki uygulamalardır. Eğer biri okul açarsa, diğer taraf da okul açacaktır. Yoksa, biri okul kapatırsa, öbürü de okul kapatacaktır şeklinde değil. Fakat maalesef, hem Türkiye hem de Yunanistan, kendi vatandaşları olan azınlıklara karşı gayet iyi bir amaçla Lozan’da kullanılan mütekabiliyet anlayışını, tam tersine, melun bir anlayış çerçevesinde kullanmıştır. “Sen vakıf arazisini mi istimlak ettin, ben de buradakilerin vakıf arazisini istimlak ederim” şeklindeki çarpık zihniyetten bugüne kadar gerçekten çok çektik.

Batı Trakya’da azınlık anaokulu yok. Azınlık anaokulu talebi uzun bir dönemdir dile getiriliyor. Fakat bu talep İstanbul’daki devlet zihniyetine benzer bir anlayışla çeşitli bürokratik engellere takılıp duruyor. Biri İstanbul’da okulun kapatılmasına izin vermezken, diğeri de Batı Trakya’da açılmasına izin vermiyor.

İşte bu yüzden içim kanıyor ve haykırmak istiyorum: Bırakın, kendi vatandaşlarınız olan azınlık bireyleri istediğini yapabilsin; bırakın, bir taraf yıllardır öğrencisi olmayan ve artık öğrenci gelmesi mümkün olmayan kendi ilkokullarını kapatabilsin; bırakın, bu binaları başka amaçlarla kullanabilsin! Ve tabii, bırakın, Batı Trakya’dakiler de azınlık anaokulu açabilsin! Pozitif mütekabiliyetin önünü açın işte.

Thomas Szasz, “Aptal insan ne affeder ne de unutur; saf insan affeder ve unutur, akıllı insan ise affeder fakat unutmaz” diyor. Belki ileride devletlerin biz azınlıklara karşı yaptığı bu yanlış uygulamaları affedeceğiz, ama unutacağımızı hiç sanmıyorum.



Rodop ili Türk Kadınlar Birliği davası ne oldu?

Azınlıkça Sayı: 49 Temmuz 2009

Rodop ili Türk Kadınlar Birliği davası ne oldu?

Evren Dede

AİHM’de azınlık derneklerinin lehine sonuçlanan kararların ardından bahse konu derneklerin yetkili mahkemelere, AİHM kararları çerçevesinde, resmî olarak tanınmaları için müracaatlarını yaptıklarını hepimiz biliyoruz. Yerel mahkemelere yapılan başvuruların sonuçları sırasıyla açıklanıyor. Şu ana kadar sadece Evros’taki dernekler için olumsuz kararlar açıklandı. Fakat sırada kararı açıklanmamış dernekler de var. Bunlardan bir tanesi Rodop ili Türk Kadınlar Birliği. Bildiğimiz, Ocak 2009’da derneğin yeniden resmî olarak tanınması amacıyla mahkemeye müracaat ettiği. Doğal olarak başvurunun kabul edilip edilmediğinin ve kabul edildiyse sonucunun bu zamana kadar açıklanmış olması gerekiyor.

Bahse konu karar, 26 Haziran Cuma günü açıklandı. Mahkeme, dernek avukatı Orhan Hacıibram’ın yaptığı çok saçma bir hukukî usulsüzlükten dolayı Rodop ili Türk Kadınlar Birliği’nin başvurusunu reddetti!

Yunanistan’da, mahkemeye dilekçe sunacak, davaya vekalet edecek, hukukî prosedürü sürdürecek ve imzası kullanılacak avukatın, davanın açıldığı bölgede avukatlık yapması isteniyor. Eğer avukat davanın görüldüğü bölgeye bağlı değilse en azından davanın görüldüğü bölge barosuna kayıtlı bir başka avukatın da olması şart. Dolayısıyla Rodop ili Türk Kadınlar Birliği’nin mahkemeye sunduğu dilekçeye Rodop Avukatlar Barosu’na kayıtlı olan bir avukatın da imza atması gerekiyordu.

Rodop ili Türk Kadınlar Birliği avukatı Orhan Hacıibram avukatlık mesleğinde yılların kurdu. Nasıl bu hataya düştüyse artık, dilekçeyi mahkemeye sunarken İskeçe ilinde avukatlık yaptığını ve son tahlilde İskeçe Barosu’na kayıtlı olduğunu unutuvermiş! Dolayısıyla Rodop ilinde yapılan müracaat dosyasında İskeçe Barosu’na kayıtlı bir avukatın imzası bulunduğundan ve dava Rodop ilinde görüldüğünden dolayı müracaat reddedilmiş. Böylece tam altı ay bu usulsüzlükten dolayı kaybettiler.

Rodop ili Türk Kadınlar Birliği Başkanı aynı zamanda Gündem Gazetesi’nin de sahibi. Gel gelelim bu kadar zaman geçmesine rağmen toplumu ilgilendiren bu davanın neticesini gazetelerinde haber yapmadılar. Etik kaygısı nedir bilmemek, işimize gelmeyen haberleri hasır altı etmek böyle bir şey olmalı!


Batı Trakya ve Papa Eftim

Azınlıkça

Sayı:49
Temmuz 2009


Batı Trakya ve Papa Eftim

Evren Dede

I
Son yazımda, pek çok akademik çalışmada 150’liklerin Batı Trakya’dan uzaklaştırılmaları karşılığında Venizelos’un Türk hükümetinden Papa Eftim ile ilgili bir talepte bulunduğunu söylemiştim ya, TESEV’in gayrimüslim cemaatlerin vakıf ve taşınmaz mülkleri ile ilgili sorunlarını ve önerilerini içeren raporu yayımlanınca, “İşte tam zamanı”dedim kendi kendime, “Papa Eftim gibi Rum cemaatinin taşınmaz mülkiyetlerine ‘ortak’ olmuş birinin muhasebesi için bundan iyi fırsat bulamam.”

Papa Eftim’in hayat hikâyesini sil baştan yeniden dökerek bana ayrılan köşeyi doldurmak istemediğimden bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenleri konu hakkında çalışma yapmış akademisyenlere yönlendirmekle yetinmek durumundayım.1 Bendeniz, üç bölüm halinde, Papa Eftim’le 150’likler arasında yapılan pazarlığa, Papa Eftim’in el koyduğu Rum kiliselerine ve Türk Ortodoks Kilisesi mensuplarının Rum mezarlığına gömülmeleri konusuna kısa kısa değineceğim.

Hatırlarsınız, Yunanistan Başbakanı Venizelos ve Dışişleri Bakanı Mihalakopoulos, Ankara’da Başbakan İsmet İnönü ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü ile yaptıkları bir dizi görüşme neticesinde 30 Ekim 1930 günü iki ülke arasında üç ayrı antlaşma imzalamışlardı. İşte Ankara’da yapılan müzakerelerde, İnönü ile Venizelos azınlıklar sorununa da değindiler. Venizelos, Türk hükümetine İstanbul Rumlarının tam olarak detayını bilmediğimiz, fakat elbette Papa Eftim konusunu da içeren birkaç şikâyetini aktardı. Özellikle İstanbul Rumlarına ait olan Galata’daki kiliselere Papa Etfim tarafından el konmuş olması İstanbul Patrikhanesi için büyük bir sorundu. Daha sonra verdiği bir mülakatta görüyoruz ki, Venizelos, yapılan görüşmelerden Türk hükümetinin bahse konu kiliseleri İstanbul Patrikhanesi’ne iade edeceği hissine bile kapılmıştı. Hatta gazeteciyle yaptığı söyleşide, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün bizzat kendisinin Papa Eftim’i İstanbul Patrikhanesi’nden uzak tutacağını bildirdiğinden dahi bahseder.

Bu görüşme çerçevesinde İnönü de Batı Trakya’daki 150’liklerin davranış ve tutumlarından duyduğu rahatsızlığı aktarır. İstanbul, Bozcaada ve Gökçeada Rumlarının içinde bulunduğu durumu ve Rum azınlığın Papa Eftim karşısındaki çaresizliğini göz önünde bulunduran Venizelos, bu soruna bir çözüm bulmak istemektedir. Sonuçta Batı Trakya’daki 150’liklerin Türk-Yunan yakınlaşmasını ve uyumlu gidişatı raydan çıkarabileceğini de hesaplayarak, İnönü’ye Trakya’daki antikemalistlerin sınırdışı edilebileceklerini söyleyiverir. Venizelos, konuşmasında şu konuya da değinir: Sınırdışı edilecek kişiler Batı Trakya’da ikamet eden yabancı uyruklular olacaktır; Yunan vatandaşlığına geçmiş olan 150’liklerin sınırdışı edilmeleri, anayasa gereğince imkânsızdır.

Burada esas konumuza geri dönelim. Batı Trakya’daki 150’liklerin sınırdışı edilmelerine karşılık Papa Eftim ve yandaşlarının Türkiye’den sınırdışı edileceği şeklinde bir anlaşmanın yapıldığı acaba gerçekten doğru mudur? Yine dönemin Türkiye’sinde yayımlanan gazetelerde, Papa Eftim ve taraftarlarının Romanya’ya gönderileceği hakkında çıkan haberler bu anlaşmanın varlığına delil olarak öne sürülebilir mi?

Böyle bir anlaşma olsa bile, bildiğimiz, Papa Eftim’in Türkiye’den sınırdışı edilmediğidir. Papa Eftim ile 150’liklerin takasının detayları tarih sayfalarında keşfedilmeyi bekleyen bir sır olarak durmaya devam etse bile, küçük bir ayrıntı beni oldukça makul bir varsayıma doğru sürüklemekten men edemiyor! Anlatayım…

Yunan Meclisi’nin 20 Aralık tarihli oturum kayıtlarına dikkat ettiğimizde, Venizelos 150’likler hakkında aldığı kararı milletvekillerine karşı savunurken, ısrarla, Yunan vatandaşlığına geçmiş olanların sınırdışı edilmekten muaf olduklarını tekrarlar. Dolayısıyla, diyorum, Venizelos İnönü’den Papa Eftim ve yandaşlarının sınırdışı edilmesini talep ettiğinde, büyük ihtimalle İnönü de aynı cevabı vermiş ve Türk vatandaşı olanların sınırdışı edilmelerinin imkânsız olduğunu söylemiş olamaz mı? Bu cevabı alan Venizelos da, Türk hükümetinden Papa Eftim ve yandaşlarının hiç değilse İstanbul Patrikhanesi’ne ve Rum azınlığa karşı yaptığı tacizlere bir son vermesini talep etmiş olmalı, değil mi? Yani aradaki anlaşma şu şekilde yapılmış olmalı: Yunan vatandaşı olmayan 150’likler Batı Trakya’dan uzaklaştırılacak, buna mukabil de, Papa Eftim ve yandaşları her gün taciz ettikleri İstanbul Patrikhanesi’nden ve diğer Rum kurumlarından uzaklaştırılacaktı. Zaten olayların en heyecanlı bölümü de bu anlaşmanın ardından yaşandı.

II
1931 yılı itibariyle Papa Eftim’in İstanbul Rumlarını bir dönem için taciz etmeyi durdurması ve o güne kadar ele geçirdiği kiliselerle yetinmeye zorlanması, büyük olasılıkla, Türkiye ile Yunanistan arasında, 1930 yılında imzalanan anlaşma çerçevesinde gerçekleşti. Gerçi Venizelos’un beklentisi, Papa Eftim tarafından el konan kiliselerin de iade edilmesiydi tabii. Fakat Türk tarafı bir ikilemle karşı karşıyaydı. Yapılan zorunlu nüfus mübadelesiyle, anadili Türkçe olan fakat Ortodoks Hıristiyan inancını taşıyan Karamanlıların gönderilmesi, zaten Ankara’yı bin pişman etmişti. Ne yani! Şimdi de, 150’liklerden olan 10-13 kişinin Batı Trakya’dan gönderilmesiyle Papa Eftim ve yandaşları bir mi tutulacaktı? Bu sıkıntı, Türk tarafını farklı bir yöne doğru itmekteydi. Çünkü Papa Eftim’in, üç-beş 150’likten çok daha fazlasına değdiğine inanıyorlardı. Zaten iki hükümetin yetkilileri tarafından alınan karara rağmen, ileride doğabilecek olası sorunlara karşı 150’liklerin tamamının Yunanistan’dan sınırdışı edilmemesi, sadece Batı Trakya’daki 150’liklerin uzaklaştırılmaları ve başta Çerkesler olmak üzere diğer Ankara muhaliflerinin Yunanistan’da yaşamaya devam etmeleri, yapılan anlaşmanın ne kadar karmaşık bir sorun yumağı etrafında gerçekleştiğini göstermekteydi. Yunan tarihçilerin bir kısmı, Venizelos’u, Batı Trakya’daki 150’liklerle Papa Eftim arasındaki anlaşmada gösterdiği pasiflikten dolayı eleştirseler bile, büyük ihtimalle Türkiye ile Yunanistan arasındaki dengelerin karmaşıklığı bu olayda da kendini göstermişti. Yani taraflar hem çözüm istiyor, hem de kendi milli çıkarları açısından çözümün yeni sıkıntılar doğurmasından endişe ediyorlardı. Bu yüzden, iki taraf, Ankara’daki uzlaşmanın ardından derhal sorunun halli noktasına odaklanırken, çeşitli dengeleri göz önünde bulundurarak opsiyonel değişikliklerde bulundular.

Venizelos Ankara’dan Atina’ya döndüğünde, Trakya Genel İdaresi Bakanı Georgios Kakoulidis’e konu hakkında talimat verdi: “150’liklerden Yunanistan vatandaşları olmayanlar Batı Trakya’dan uzaklaştırılacaktır!” Fakat bu sırada Papa Eftim’in üç-beş 150’likle takasını az bulan Türkiye, Gümülcine’deki konsolosluğuna, yeni hazırlanan bir listeyi Trakya Genel İdaresi’ne iletmesi için talimat vermişti. Venizelos’un Ankara ziyaretinden sadece bir ay sonra gelen bu hamleyle, Gümülcine Konsolosu Ahmet Muhtar Batur, bahse konu listeyi Kakoulidis’e sundu. Yalnız, sunulan listede Yunan tarafının beklemediği, farklı bir durum vardı: Liste, hiç de beklendiği gibi 10-15 kişilik değildi. Muhtar Batur, sadece 150’liklerin değil, diğer siyasi mültecilerin ve hatta Türkiye’deki yeni laik rejime karşı çıkan bazı Batı Trakyalı Müslümanların da sınırdışı edilmesi talebiyle, toplam 450 kişilik bir listeyi Kakoulidis’e sunmuştu. Anlaşılan, Türk tarafı Papa Eftim’e biçilen değeri artık az buluyordu!

Türk konsolosuyla yaptığı görüşmeyi Atina’ya rapor eden Kakoulidis, Konsolos Batur’un verdiği listedeki sayının beklenenden çok yüksek olduğunu, buna gerekçe olarak konsolosun kendisine sınırdışı edilecekler konusunda Türkiye’nin olaya büyük bir boyut kazandırmak istediğini, listedeki kişilerin sınırdışı edilmeleri durumunda Batı Trakya’da Türk azınlığına huzur ve barış ortamının gelebileceğini ve ayrıca Yunan hükümeti aleyhinde yazılar yayımlayan Yeni Adım gazetesinin de bu tavrından vazgeçeceğini söylediğini yazıyordu. Kakoulidis, bu konudaki yorumunu da rapora ekliyordu tabii: “Yunan vatandaşlarının sınırdışı edilmesinin asla söz konusu olamayacağını konsolosa ifade ettim. Fakat bunun dışındaki kişiler için öne sürülen argümanları ben de makul buldum.”2

Kakoulidis böyle diyordu, ama Yunanistan açısından işin şekli de değişiyordu yavaş yavaş. Türkiye’nin sunduğu 450 kişilik sürpriz liste, Atina’da görüş ayrılıklarına sebep oldu. Venizelos, Ankara’da vardıkları uzlaşmayı önemli gördüğünden, bu yeni talebin bir şekilde uygulanmasını desteklerken, bu görüşe karşı çıkanlar da artık seslerini yükseltmeye başlamışlardı. Diyorlardı ki, “Türkiye tutuyor, 450 kişilik bir liste sunuyor, sizse Papa Eftim ve yandaşları dediğimiz, topu topu 10-15 kişilik bir listenin bırakın sınırdışı edilmesini, İstanbul’dan uzaklaştırılmasını bile sağlayamıyorsunuz! Yokuşa sürüyorlar işi, anlamıyor musunuz?”

III
Türkiye’nin, Gümülcine Konsolosu Ahmet Muhtar Batur vasıtasıyla Papa Eftim ve yandaşlarına karşılık olarak Yunan hükümetine ilettiği 450 kişilik listenin Atina’da görüş ayrılıklarına sebep olduğundan söz etmiştik. Başbakan Venizelos, Dışişleri Bakanı Mihalakopoulos ve Trakya Genel Valisi Kakoulidis, Batı Trakya’daki 150’liklerin ve Yunan vatandaşı olmayan siyasi mültecilerin sınırdışı edilmeleri fikrini desteklerken, bu görüşe karşı çıkanlar da seslerini yükseltmeye başlamışlardı.

Konu en sonunda Yunan Meclisi’ne kadar taşınır. Türkiye ile yapılan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakemlik Antlaşması ile ilgili meclis görüşmeleri esnasında Halkçı Parti (Λ.Κ.) milletvekili İoannis Rallis, bu kişilerin sınırdışı edilmelerine karşı çıkar ve Batı Trakya’da bulunan Türkiye vatandaşı siyasi mültecilerin sınırdışı edilmelerini bir teslimiyet olarak addettiğini açıklar. Halkçı Parti Genel Başkanı Panagis Tsaldaris de aynı noktadan yola çıkarak siyasi mültecilerin can güvenliğinin tehlikede olduğunu ve Yunanistan’ın, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde, siyasi mültecileri korumakla yükümlü olduğunu belirtir.

Meclis’te tartışmalar sürerken hükümet adına sözü Dışişleri Bakanı Mihalakopoulos alır ve bahse konu kişilerin Türkiye’ye iade edilmelerinin asla söz konusu olmadığını belirtir. Ardından kürsüye Venizelos çıkar ve almış olduğu kararı savunur. Venizelos kararlıdır, Türkiye ile ilişkiler normale dönecektir.

Lafı çok uzattım; aktaracağım başka şeyler var. Dolayısıyla, Venizelos’un mecliste yaptığı konuşmayı anlatmayacağım.

Muhalefet ve genel kamuoyu karşısında Venizelos, Türkiye’nin 450 kişilik listesini işleme koymaz. Sonuçta Ankara’da varılan mutabakat çerçevesinde sadece yabancı uyruklu 150’likler Batı Trakya’dan uzaklaştırılır ki, bunların toplamı 13 kişidir ve 2’si zaten bölgeyi daha önce terketmiştir. Böylece, Türkiye’nin talebi kısmi olarak yerine getirilmiş olur.

İşin garip tarafı nedir biliyor musunuz? Venizelos, Ankara’da yaptığı anlaşmayı uygulamasına rağmen, Türkiye’nin 450 kişilik yeni listesi yüzünden ne Yunanistan’da, ne de Türkiye’de sorunun kökten çözümü sağlanabilmiştir. Belki sadece sorunun boyutu küçülmüştür. Papa Eftim ve yandaşları İstanbul’dan uzaklaştırılmamış, fakat hareket alanı kısıtlanan Papa Eftim, ele geçirdiği kiliselerle iktifa etmek zorunda bırakılmış ve bu sayede, İstanbul Rum Patrikliği ve Rumlar, göreceli olarak, bir dönem rahat nefes almıştır.

Peki bu doğru mudur? Yani Rumlar gerçekten rahat nefes alabilmiş midir?

Aradan yetmiş küsur yıl geçmesine ve kiliselerden bir tanesi, daha sonraları devlet iradesiyle iade edilmiş olmasına rağmen, günümüzdeki durum değerlendirildiğinde, Rumların çok da rahat ettiklerini iddia etmek zordur. Çünkü Papa Eftimlerin karmaşık ilişkileri hakkında 30 Ocak 2008 tarihli Hürriyet gazetesinde çıkan bir haber bile, bize Rumların Papa Eftim ve ailesinden çektikleri sıkıntıyı göstermektedir.

Sahi, Hürriyet gazetesinde şöyle yazılmıştır, “Adı Ergenekon operasyonu ile gündeme gelen, örgütün ‘beyinlerinin merkezi’ denen Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi, hayli ilginç özellikler taşıyor. Türk devletinin Fener Rum Patrikhanesi’ne karşı desteklediği patrikhanenin tümü aynı aileden. Ve cemaati ‘yok’ denecek kadar az olsa da, patrikhane, çok ciddi bir mal varlığının sahibi…”
“...(B)u patrikhane, Ergenekon Operasyonu’nda yasadışı örgütün merkez üssü olduğu iddiasıyla karşımıza çıktı. Polisin verdiği bilgiye göre, Ergenekon oluşumunun toplantıları patrikhanede yapılıyor, dünya çapında ses getirecek suikast planları burada yapılıyor, gizli evrak burada saklanıyordu…”

İddialar doğrudur, yanlıştır, o mahkemenin işidir. Fakat bu kısacık alıntı bile bize bir şeyi göstermektedir: Papa Eftim ailesi karşısında İstanbul Rumları, ne Venizelos’un 150’likler takası, ne de bir başka anlaşma sayesinde, öyle rahat nefes alamamıştır. Düşünsenize, cenazeleri bile bir sorundur Papa Eftim ailesinin. Çünkü vefat ettiklerinde Rum mezarlığına gömülmektedirler. “Bu dünyada size rahat yüzü göstermedik, mezarlıkta dahi rahat yüzü göstermeyeceğiz” dercesine!..


Dipnotlar:
1. Dr. Racho Donef, The Political Role of the Turkish Orthodox Patriarchate (so-called) [(Sözde) Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin Siyasi Rolü), Sydney, Avustralya, 2003; Elçin Macar, Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi, İletişim, 2003

2. Αντώνης Κλάψης, Η απομάκρυνση των ανεπιθύμητων αντικεμαλικών της Δυτικής Θράκης. Μία άλλη όψη της ελληνοτουρκικής προσέγγισης του 1930. Διδάκτορας Διπλωματικής Ιστορίας, 2006

Batı Trakya'da 150’likler -V

Azınlıkça

Sayı: 49
Temmuz 2009

Batı Trakya'da 150’likler -V

Evren Dede

5. İbrahim Sabri
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu olan İbrahim Sabri babasıyla birlikte İskeçe’ye (Xanthi) yerleşti. Hukuk eğitimi almış, birkaç yabancı dil bilen, iyi şiir ve makale yazan İbrahim Sabri, babasıyla birlikte Yarın gazetesinde görev aldı.1 Kaderi babasıyla aynı çizgide gelişti. 1931 yılında Yunan devletince Batı Trakya’dan çıkartıldı, Patra’ya yerleşti. Daha sonra babasıyla birlikte Mısır’a gitti. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin Arapça kaleme alınan ve en önemli eserlerinden sayılan ‘Mevkıf-ül Akl ve İlm’ kitabını Osmanlıca’ya çevirdi.2 1983 yılında vefat etti.

6. Süngülü Çerkez Davut
Manyaslı olan Çerk ez Davut, 1’inci Anzavur ayaklanmasında çetesiyle birlikte Anzavur’a katıldı. Türk-Yunan Savaşı’ndan sonra tutuklanarak yargılandı ve idama mahkum oldu. Davası temyiz aşamasındayken 150’likler listesine kondu3 ve yurtdışına çıkartıldı ve ardından Batı Trakya’ya geldi.
Yunan kaynaklarında adı Süngülü Çerkez Davut yerine, Sunekli Çerkez Davut şeklinde geçer.4

Süngülü Çerkez Davut Batı Trakya’ya geldiğinde İskeçe’ye (Xanthi) yerleşti. 1928 yılındaki kayıtlarda İskeçe sakini gözüken Çerkez Davut5, 1931 yılında ise Batı Trakya’dan çıkartılacaklar listesinde Gümülcine (Komotini) sakini olarak gözükmektedir.6

Süngülü Çerkez Davut’la birlikte kardeşi Zekeriya da Batı Trakya’ya gelenler arasındadır. Kardeşi Zekeriya 150’liklerden olmamasına rağmen, bilahare Türkiye vatandaşlığından çıkarılmıştır.

7. Tuzakçı Yusuf Ali Remzi
Tuzakçı Yusuf Ali Remzi, Batı Trakya’ya geldiğinde Arabacıköy’e (Amaranta) yerleşti. Gönen’in Tuzakçı köyünden olduğu için bu lakabı alan Yusuf Ali Remzi, Batı Trakya’da kaldığı süre boyunca ticaretle uğraştı. Resmi kayıtlardan bakkallık yaptığını öğreniyoruz.7

8. Keçelerli Topal Ömeroğlu İdris
1924’e kad ar Türkiye’de hapiste tutulan Keçelerli Abdüloğlu Deli Kasım, 1924 yılında 150’likler listesine adı eklenince hapisten çıkarıldı ve derhal sınırdışı edildi. Batı Trakya’ya geldiğinde Çepelli’ye (Mishos) yerleşti. Trakya’da kaldığı dönemde koruculuk yaptı.

9. Keçelerli Abdüloğlu Deli Kasım
1924’e kadar Türkiye’de hapiste tutulan Keçelerli Abdüloğlu Deli Kasım, 1924 yılında 150’likler listesine adı eklenince o da hapisten çıkarıldı ve derhal sınırdışı edildi. Batı Trakya’ya geldiğinde İskeçe’nin (Xanthi) Morsini bölgesine yerleşti.

10. Kuvay-ı İnzibatiye mensubininden Çopur İsmail Hakkı
Çerkez kökenlidir. Osmanlı ordusunda binbaşıydı. Bandırma’da askerî sevkiyat reisliğinde bulundu. Mustafa Kemal’in başkanlığındaki millî mücadelinin karşısında olan Nigehbân Askerî Cemiyeti’nin kurucusu ve yöneticilerindendir. Bahse konu örgütü kurma fikri, Binbaşı Çopur Hakkı tarafından ortaya atılıp gerçekleştirilmiştir.8

150’liklerden olan Tarık Mümtaz, “Vahdettin mütareke gayyâsında” adlı eserinde Çopur Hakkı’yı şu şekilde tasvir eder:
“…Nigehbân Cemiyeti Reisi Çopur İsmail Hakkı Bey, kulaktan atma zincirli gözlüğü ve geniş al zırhlı topçu pantolonu, mahmuzlu kunduraları ve elinden düşmeyen gümüş Çerkez kırbacıyla ortada dört dönüyor, hiçbir vazife ve memuriyete tenezzül etmiyor, adeta inkılabın lideri ve muhafızı rolünü takınıyordu…”9

Çopur Hakkı, savaşın hemen ardından Batı Trakya’ya geldi.

Yunan Dışişleri Bakanlığı’nın 1931 yılında Batı Trakya’yı terketmelerini emrettiği 150’likler listesinde Çopur Hakkı’nın adı bulunmamaktadır. Pek çok araştırmacı Dışişleri’nin 1931 yılındaki listesini Yunanistan’daki 150’likler olarak kabul eder. Oysa bu liste dışında 150’liklerden pek çok kişi o dönemde Yunanistan’a gelmiştir.

Kuvay-ı İnzibatiye mensubininden Çopur Hakkı’nın adı Türkiye’nin Yunanistan’a çektiği 1927 tarihindeki bir notada geçmektedir. Notada Batı Trakya’dan uzaklaştırılması istenenler arasında ismi geçmektedir. Çopur Hakkı, Batı Trakya’da olduğu dönemde İskeçe’de yayımlanan İtila gazetesinin sahip ve sorumluluğunu yapmıştır.10

11. İzmir kadı müşavir-i sabıkı Ahmet Asım
1931 yılından önce Batı Trakya’yı terketmiştir. Batı Trakya’da bulunduğu süre zarfında azınlık cemaat vakıflarında görev aldı.11 1931’den önce bilemediğimiz bir şekilde Batı Trakya’dan uzaklaştırılınca Bulgaristan’a geçti. 150’liklere çıkarılan aftan önce Bulgaristan’da öldü.12

*
Batı Trakya’daki 150’likler ve diğer gelenler hakkında kısa bilgiler
Yeni Türkiye’nin rejimi için tehlike arz eden 150’likler dışında, Türkiye, Yunan devletinden Batı Trakya’dan çıkartılmasını talep ettiği Çerkezler de vardır. Çerkez askerlerin bir bölümü savaşın sona ermesinin hemen akabinde Batı Trakya’ya gelmiş, özellikle, Drama, Kavala, Dedeağaç (Alexanroupoli) ve İskeçe’de (Xanthi) konaklamışlardır.13 Çerkez askerlerinden bir kısmı İskeçe’ye bağlı Şahin (Echeinos) köyünün hemen yanı başındaki yamaçta 6 ay süreyle konaklamışlardır.

Türkiye’nin 150’likler dışındaki siyasî firarilerin de Batı Trakya’dan çıkartılması ile ilgili resmi talebi 1927’de gerçekleşir. Resmi bir nota çekilerek 150’liklerin ve bazı Çerkezlerin Batı Trakya’dan uzaklaştırılmaları ve ayrıca Yunanistan’dan çıkarılmaları istenir. Cevat Bey (Mehmet Cevat Açıkalın) tarafından bildirilen notada, Çerkezlerin Batı Trakya’da kalmaları için verilen 6 aylık oturum belgelerinin uzatılmaması, ekte bildirilen kişilerin de Batı Trakya’dan uzaklaştırılmaları ve Mustafa Sabri Efendi’nin yazdığı İtila gazetesinin kapatılması talep edilir.14 1925 yılında İskeçe’de yayın hayatına başlayan İtila gazetesi Binbaşı Çopur İsmail Hakkı tarafından çıkarılmıştır. Mesul müdürlüğünü Hasan Saki ve başyazarlığını Ahmet İzzet’in yaptığı gazete 1930 yılında yapılan Türk-Yunan dostluk antlaşmasına dek yayımlanmaya devam etmiştir.15

Türkiye’nin Yunanistan’a bildirdiği notada Batı Trakya’dan uzaklaştırılmaları istenen isimler şunlardır:
1. Çopur Hakkı, İtila gazetesi sahibi, İskeçe’de mukim (150’liklerden)
2. Bahriyeli Ali Sami, Adalet gazetesi (εφ. Δίκαιον) sahibi, Kavala’da mûkim (150’liklerden)
3. Süngülü Çerkez Davut, İskeçe’de mukim (150’liklerden)
4. Aziz Nuri, Eski Bursa valisi, Adalet gazetesi sahibi (150’liklerden)
5. Namık, eski emniyet mensubu, öğretmen (150’liklerden)
6. Ahmet Asım Hoca, (İzmir kadı müşavir-i sabıkı Ahmet Asım), Cemaat idaresi danışmanı (150’liklerden)
7. Veliyeddin Hoca, Dedeağaç (Aleksandoupoli) Müftüsü 16
8. Rıfat oğlu Rıfkı, İtila gazetesinde yazar, İskeçe’de öğretmen, İskeçe’de mukim.
9. İzzet, Biga’da (Βίγα) kumandan yardımcısı, İttila gazetesinde yazar.
10. Doktor Nureddin, İskeçe’de (Xanthi) doktor.
11. Zekeriyya oğlu Zekeriyya, 150’liklerden olan Çerkez Davut’un kardeşidir.
12. Akif, Osmanlı ordusunda subay, Dimetoka’da (Didimoteicho) öğretmen.
13. Memiş Hoca, İtila ve Adalet gazeteleri çalışanı.
14. Hasan Mustafa, Şule, Balkan ve Posta gazetelerinin sahibi, Dedeağaç (Alexandroupoli) vakıf idaresi Başkanı.17 Çerkez kökenlidir. Savaşın ardından Çerkez Ethem ve Kuşçubaşı Eşref’le birlikte Yunanistan’a gelen 9.00018 Çerkezden biridir.
15. Halit Ziya, İzmir’den geldi, Hasköy’de yardımcı muavin.
16. Pepe Kenan, eski Osmanlı Şeyhülislamlık müessesi çalışanlarından, Kosli (Körsallı) köyünde öğretmen ve aynı zamanda köyün imamı.
17. Hasan, eski Osmanlı İaşe Müdürlüğü memuru.
18. Hüseyin Hamit, Dimetoka’da (Didimoteicho) öğretmen.
19. Hasan Hoca, Kumçiftlik (Orestiada) müftüsü.19
20. Mustafa Sabri, hoca, eski Şeyhülislam Orestiada’da oturuyordu.

Doğu Makedonya ve Trakya bölgesine yerleşen diğer 150’likler.
Batı Trakya bölgesi Karasu sınırıyla noktalandığı için yukarıdaki listeye girmeyen, fakat Doğu Makedonya ve Trakya bölgesi sınırları içerisine giren ve 1931 yılına kadar bölgede yaşayan üç ayrı 150’lik daha bulunmaktadır.
1. İzmit merkez memuru, Edirne Polis müdürü ve Yalova Kaymakamı Fuat Bey (92)
2. Bandırma’da Adalet gazetesi sahibi Bahriyeli Ali Sami (101)
3. Esbak İstanbul Polis Müdüriyeti 1. Kısım Başmemuru Hafız Sait (88)

*
Detaylı açıklamalar
1. İzmit merkez memuru, Edirne Polis müdürü ve Yalova Kaymakamı Fuat Bey (92)
Sırasıyla İzmir merkez memurluğu, Edirne Emniyet Müdürlüğü ve Yalova kaymakamlığı görevlerini ifa eden Fuat Bey, Yunanistan’a geldiğinde Drama’ya yerleşmiştir. Yunan devletinin 150’liklerin yurtdışına çıkarılması kararından önce bölgeyi terketmiştir.

2. Bandırma’da Adalet gazetesi sahibi Bahriyeli Ali Sami (101)
Bandırma’nın Yunan ordusu tarafından ele geçirildiği dönemde Adalet gazetesini çıkaran Bahriyeli Ali Sami, 1922 yılında Yunanistan’a gelen 150’likler arasındadır. Osmanlı ordusunda albaylık görevinde bulunan ve çektiği fotoğraflarla adını duyuran Ali Sami hakkında Nathanail M. Panagiotidis, 1922-1924 yılları arasında Kavala’da yaşadığını, 1924 yılından itibaren Selaniğe yerleştiğini ve orada yine “Adalet” adlı bir gazete çıkardığını ve ayrıca fotoğrafçılık yaptığını yazmaktadır. Dışişleri Bakanlığı’nın 1928 tarihli kaydında ise Ali Sami’nin hala Kavala’da mukim olduğunu ve Selanik’te değil, Kavala’da “Adalet” adlı gazeteyi (εφ. Δίκαιον) çıkardığını görüyoruz.20

Türk kaynaklarında Bahriyeli Ali Sami hakkında farklı bilgiler verilmektedir. Emin Karaca, Bahriyeli Ali Sami ile ilgili olarak, Kavala’ya yerleştiğini ve eşi ve çocuklarıyla birlikte din değiştirerek Hristiyan Ortodoks olduklarından bahsetmektedir.21 Kamil Erdeha da, Ali Sami’nin ailesiyle birlikte din değiştirdiğini ve Ortodoks mezhebine girdiğini yazmaktadır.22

Ayrıca Bahriyeli Ali Sami’nin adı Mustafa Kemal’e suikast yapmaya teşebbüs edenlerin arasında geçer. Erdeha, Bahriyeli Ali Sami’nin Doğu Trakya’da Atatürk’e suikast yapmakla görevlendirilmişse de, bu girişimin önceden haber alındığını ve önlem alındığından dolayı başarılı olamadığını ve iki ayakdaşı ile birlikte Meriç nehrini geçerken 1927’de öldürüldüğünü yazmaktadır.23

Erdeha suikast girişimini şu şekilde anlatır:
“…Yunan istihbarat örgütlerinden gelen bilgilere göre, Mustafa Kemal İstanbul’da bir süre dinlendikten sonra, Edirne’ye bir ziyaret yapacak, eylül ayı sonuna doğru da parti kurultayı ve Büyük Millet Meclisi çalışmaları dolayısıyla Ankara’ya dönecekti. Bu duruma göre bir kıskaç biçiminde pusu kurulmalı, eğer o Trakya gezisini yapmaktan vazgeçerse veya Trakya’da yapılacak suikast başarılı olamazsa, Ankara’ya dönerken mutlaka iş bitirilmeliydi.

Kuşçubaşı Eşref tarafından hazırlanan plana göre, bu iş için iki çete oluşturuldu. Birinci çete, fotoğrafçı ve Bahriyeli lakaplı Ali Sami’nin reisliğinde Batı Trakya’da; ikinci çete Hacı Sami’nin reisliğinde Sisam adasında yuvalanacaktı…

Hacı Sami kendisinin Batı Trakya’da olduğuna dair haberler yayıyordu. İşte bu sırada Gümülcine konsolosu Firuz Kesim’den önemli haberler geldi. Fotoğrafçı Ali Sami, Meriç’i iki arkadaşıyla geçecek ve Mustafa Kemal Paşa’nın trenini havaya uçuracaktı. Aynı amaçla başka bir suikastta bulunacak olan Hacı Sami’nin ise Trakya’da olmadığı kesindi.24 Bu haber üzerine Ankara hükümeti sınırlardaki bütün güvenlik güçlerini uyardı ve duyarlı bölgelerde alarma geçildi...

Beklenen zaman geldikçe iki çete de harekete geçti. Fotoğrafçı Ali Sami çetesi Meriç nehrini geçerken kıstırıldı ve iki ayakdaşı ile birlikte sınır güvenlik kuvvetlerince öldürüldü...”25

Esasında Bahriyeli Ali Sami’nin o tarihte öldürülüp öldürülmediği şüphelidir. Çünkü Yunan Dışişleri Bakanlığı’nın 1931 yılında Batı Trakya’dan uzaklaştırılacak 150’likler listesinde Bahriyeli Ali Sami’nin adı da bulunmaktadır.26 Yanlız bu belge bile bize Ali Sami’nin öldürülüp öldürülmediği konusunda net bir cevap vermemektedir. Çünkü yine Dışişleri arşivinde bulunan bir başka kayıtta, Batı Trakya’dan sınırdışı edilecek 13 kişilik listeden 2 kişinin, alınan karardan önce Trakya’yı terkettiklerini bildirmektedir. Bahse konu iki kişiden birisi Bahriyeli Ali Sami’dir.27

3. Esbak İstanbul Polis Müdüriyeti 1. Kısım Başmemuru Hafız Sait (88)

Devam edecek...

Dipnotlar:

1. http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=27255
2. http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=27255
3. Kamil Erdeha, Yüzellilikler,yahut milli mücadelenin muhasebesi, 1998, İstanbul, s.215
4. Yunan İçişleri Bakanlığı’nın kararı çerçevesinde Bakan ve aynı zamanda Trakya Bölge Genel İdarecisi G. Kakoulidis’in 150’likler listesinde yer alan 11 kişinin Yunanistan’ı terketmeleri ile ilgili 21.10.2930 tarihli 748 protokol numaralı kararı.
5. Α.Υ.Ε. 1928/Β/37.
6. Α.Υ.Ε. 1931/Β/37/ΙΙ/.
7. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Arşivi 1931/Β/37/ΙΙ/.
8. Nigehbân Askerî Cemiyeti 1919 yılında kurulmuştur. Osmanlı ordusu mensubu subay ve emekli paşalardan oluşan bir cemiyettir. Cemiyet, Müdafaa-i H:ukuk hareketine karşı çıkmıştır.
9. Yalçın Toker, 150’liklerden Portreler, Toker yayınları, 2006, İstanbul, s.122
10. Α.Υ.Ε. 1928/Β/37.
11. Α.Υ.Ε. 1928/Β/37.
12. 150’likler, Emin Karaca, Altın Kitaplar, 2004, İstanbul, s.67
13. Ahmet Efe, Çerkez Ethem, Bengi Kitap Yayın, 2007, İstanbul, s.491,493
14. Simeon A. Soltaridis, age, s.203
15. Feyyaz Sağlam, age, s.56
16. Yunanistan’da o dönemde Gümülcine, İskeçe ve Dimetoka müftülükleri dışında Dedeağaç’ta, Selanik’te (Selanik Çerkez Müftülüğü ve ayrıca Langada Müftülüğü), Veria’da ve Yanya’da da müftülükler vardı. Bu müftülüklerin çoğu 1950’lere kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Günümüzde Gümülcine, İskeçe ve Dimetoka’da müftülük bulunmaktadır.
17. Hasan Mustafa, Çerkez kökenlidir. Balkan gazetesini 1924 yılında çıkardı. Gazete Bulgarların işgal tarihi olan 1941’de kapandı. Balkan ve Posta gazetelerinin başyazarlığını bir diğer Çerkez kökenli Şeyh Fuat yapmıştır. Hasan Mustafa, 1941 yılına kadar Batı Trakya’da kaldı. Daha sonra Almanya’ya gitti.
18. Konstantinos Tsitselikis, Azınlıkça dergisi, Sayı:44, Şubat 2009, s.21
19. Kayıtlarda Orestiada müftüsü olarak geçse bile müftülükler ile ilgili diğer kayıtlarda Orestiada Müftülüğü şeklinde bir kayıt bulunamamıştır. Orestiada, Evros iline bağlıdır, Dedeağaç Müftülüğü’nün şubesi olabilir.
20. Α.Υ.Ε. 1928/Β/37.
21. Emin Karaca, age, s.75
22. Kamil Erdeha, a.g.e, s.177
23. Kamil Erdeha, a.g.e, s.111
24. Yakın Tarihimiz, C.II, s.11-12
25. Kamil Erdeha, a.g.e, s.110
26. Α.Υ.Ε. 1931/Β/37/ΙΙ/.
27. Α.Υ.Ε. 1931/Β/37, Φάκ. Ανεπιθυμήτων Τούρκων



Yazı dizisinin diğer bölümlerini okumak için:
Batı Trakya’da 150’likler -I-
Batı Trakya’da 150’likler -II-
Batı Trakya’da 150’likler -III-
Batı Trakya’da 150’likler -IV

Türk-Yunan ilişkileri geriliyor

AGOS

Sayi:693
10/07/ 2009

Türk-Yunan ilişkileri geriliyor


Evren Dede

Her ne kadar iki ülkede iktidara gelen AK Parti ve Yeni Demokrasi (ND) hükümetleri ilk dönemlerinde ciddi bir yakınlaşma ve uzlaşı çabası göstermiş olsalar da, Türk-Yunan ilişkileri tarih boyunca anlaşmazlık ve sorunların ön planda olduğu bir süreç olunca, bu iki hükümet de bahse konu talihsiz sürecin dışına öyle kolay kolay çıkamıyor. ND - AK Parti döneminin başlarında yakın ve sıcak ilişkiler gözlendi, ancak uzun soluklu bir sıcak ilişki maalesef sürdürülemedi.

Zaten genelde iki ülke arasındaki sorun ve anlaşmazlıkların çokluğu, içerideki siyasal yapının uluslararası ilişkilere koyduğu tahakküm, süregelen Kıbrıs bunalımı ve son tahlilde iki ülkenin ulusal çıkarlarının çakışması dostluk dönemlerinin uzun soluklu olmasına engel teşkil ediyor.

Ne yapalım, ND - AK Parti ilişkisi de bu engellere takılmadan edemezdi. İki hükümetin, başlardaki o uyumlu ve yapıcı ilişkisi yavaş yavaş eski dönemlere doğru yön aldı; partilerüstü kabul edilen dış politika, bir anlamda ND’nin ve AK Parti’nin hareket alanını kısıtladı.

Son dönemlerde Türk-Yunan ilişkilerinde yeni gelişmeler oluyor. Fakat gelişmelerin olumlu yöne doğru gittiğini söylemek doğru olmaz. Her ne kadar artık iki ülkeyi savaşın eşiğine getirecek bir bunalım döneminin yaşanmayacağı söylenebilir, ancak maalesef iç politikadaki hoşnutsuzluklar, Yunanistan ve Türkiye’yi karmaşık ve istikrarsız bir ikili ilişkiler sürecine doğru sürüklüyor.

Malum, kıta sahanlığından tutun, hava sahasına kadar bin bir detayı ve anlaşmazlığı içeren ve ikili ilişkilere damgasını vuran Ege sorunu, Yunanistan için tarafların birincil sorunu. İkinci sırada Kıbrıs var. Tabii, Ege sorunu gibi Kıbrıs konusu da 1970’lerden bugüne ikili ilişkilerde belirleyici bir rol üstleniyor. Bu arada, üçüncü sıradaki azınlıklar sorunu da iç politikanın geleneksel eğilimleri çerçevesinde aynı olumsuz ve çetrefilli konulardan biri olarak değerlendirilebilir.

Sorunlardan bizi en çok ilgilendireni azınlıklar meselesi, ve Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde hiçbir zaman açıkça dile getirilmese de, neredeyse Ege sorunu kadar önemli. Dolayısıyla, azınlıklarla ilgili her açılım, her hareket, ayrı bir önem arz ediyor. Fakat bu arada Türk-Yunan ilişkilerine yön veren yeni bir aktörün de rol almaya başladığını belirtmemiz gerekiyor. O da kaçak göçmen sorunu. Sorunun boyutu Türkiye’de pek fazla fark edilmiyor olabilir. Oysa Yunanistan kaçak göçmen sorunuyla yatıp kalkıyor ve sorunun yegâne sebebini Türkiye olarak görüyor. 1 Temmuz Çarşamba günü Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Jacques Barrot ile birlikte Evros ilindeki kaçak göçmen kampını ziyaret eden Yunanistan İçişleri Bakanı Prokopis Pavlopoulos’un yaptığı açıklama, bu yüzden çok önemli. Pavlopoulos, “Türkiye’nin bu şekilde devam etmesi durumunda, AB yolunda ilerlemesine izin vermeyeceklerini” belirtirken, “komşu ülkenin insan tacirlerinin cirit attığı bir ülke görüntüsü çizmesinin kendi çıkarına olmadığını anlaması gerektiğini” de ifade etti.

Bu demecin hemen ardından, Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni de benzer açıklamalarda bulundu. Bakoyanni, Türkiye Ankara Protokolü’nü uygulamadıkça, AB müzakere sürecinde dondurulmuş olan başlıkların açılması için ortak bir Avrupa kararının olmadığının altını çizerken, “Söz konusu 8 başlık bir yana, masada duran başka konular da var. Türkiye yükümlülüklerini yerine getirmelidir Kaçak göçmenler konusunda işbirliğinde bulunmasının gerekli olduğunu anlamalıdır” değerlendirmesinde bulundu.

Türkiye, Yunanistan’ın bu açıklamalarına çok sert bir dille cevap verdi. Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, “Uluslararası anlaşmalar, avazı en çok yükselenin, en çok bağıranın dayattığı mecburiyetler değildir… İç kamuoylarının gıdıklanması amacıyla medyaya yapılan hamasi açıklamaları ciddiyetten uzak buluyoruz. Ve bu değerlendirmeler bizi ilgilendirmiyor; iç tüketime yönelik menü sayıyoruz… Türkiye’nin diplomasi tarihi 1974’ten bir bin yıl daha geriye gitmektedir… Bize AB içinden çeşitli olumsuz manevralar çeviren muhataplarımız avantajlı bir zeminde olabilir, ama haklı bir zeminde değiller” dedi.

Türk-Yunan ilişkilerinin iyi gitmeyeceğini ima eden pek çok olay, ne yazık ki, önümüzdeki dönemde etkisini gösterecek gibi. Ve maalesef, azınlıklar konusunda yapılması gereken açılımlar da, bu gergin atmosferin tesiri altında kalabilir…

Ergenekon’un "yabancı muhit!" sevdası!

AGOS

Sayi:691
26/06/2009

Ergenekon’un “yabancı muhit!” sevdası!
Evren Dede

Türkiye’de Ergenekon davasında sular bir türlü durulmuyor. Her gün çıkan yeni iddialar ve gelişen olaylar karşısında söyleyecek çok şey var. Fakat Batı Trakya’dan bakan biri olarak, “Bunlar Türkiye’nin iç sorunları” diyorum. O yüzden, bu bağlamda beni en çok Yunanistan-Türkiye ilişkileri ve Batı Trakya bölgesi ilgilendiriyor. Dolayısıyla, Ergenekon sürecini takip ederken gözüm hep Batı Trakya ve Yunanistan bağlantısında.

Taraf’ta yayımlanan ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’ ile, bir kez daha, Ergenekoncuların Yunanistan saplantısı ortaya çıktı. Ne kadar ilginç! Dava süreci boyunca patlak veren her önemli olayın ucundan, bir de bakıyorsun, ‘Yunanistan’ kelimesi fışkırıyor – her ne kadar Batı Trakya ile ilgili bağlantılar ve ilişkiler dava sürecinde detaylarıyla işlenmese de... Son olayda da öyle.

Ergenekon yapılanmasının, Batı Trakya ve Yunanistan’ı yıllardır Türkiye’nin iç siyasetinde kullandığı, bilinen bir gerçek.

İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin önündeki sokağa şimdilerde ‘Dr. Sadık Ahmet’ adını verenle, Atatürk’ün Selanik’teki evine 1955’te bir Batıtrakyalının eliyle bomba koyduran, aynı zihniyet değil midir? Ve yine, Rum Patrikhanesi’nin her etkinliğinde provokasyon amaçlı olarak Batıtrakyalıları kullanan aynı zihniyet değil midir? ‘Ekümenik’ sıfatını kullanmalarından dolayı yine bir başka Batıtrakyalı tarafından Patrikhane aleyhine dava açtıran?

Ergenekoncular, Türkiye’deki Ergenekon davasını ve dava süreciyle birlikte işleyen yan süreçleri küçümseyebilir, hatta Batı Trakya ve Yunanistan konulu ayrıntıları hiç önemsemeyebilirler. Fakat gerçekler öyle değil.

Türkiye’nin iç siyasetine alet olan Batıtrakyalılar sadece Hrant Dink suikastında, Ergenekon davasında ve İstanbul Rumları ile ilgili olaylarda karşımıza çıkan ‘Yeni Batı Trakya’ dergisiyle sınırlı değil, daha bir sürü ilişkiler ve kullanılmalar var.

Batı Trakya konusu uluslararası ilişkiler kapsamında olduğundan, Türkiye’de yürütülen Ergenekon davasında bahse konu örgütün yapısal şemasında açık şekilde Batı Trakya’dan bahsedilmeyebilir. Türk-Yunan ilişkilerinin bozulmasına neden olabilecek böyle bir olaya belirli güçlerin müdahale etmesi kaçınılmaz. Elbette, bizim temennimiz, Ergenekon süreci kapsamında Batı Trakya’daki bizlerin zarar görmemesinin sağlanmasıdır. Çünkü Türkiye’nin iç siyasetinde, iç menfaatler çerçevesinde kullanılmak demek, bir bakıma, Batı Trakya’daki azınlığın aleyhine hareket edildiği anlamına da gelmektedir.

Türkiye’deki belirli mihrakların AKP veya STK’larla veya başka gruplarla olan çatışmalarında, muhaliflerini yıpratmak, darbe yapmak ve son tahlilde düzeni illegal yoldan değiştirmek adına, eğer icap ederse, ve hiç çekinmeden, Batı Trakya’nın ve Batıtrakyalıların kullanılmasını hoş karşılamamızı hiç kimse beklememeli.

Ne yani? KKTC’ye Mehmet Emin Aga’yı seçim dönemi gönderen zihniyetle, Ergenekon patlak verince ‘Yeni Batı Trakya Dergisi’ne MGK şildi veren zihniyet, bir değil midir? Bunları yok mu sayalım, es mi geçelim, unutalım mı?

Son yıllarda Türkiye’den Batı Trakya’ya davet edilen konuşmacılar ve ziyaretçiler arasında Ergenekon davasına ismi karışmış ulusalcılar ve Ergenekon yandaşlarının olduğunu görmezlikten mi gelelim?

Veya, oldu olacak, çok daha eski olayları, mesela Susurluk kazası sonrası Abdullah Çatlı ile Sadık Ahmet ilişkisinin 07.11.1997 tarihli Sabah gazetesinde bile konu edildiğini, Habip Aslantürk’ün, ifadesinde, kendisinin Çatlı’nın emriyle Sadık Ahmet’i defalarca havaalanından aldığını ve Bakırköy’deki Çatlı’nın evine götürdüğünü saklayalım mı?

Veya, Türkiye’deki Batıtrakyalı Türklerden bazılarının Ergenekon sürecine adı karışmış, hatta tutuklanmış bulunan emekli paşalarla, dernek, dergi gibi çeşitli yapılanmaların içerisinde ortak çalıştıklarını inkâr mı edelim?

Denize atılan bir şişe misali, belki bir bulan olur ümidiyle, Batı Trakya’dan Türkiye’ye sesleniyoruz: Ergenekoncuların ihtiraslarına dış Türkleri heba etmeyin!

Ve elbette, bütün bu karanlık oyunlara rağmen umudumuzu koruyoruz; Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin Batı Trakya Türklerinin de demokratikleşme sürecine katkı sağlayacağına inandık, inanıyoruz.

Üç Horan'dan diğer azınlıklara

AGOS

SAYI: 689
12/06/2009

Üç Horan'dan diğer azınlıklara

Evren Dede

Etyen Mahçupyan’ın geçen hafta Agos’ta yayımlanan ‘Üç Horan’ın ötesinde’ başlıklı makalesini okurken, Osmanlı döneminden bugüne miras bırakılan dinsel azınlık yapılanmalarının, her ne kadar farklı dinden veya mezhepten olsalar bile, birbirlerine benzeyen davranışlar sergilediklerini düşünmekten kendimi alamadım.

Bu gerçek, esasında hepimizin bildiği bir şey. Fakat azınlık bireyleri genelde kendi cemaatinin bir diğer dini cemaatle benzerlikler taşıdığını durduk yere vurgulamak istemez.

Mesela Lozan Antlaşması’yla birlikte İstanbul’da bırakılan gayrimüslimlere mukabil Batı Trakya’da bırakılan Müslüman azınlığa mensup bireyler, bu gerçeği görmezlikten gelir. ‘Gayrimüslim azınlık’ kavramını sadece İstanbul Rum azınlığıyla sınırlayan ve sadece Türkiye ile Yunanistan arasında süregelen olumsuz mütekabiliyet çerçevesinde mevcut durumu değerlendiren Batı Trakya’daki azınlık bireyleri, İstanbul’daki diğer gayrimüslim azınlıkları yok sayar. Müslüman azınlık üyeleri bu konuda o kadar katı bir tutum içerisindedirler ki, onlar için İstanbul’da Ermeni ve Yahudi cemaatleri yoktur. Batı Trakya’nın karşılığı sadece İstanbul Rum azınlığıdır. ‘Rumlar zengindir’, ‘Rumlara İstanbul’da bütün hakları verilmiştir’, ‘Rumlar her zaman patriklerini özgürce seçebilmektedir’, ‘Rumların okullarında serbesti daha fazladır’, ve daha nice komik söylem, bu reaksiyoner tavrın dışa yansıması olarak günlük yaşamın cemaat içi sohbetlerinde dile getirilir. Cemaatin iç işlerindeki yapısal ve psikolojik benzerlikler ise asla dile getirilmez.

Bu tür durumlarda, Batı Trakya’daki Müslüman azınlık, belki de dinsel eğilimlerin sonucunda değil de, daha çok azınlıksal eğilimlerin tipik davranışlarını sergiler – tıpkı İstanbul’daki gayrimüslim azınlıklar gibi…

Kabul etmemiz lazım, dini azınlıkların genlerinde yer alan ‘kendi azınlığını dış etkenlere karşı koruma içgüdüsü’, azınlık bireylerinin, cemaat içi yaşantılarını statik bir düzlemde sürdürmelerine neden oluyor. Hep aynı şekilde süregelen işleyiş, hep aynı şekilde devam ettirilen yapılanmalar ve uygulamalar, bu dış etkenlere karşı oluşturulan koruma kalkanının yapıtaşı olarak algılanıyor.

Cemaat içinde değişime veya yeniliğe karşı gösterilen tepki de işte, bu koruma kalkanının yıkılacağı düşüncesiyle sürdürülüyor. Mevcut durumu koruma endeksli tutum, daha çok, dinsel azınlığa ait olan vakıf, dernek, şirket, okul, hastane, basın ve dini kurumlarda kendini gösteriyor. Azınlık kurumunun yeniden yapılanmasını, mevcut düzenin değişmesini talep eden herhangi bir azınlık içi talep kolay kolay kabul görmüyor.

Eldekini korumaya endeksli olan yönetim anlayışını başarı sayan cemaat bireylerinden, var olandan daha fazlasını elde edebileceğine inanan cemaat bireylerine geçiş süreci, Lozan’daki haklarını korumaya çalışan dinsel azınlıklarda hemen kabullenilemeyecek bir değişim. Bugün Türkiye’deki gayrimüslimler gibi, Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar da bir ‘azınlık’ kimliğine sahip oldukları için hukuken bütünlük arz ediyor. Fakat söz konusu hukuki tanımlamanın altında, birbirlerinden farklı duruşlarıyla, ideolojik ve politik görüşleriyle, bireysellikleriyle, kişiler öne çıkıyor. Zaten hukuki tanımlamanın sağladığı bağlar cemaatin kurumlarında değişmeyen ve yeniliği kolay kolay kabullenmek istemeyen mevcut düzenin meşruiyet noktasını oluşturuyor. Oysa bireyler, isterlerse, bu mevcut hukuki tanımlamanın dışında kalabiliyor, ve istedikleri anda tekrar hukuki tanımlamanın içerisine giriyor. Burada belki de en önemli husus, Lozan’la tanınan hukuki tanımlamanın, devletin keyfi uygulamalarıyla, azınlıklar için sınırlandırmalar içeren bir hale getirilmesi. Zaten bu bağlamda İstanbul Rum Patrikliği ‘ekümenik’ olamıyor, yine bu bağlamda Ermeni cemaatinin ve diğer gayrimüslimlerin vakıf yönetimleri sorunlar yaşıyor, bizler de Batı Trakya’da…

‘Üç Horan’ konusu direkt olarak sadece Ermeni cemaatini ilgilendiriyor; bu doğru. Fakat cemaat kurumlarının yönetim tarzı, kendi adamlarını kayırma anlayışı ve sürdürülen alışkanlıklar açısından, gerçekte İstanbul’daki diğer gayrimüslim azınlıkları ve hatta Batı Trakya’daki Müslüman azınlığı dahi ilgilendiriyor. Mahçupyan’ın kendi cemaati adına yaptığı teşhis bu anlamda hepimiz için geçerli. Yeter ki azınlıklarımızın içini dolduran o kesif kokuyu alabilelim...

Türk-Yunan ilişkilerinde son durum

AZINLIKÇA

Haziran 2009
Sayı: 48

Türk-Yunan ilişkilerinde son durum

Evren Dede


Makaleyi Azınlıkça'da yayımlanan şekliyle PDF formatında okumak için TUŞLAYINIZ

Her ne kadar iki ülkede iktidara gelen ND ve AKP hükümetleri ilk dönemlerinde ciddi bir yakınlaşma ve uzlaşı çabası göstermiş olsalar bile, Türk-Yunan ilişkileri tarih boyunca anlaşmazlık ve sorunların ön planda olduğu bir süreç olunca, bu iki hükümet de bahse konu talihsiz sürecin dışına öyle kolay kolay çıkamıyor. ND-AKP döneminin ilk başlarında yakın ve sıcak ilişkiler gözlendiyse de uzun soluklu bir sıcak ilişki maalesef sürdürülemedi.

Zaten genelde iki ülke arasındaki sorun ve anlaşmazlıkların çokluğu, içerideki siyasal yapının uluslararası ilişkilere koyduğu tahakküm, süregelen Kıbrıs bunalımı ve son tahlilde iki ülkenin ulusal çıkarlarının çakışması dostluk dönemlerinin uzun soluklu olmasına engel teşkil ediyor.


Ne yapalım, ND-AKP ilişkisi de bu engellere takılmadan edemezdi. İki hükümetin ilk başlardaki o uyumlu ve yapıcı ilişkisi yavaş yavaş eski dönemlere doğru yön aldı; partilerüstü kabul edilen dış politika, bir anlamda ND’nin ve AKP’nin hareket alanını kısıtladı.


Son dönemlerde Türk-Yunan ilişkilerinde yeni gelişmeler oluyor. Fakat gelişmelerin olumlu yöne doğru gittiğini söylemek doğru olmaz. Her ne kadar artık iki ülkeyi savaşın eşiğine getirecek bir bunalım döneminin yaşanmayacağı söylenebilse bile maalesef iç politikadaki hoşnutsuzluklar, Yunanistan ve Türkiye’yi karmaşık ve istikrarsız bir ikili ilişkiler sürecine doğru sürüklüyor. Bu kısa makalede neden bu tür bir yargıya vardığımı açıklamak mümkün değil ama en azından genel hatlarıyla durum değerlendirmesi yapmak mümkün.


Mâlum, kıta sahanlığından tutun hava sahasına kadar bin bir detayı ve anlaşmazlığı içeren ve ikili ilişkilere damgasını vuran Ege sorunu, Yunanistan için tarafların birincil sıradaki sorunu. İkinci sırada Kıbrıs var. Tabiî Ege sorunu gibi Kıbrıs konusu da 1970’lerden bugüne ikili ilişkilerde belirleyici bir rol üstleniyor. Bu arada üçüncü sıraya yerleştirebileceğimiz azınlıklar sorunu da iç politikanın geleneksel eğilimleri çerçevesinde aynı olumsuz ve çetrefilli konulardan biri olarak bahsedilebilir.
Sorunlardan herhâlde bizi en çok ilgilendireni azınlıklar meselesi ve belki de Yunanistan-Türkiye ilişkilerinde hiçbir zaman açıkça dile getirilmese de, neredeyse Ege sorunu kadar önemli.


Türk-Yunan ilişkilerinde ND ve AKP’nin hükümet oldukları dönemi incelediğimizde iki bölümle karşılaşıyoruz.

1. Sıcak ilişkilerin kurulduğu dönem
ND hükümetinin AKP ile yakın ilişki kurduğu, Karamanlis’in Türk Başbakan Erdoğan’la dost ve akrabalık ilişkileri geliştirdiği, iki ülkenin azınlıklara karşı yapıcı söylemlerle öne çıktıkları ve hatta bir kısmını uygulamaya aldıkları ilk dönemde dikkatlerden kaçmayan en önemli açılım, ND hükümetinin AKP ile yürüttüğü ilişkide sadece diplomatları değil, ayrıca ND Rodop milletvekili İlhan Ahmet’i de belirli konularda aracı olarak kullanmasıydı. Türk hükümeti besbelli ND’nin bu yaklaşımından memnuniyet duymuştu. İktidar partisi olan ND’nin azınlık milletvekilini öne sürmesi iki hükümetin özellikle azınlıklar konusundaki tutumlarında gözle görülür değişikliklere neden oldu. Şimdilerde beğenilmeyen, fakat neticede iki taraftaki azınlık vakıflarının içerisinde bulundukları sıkıntıları kısmî bile olsa ciddi oranda azaltan, Yunanistan ve Türkiye’de eşzamanlı çıkarılan yeni vakıflar kanunu, Bakoyanni’nin cemaat idareleri hakkındaki açıklamaları, Karamanlis’in Ankara ve İstanbul ziyareti, Erdoğan’ın Atina ve Batı Trakya ziyareti, Türk Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Batı Trakya ziyareti, iki ülkenin bakanlarının ve milletvekillerinin azınlıklara ziyaretleri, Batı Trakya’daki camilerin ve İstanbul’daki kiliselerin tadilat vb. çalışmalarının hız kazanması, Hükümet sözcüsünün AİHM kararlarına uyacaklarına dair açıklaması, hükümet yetkililerinin azınlıklar konusundaki çeşitli açıklamaları, azınlık okullarına Türkiye’den gelen ders kitaplarının dağıtılması, Batı Trakya’da devlet okullarına Türkçe’nin seçmeli ders olarak konulması, Erdoğan’ın Başbakanlık bütçesinden Rumlara ait bir kilisenin çanını tamir ettirmesi, iki ülke belediyelerinin ortak işbirliği programları ve çeşitli siyasî, ticarî ve kültürel faaliyetlerin hız kazanması ND-AKP dönemindeki pozitif açılımlardan sadece bir bölümü olarak sıralanabilir.


Bu gelişmeleri olaylara kısır partizanlık veya şahıslara duyulan kişisel husûmet gözlüğüyle bakanlar, elbette küçümseyebilir, hatta tam aksini savunabilirler. Fakat kabullenmek istemeseler bile, ND-AKP ilişkilerindeki ilk dönem, azınlıklar adına yapıcı bir sürecin başladığını ima etmekteydi. Hatta o denli yapıcı bir sürecin başladığını ima ediyordu ki, pek çok politik gözlemci ve uzman, hukukî alanda karşılaşılan onlarca sorunun bile artık kısa bir dönemde çözülebileceği inancını taşımaya başlamıştı vs.
Doğrusu, iki ülke arasındaki bilgi akışında tek düze tekeli kaldıran, Yunan parlamentosundaki bir azınlık milletvekilini de bilgi akışında kullanmak isteyen, azınlık konularında hazırlanan yasa taslaklarında sınırlı bile olsa azınlık milletvekiline yetki veren ND’nin bu hassas kararı ilk dönemde kurulan yakın ilişkinin en belirgin özelliği. Zaten dikkat edilirse bahse konu dönemde kangren hâline gelmiş azınlık sorunlarının artık son bulacağı beklentisi, sadece ulusal medyada değil, azınlık basınında bile gündeme getirilmiş, olumlu ve pozitif yazılar o dönemde daha çok ön plana çıkmıştı.

Burada bir ayrıntıya değinelim. ND’nin o dönem kendi azınlık milletvekiline güvenmesi veya kendi azınlık temsilcisine karşı cephe almaması, diğer bir deyişle, Rodop milletvekili İlhan Ahmet’in ND’nin politik düşünce sistemini genel hatlarıyla benimseyen ideolojik alt yapısı, bu olumlu sürecin yapı taşı oldu. Oysa maalesef günümüzde aynı güven anlayışı PASOK azınlık milletvekilleri ile kendi partileri arasında geçerli değil. PASOK ile Çetin Mandacı ve Ahmet Hacıosman arasında politik düzlemde aynı ideolojik altyapı yok. PASOK’un ilke ve kriterlerine uymayan bu farklı düşünce ve ideolojiye sahip kendi azınlık milletvekilleri doğal olarak parti ile aralarında cephe oluşmasına neden oluyor. İlahiyat kökenli Hacıosman’ın, Sadık Ahmet’in yanında sürdürdüğü ve daha sonraları DEB partisinde başkanlığa kadar varan muhafazakar-milliyetçi geçmişi, vali yardımcısı olduğu dönemden bu yana devam eden sosyalist kökenli PASOK’la olan ilişkisini gerçekte sadece oy ve koltuk ilişkisi çerçevesinde olduğunu ima ediyor. Yani PASOK Hacıosman’ı sadece oy deposu olarak değerlendirirken, Hacıosman da PASOK’u milletvekilliği için araç olarak kullanıyor.


Çetin Mandacı için bile benzer bir ironik durum söz konusu. Danışma Kurulu Başkanı olduğu dönemde PASOK’la yaşadığı güven bunalımı Mandacı’nın pek farkına varmasa bile partisiyle olan politik düşünce farklılıklarından dolayı. Başa dönersek, PASOK kendi azınlık milletvekilleriyle ND’nin kurduğu güven ilişkisini sağlayabilmiş değil. Bunun yan etkileri belki de PASOK’un iktidar olduğu yeni bir dönemde, azınlığı güvensizlikle beslenen sıkıntılı döneme sürükleyebilir.

2. İlişkilerin tekrar bozulmaya başladığı dönem
ND’nin ardı ardına ikinci kez iktidar olduğu dönemde Türk-Yunan ilişkileri bağlamında azınlıklar sorununda yaşanılan pek çok gelişme ND’nin ilk dönemiyle kıyaslanamayacak ölçüde içe kapanma sürecine dönüştü. Bunda ND’nin azınlıktan milletvekili çıkaramamasının da etkisi var. İlhan Ahmet’in eksikliği, hem ND, hem azınlık, hem de Türk-Yunan ilişkileri için ciddi bir kayba neden oldu. Şimdilerde taraflar arasında tekrar güvensizlik hâkim, kafalar karışık…


Bu ikinci dönemde azınlıklar konusunda Türkiye’nin tavrını ND hükümeti anlamakta zorlanıyor. İstanbul Rumlarının sorunlarında bir gelişme görmeyen Atina, Batı Trakya Türkleri konusunda ise Türkiye’nin uygunsuz hareketlerde bulunduğunu düşünüyor. Bahse konu hareketler Yunanistan’ın Batı Trakya’daki azınlığın “Müslüman Azınlığı” olarak adlandırılması önkoşuluna rağmen Türkiye’nin “Türk Azınlığı” ifadesini kullanması falan değil. Atina uzun dönemdir Türk yetkililerin veya Türk konsoloslarının azınlığa “soydaş” veya “Türk” kelimelerini kullanmalarına zaten öyle büyük bir tepki göstermiyor. Esasında bunun ötesinde bir rahatsızlığı var Atina’nın. Açık söylemek gerekirse, Atina, Türkiye’nin Batı Trakya konusunda yayılmacı bir politika güttüğünü, bölgede son dönemlerde yüksek sesle dile getirilen pek çok aşırılık yanlısı söylemlerin Türkiye’nin güdümünde gerçekleştirildiğini düşünüyor. Oysa iktidarda aynı AKP ve ND olmasına rağmen ilk genel seçim döneminde bu izlenim yoktu. Bu izlenim ikinci genel seçimlerin ardından ön plana çıktı. Esasında bilmeyenler veya dikkat etmeyenler için Atina’nın neden böyle düşündüğünü meydana gelen bir dizi olayı burada sıralayarak açıklamak mümkün. Bu olayların çoğunda Türk yetkililerin bile ancak talihsizlik olarak nitelendirebileceği eylemler var. Atina-Ankara arasındaki ilişkiyi sürdüren yetkililer bu konuları ne kadar karşı tarafa aktarıyor, kuşkular ve rahatsızlıklar ne kadar dile getiriliyor bilemiyorum. Fakat sanırım bu konuda ND’nin ilk döneminde kazasız belasız bahse konu aracılık görevini yerine getiren azınlık milletvekilinin ikinci dönemde boşalttığı alan Türk-Yunan ilişkilerindeki trafik kazalarının meydana gelmesine neden oluyor.


Doğrusu bu yazıyı yazmak için önceden epeyce düşündüm. Azınlıklar bağlamında Türk-Yunan ilişkilerinin iyi gitmeyeceğini ima eden pek çok olay ne yazık ki önümüzdeki dönemde etkisini gösterecek gibi. Ne diyelim, keşke yapıcı bir anlayışın hâkim olabilmesi adına iktidar partisinden bu arabuluculuğu ifa edebilecek bir azınlık milletvekili çıkarabilmiş olsaydık. Ve keşke anamuhalefet partisi olan PASOK’ta, kendi partisiyle ideolojik olarak uyumlu, inandığı değerlerle partisinin değerleri arasında paralellik arz eden azınlık milletvekilleri olsaydı da gelecek adına ümit vaat etselerdi. Çünkü ND ve AKP’nin genlerinde sağ kökenin vermiş olduğu milliyetçi ve muhafazakâr anlayış hakim olsa bile İlhan Ahmet’in milletvekilliği dönemindeki arzulu ve sıcak ilişki azınlıkların köprü olabileceği iddiasını gerçekleştirebilecek ölçüye yakındı, hem de her ne kadar bu tespit manipülasyona açık olsa bile…



Free Blogspot Templates by Isnaini Dot Com and Supercar Pictures. Powered by Blogger