Sonunda bir araya gelebildiler ya, gerisi hikâye. Zor oldu olmasına ama işte bir aradaydılar artık; ortak sorunların çözümü için aynı masada oturuyor, birbirlerine gülümsüyorlardı.
Batı Trakya heyetinden, kısa boylu, kır saçlı, sevecen bakışlı mürettip, geç kalmanın da verdiği telaşla toplantı yaptıkları odanın kapısında soluk soluğa belirdiğinde, vaktinde gelen heyet sabah kahvesini yudumlamaktaydı. Mis gibi kahve kokuyordu salon.
Söze ilk Batı Trakya heyetinden bir yetkili başladı.
-Arkadaşlar, çok uğraştık, senelerce süren bir mücadele sonunda elde edilen bu kazanımımızı boşa çıkarmaya asla niyetimiz yok. Bendeniz, Batı Trakya’dan sizlere kucak dolusu selamlar getirdim. Bugün fetih günümüzdür, hayırlı olsun.
Şak şak şak… Söylenen sözler toplantı odasının duvarlarında yankılanıp durdu. Hayır yankılanıp durmadı, kim bilir belki beş dakika yankılanmaya devam etti.
Kendimi anlatmayı pek sevmem. Ama itiraf etmeliyim ki, çok kötü bir dinleyiciyimdir. Söylenen sözler salonun duvarlarında yankılanırken, ister istemez düşünmeye vaktim oldu. Neyin fethiydi bu? Her fetihte çaba vardır, azim vardır, ter vardır. Kolay kazanılan fetihler, kolay hezimetlere uğrar. Bugün buraya gelmemiz fetih miydi? Ben fetihle bugün arasında münasebet kuramadım. Kimbilir kelimeye olan takıntım, hislerimle, gafletimle ilgilidir…
Salonun duvarlarında yankılanan sözler durduğunda, İstanbul heyeti daha itidalli söze başladı.
-Haklısınız, beraber hareket etmenin ne kadar büyük bir güç olduğunun farkına varamadık yıllarca. Yabancı kaldık birbirimize. Bizler de bugünün kıvancını sizlerle paylaşıyoruz.
Şak, şak, şak… Birbirinden çok farklı değildi gerçi söylenen sözler. Sanki ayrı lehçelerle söylenmiş yarı bayağı, yarı gülünç bir diyalog.
Neler diyorum ben böyle! Konuşulanları böyle yorumlamak da neyin nesi! Kendimden utanmaya başladım. Her söyleneni kötüye yoran zihnimi toparlamalıyım. Vehimlerimden sıyrılmalı, şeytanın kulağıma fısıldadığı nüanslardan uzaklaşmalıyım. İtiraf etmeliyim kendime, iki kutup bugün bir araya gelmiş, prensipte anlaşmış, azınlıkların ortak krokisini çıkaracak. Yani, günahlarıyla sevaplarıyla azınlığın kaderinin akışını değiştirecekler. Bense kaprislerimin esiriyim. En basit, en rahatsız etmeyici sözleri bile yakalayıp darbımesel hâline getiriyorum. Kendimden utanmaya başladım. Her söyleneni kötüye yoran zihnimi toparlamalıyım; toparlamalı…
Karşılıklı iltifatların ardından, masaya sırayla dizilmiş dosyalara yöneldi iki heyetin de sekreterleri.
-Eğer her uçan kuş incir yeseydi bir dinara incir bulunmazdı demişler. Önce eğitim meselesiyle başlayalım. Ne dersiniz?
-Ha ha, çok esprilisiniz ve hay hay efendim. Zaten biz de eğitim dosyasının ilk olarak görüşülmesini istiyorduk.
Eğitim dosyalarını aça dursunlar ben sabah kahvemi höpürdetmekle meşguldüm daha. Bir ara salonu kaplayan murdar bir koku genzimi yaktı. Nereden geliyordu bu koku böyle? Dosyalar karıştırıldıkça artan kokuyla daha da tedirgin oldum. Koku dehlenir mi hiç! Ben dehlerim…
Sekreterler açtıkları dosyaları heyet temsilcilerine verdiler. Batı Trakya heyet temsilcisi, bürokrat edasıyla müzakereleri başlattı.
-Efendim, mâlumunuz eğitim meselesinde her ikimizin de benzer sorunları bulunmaktadır. Ne yazık ki, birbirimizin esiri olmuşuzdur. Şimdiler buna karşılıklılık diyor. Bendeniz pek alışamadım buna. Mütekabiliyet kelimesi daha hoş, daha anlamlı gibime geliyor. İşte bu mütekabiliyet hususu bizi birbirimize bağlamıştır. Âdeta ellerimize kelepçe takmışlardır bu mütekabiliyet meselesini. Menfi kullanımı yüzünden eğitimimiz mahvolmuştur. Bugün kendi okullarımızı idare edemez, çocuklarımıza günümüz medeniyetinin çağdaş eğitimini öğretemez hâle gelmişizdir. Bu hususta bizim en büyük sıkıntılarımızdan biri yeni ortaokul ve lise açamamamızdır. Mâlumunuz Gümülcine ve İskeçe’de iki lisemiz mevcut. Lâkin talep çok fazladır. Bodrum katlarımız dahi sınıf hâline getirilmiştir. Acilen yeni okullara ihtiyacımız vardır. Bu hususta siz İstanbul heyetinin desteğini alacağımızı ümit ediyoruz. Yüz yirmi bin olan nüfusumuza en azından beş lise gerekmektedir.
Hayret! Ben masada kümeleşen her zevatın susmasını bilmeyen tipler olduğunu sanırdım. Yanılmışım. Kimsenin kimseyi ısırmaya niyeti yok. Yine başladım işte. Kendimden utanıyorum. Her söyleneni kötüye yoran zihnimi toparlamalıyım; toparlamalı…
-Dediklerinize katılıyoruz. Biz zaten buraya gelmeden önce sizlerin bu talebinden haberdar idik. Ve bu hususta sizleri destekleme kararı almış idik. Bu yüzden bu konuda sizlerin yanınızda olduğumuzu bildiririz. Yeni okulların açılabilmesi için elimizden geleni yapacağız. Hem sadece yapmakla kalmayacak, bu sorunun derhal çözülmesi için, sizler nasıl diyordunuz, evet evet derhal bir kınama çıkaracağız. Bundan emin olunuz. Hem biliyorsunuz bizim de eğitim meselesi hakkında benzer sorunlarımız vardır. Doğrusu nüfusumuz neredeyse bahsedilemeyecek kadar azdır. Lâkin bildiğiniz gibi bizler de eğitim mağdurlarıyız. Efendim, bizim sizler gibi, yeni okul açma gibi bir niyetimiz yoktur. Zaten bunun için nüfusumuz da yoktur. Bizlerin mevcut okullarında boş sınıflardan bol şey yoktur. Ama yine de en büyük sorunlarımızdan biri eğitim konusudur. Mâlumunuz burada din adamı yetiştirememekteyiz. Heybeli’deki Ruhban okulumuzun kapalı olması iflahımızı kesti. Yel değirmenleriyle güreşmekten yorulduk. Sizden beklentimiz bize Ruhban okulu meselemizde kınama şeklinde destek vermenizdir. Yürüdüğümüz dikenli yolda beraber ilerleyecek ve aydınlık günlere ulaşacağız. Teşekkür ederim.
İkilem mi desem, dilemma mı? Kurtulamıyorum gafletten. İstanbul heyetinin kâtibine baktıkça katran karası gözleri ürkütüyor beni. Batı Trakya heyetinin kâtibi ise içimi ısıtıyor, güven duygusuyla rahatlıyorum. Neden biri cennetmiş de öbürü cehennemmiş gibi geliyor bana? Bu psikozdan kurtulamıyorum bir türlü. Oysa söylenenleri düşünmek istiyorum ben. Azınlık sorunları benim de sorunum. Çözüm için bir araya gelmeleri bile gözümü yaşartmalıydı. Oysa ne istediğimi bilmeme rağmen, ağlamaktan utanıyorum. Ne mi istiyorum? Azınlıktan olup azınlıktan utanmamak istiyorum..
İstanbul heyetinin konuşmasının ardından salonda fısıldaşmalar başlıyor. Batı Trakya heyeti cep telefonları ellerinde bir bir, tek tek salondan dışarı süzülüp, iki üç dakika sonra geri dönüyor, sandalyelerine tünüyorlar.
Ben de bilirim bu numarayı. Tuvalet molası verilmeyen toplantılarda telefonla konuşuyormuş gibi yaparsınız ve dışarı çıkarsınız. Belki fırsat bu fırsat deyip bir de sigara tüttürür sonra yeniden usulca koltuğunuza dönersiniz. Fakat elinde cep telefonuyla çıkıp dönenin haddi hesabı yok. Bu benim bildiğim numaraya pek benzemiyor. Hadi bir ikisi bahsettiğim numarayı yapsa bile, hepsinin mi çişi gelmiş canım! Var bu işte bir iş.
-Sizi biraz beklettik. Nüfus olarak sizden fazla olduğumuzdan karar almamız biraz zaman alıyor tabiî. Her halükârda bahsettiğiniz meselede sonuna kadar haklısınız. Eğitim meselesi çok önemlidir. Okullardaki öğretim üyelerinin maaşlarından tutun, talebelerin iaşe masraflarına, okulların teşkilatı, öğretmenlerinin vasıfları, tahsil müddeti, sınıf terfi usulleri, programı, öğrencilerin kabul şartları, okuldan mezuniyetleri, hep zor konulardır. Bunca müşkülat karşısında ortak hareket etmemiz elzemdir. Aksi taktirde nasıl çözeceğiz sorunlarımızı? Biz çözmeyeceğiz de, kim çözecek sorunlarımızı? Evvelâ bizler birbirimize yardımcı olacağız ki, âlem de bize yardımcı olsun. İşte bu yüzden sizi sonuna kadar destekleyeceğimizi bilmenizi isteriz. Yalnız küçük bir sorun vardır. Biliyorsunuz Türkiye laik bir devlettir ve Ruhban okulu meselesi Türkiye’nin iç sorunudur. Bizim buna karışmaya hakkımız yoktur. Ruhban okulu meselesi, sizinle bizim aramızdaki mütekabiliyet esasına dayalı sorunlardan biri değildir ki! Keşke eğitim meselesinde elimizden bir şey gelseydi... Ama, elbette bizler sizleri destekliyoruz.
Hemen bir cürümden dolayı mahkûm etmeyeyim Batı Trakya heyetini. Hem ne alakası varsa, aklıma 1920’de 2345 sayıyla yürürlüğe giren kanun geliyor. Kanunda Atina’da din adamı yetiştirecek bir okulun açılma meselesi vardı. Yoksa bu da mı şeytanın kulağıma fısıldaması. Konuları çorba ederek ne kazanabilirim ki! Saat daha 11:45. Def-i meclise muvaffak olacağımıza dair bir emare bile yok ortada. Elime cep telefonumu alıp salonun kapısına doğru süzülüyorum. Hedefim belli; benim için def-i hacet etme zamanı…
-Dilerseniz ikinci ortak sorunumuza geçelim. Bildiğiniz gibi 20 senedir müftümüzü seçememekteyiz. Daha doğrusu seçtiğimiz müftüleri Yönetim atamamaktadır. Tarafımızın en doğal hakkı olan dinî liderimizi, müftümüzü seçme hakkı elimizden alınmıştır. Hristiyan dininden olan insanlar, Yönetimin yardakçısı olan hainleri başımıza müftü olarak atamaktadır. Müftülüklerimiz işgâl altındadır. Bu sorunumuzun derhal çözülmesini istemekteyiz. Ve elbette sizden bu konuda da destek bekliyoruz.
-Evet bu sorununuzu bizler de gayet iyi biliyoruz. Sizin müftünüzü seçmeniz en doğal hakkınızdır. Bu konuda sizleri desteklemekten çekinmiyoruz. Derhal müftülerinizin tanınması için kınama çıkaracağız. Lâkin, sizler de pekâla biliyorsunuz ki, bizim de küçük bir sorunumuz vardır. Mezhep inancımıza göre Patrik Efendi evrenseldir, ekümeniktir, âlemşümuldur, cihanşümuldur, üniversaldir. Yani bütün Ortodoksların manevî lideri, manevî önderidir. Bunu bütün dünya böyle bilmektedir. Ama maalesef bu unvanı kullanmamız yasaktır. Sizden küçük bir jest bekliyor ve bu unvanı içeren bir kınama çıkarmanızı talep ediyoruz.”
Otel tuvaletlerini sevmiyorum. Daha doğrusu evimin tuvaleti dışında hiçbir tuvaleti sevmiyorum. Sevmekten kastım rahat etmek. Huzursuz oluyorum nedense. Çok şükür bu sefer daha iyi hissediyorum kendimi. Tuvaletlere koydukları hoparlörlerden gelen müziğin rahatlığı var üzerimde. Kimbilir benim gibi düşünen bir mimarın fikridir tuvaletleri de müzik sesiyle donatmak. Müzik sayesinde beden rahatlıyor, kaslar gevşiyor...
-Efendim bahsettiğiniz meselede sonuna kadar haklısınız. Sizin Patriğiniz bizim patriğimizdir. Buyurun bir gün Batı Trakya’mıza gelin Müftümüzün bir acı kahvesini için. Hem dertlerimiz birdir. Bunca müşkülat karşısında ortak hareket etmemiz elzemdir. Aksi taktirde nasıl çözeceğiz sorunlarımızı? Biz çözmeyeceğiz de, kim çözecek sorunlarımızı canım? Evvelâ bizler birbirimize yardımcı olacağız ki, âlem de bize yardımcı olsun. İşte bu yüzden sizi sonuna kadar destekleyeceğimizi bilmenizi isteriz. Yalnız küçük bir sorun vardır. Biliyorsunuz Türkiye laik bir devlettir ve Patriğin üniversal olma meselesi Türkiye’nin iç sorunudur. Bizim buna karışmaya hakkımız yoktur. Bu ekümeniklik işi, sizinle bizim aramızdaki mütekabiliyet esasına dayalı sorunlardan biri değildir ki! Keşke patrik meselesinde elimizden bir şey gelseydi... Ama tekrar edelim ki, elbette bizler sizleri destekliyoruz.
Nostalji kabîlinden bu toplantıyı Lozan’da yapmaları çok hoşuma gitti. Hem Lozan antlaşmasına atıfta bulunmuş olunuyor, hem de o zaman Lozan’a getirilmeyen azınlık temsilcileri tarihî hatayı bugün gidermiş oluyor. Otelin resepsiyonuna doğru yürüyorum. Lobide bekleşenlere bakıyorum. Hafiye kılıklı biri dikkatimi çekiyor. Nereden tanıyorum bu adamı? Hayret!. Çıkaramıyorum bir türlü. Tam bu sırada otele giren yeni müşteri sevgilisine, “Hayat bir hoş my darling” diyor. Allah Allah! Enteresan bir tasvir doğrusu. Hem bak dikkatim dağılıverdi işte. Geriye dönüyorum, hedefim toplantı odası. Sessizce sandalyeme tünerken, göz ucuyla garsonu yanıma çağırıyorum. Hemen bitiveriyor dizi dibimde. Alt! diyorum. Kim demiş gözler konuşmaz diye!..
Toplantıda sırayla görüşülen maddelerde anlaşma sağlanamayınca tarafların morali bozuluyor. Anlaşılan def-i meclise muvaffak olmak üzereyiz. Sözü İstanbul heyeti alıyor.
-Efendim, her ne kadar bu bir araya gelmemizi başarı olarak görsek bile, maalesef sizleri anlamakta zorlanıyoruz. Hangi konuyu görüşmek, ortak karar almak istediysek, her seferinde bizleri desteklediğinizi söylüyor, fakat ardından bu meselelerin Türkiye’nin iç meselesi olduğundan dolayı bir şey yapamayacağınızı beyan ediyorsunuz. Bizlerin zaten kabaca üç, bilemediniz dört büyük meselesi vardır. Şimdi siz bunları Türkiye’nin iç hassasiyetlerine, laik sistemine bağlar, bunlar Türkiye’nin iç meseleleridir derseniz ve aramızdaki mütekabiliyet zemininden bu meseleleri çıkarırsanız, acaba kendi sorunlarınızı nasıl çözebilirsiniz? Sizinle nasıl karşılıklı çözüm bulmamızı düşünürsünüz? Bakınız hangi meseleyi ele aldıksa siz bunları Türkiye’nin iç meselesi olarak ifade ettiniz. Bu noktada bize sizlerle beraber hareket etme olanağı bırakmadınız.
Batı Trakya heyeti ne cevap verdi inanın hatırlamıyorum. Zaten elimde Batı Trakya heyetinden aldığım Gündem gazetesi var.
Geçenlerde parti başkanı Mümtaz Soysal gelmişti Gümülcine’ye. Mümtaz hocayı ben daha çok Denktaş’ın danışmanı olmasıyla tanıyorum. Ve hani söyleyeyim, Denktaş’ın Kıbrıs’taki mitingine Batı Trakya’dan M. Emin Aga’yı getirmeyi akıl edenin de, hep Mümtaz hoca olduğunu düşünmüşümdür. Bana göre böylesi dahiyâne bir fikir ancak Kıbrıs’ı bugünlere taşıyan Denktaş’ın danışmanı Mümtaz hocanın olabilirdi.
Gündem’in manşetini okuyorum “Mümtaz Hocadan Siyaset Dersi”. Hoca aynen şöyle diyor,“Bir, ekümenlik sıfatına gelince. Dışarıda bunu iddia edebilirsiniz, ama Türkiye içinde bunu yapamazsınız. İki, Ruhban okulu ise Türkiye'deki eğitim sisteminin birliğine aykırıdır. Sistemin içinde bunu yapabilirler. Ve Üç, Patrikhane ile müftülükler iki ayrı şeydir. Aynı denkleme bağlamamaz, bu yüzden karıştırılmaması gerekir."
İlâhi hoca, diyorum! Sen bunları ayırdıktan sonra geriye ne kalıyor ki?
Hem hocanın “Türk - Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Meselesi" konulu konferansına ben de katıldım. Hoca, “Türkiye ile Yunanistan arasında o kadar çok mesele var ki, bunların tümünün çözümünün gerçekten çok zor” olduğunu söylemişti. Ve bize moral vermişti, esasında en kolay çözülecek sorunun azınlıklar sorunu olduğunu ifşa ederek. O gün vaktim kısıtlıydı. Soru cevap bölümüne kalamadım. Kalsaydım hocaya soracaktım, “İstanbul Rumlarının en önemli sorunlarını Türkiye’nin iç meselesi olarak algılarsanız, Yunanistan’la azınlık meselesinde masaya koyacak konunuz kalmaz. Hem Yunanistan da tutar bizim sorunlarımızı iç meselesi olarak görürse, o zaman Batı Trakya Türklerinin sorunlarını nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz?”
Lozan’daki toplantı dağılalı neredeyse iki saat oldu. Havaalanındayım, taksiye 45evro ödedim, düpedüz soyuyor bunlar adamı. Uçağın kalkmasına daha bir saat var. Otelin lobisinde gördüğüm hafiye kılıklı adam burada da karşıma çıkıyor. Karşıma çıkmakla kalsa iyi, yanıma yaklaşıyor ve kulağıma fısıldıyor, “Valla bu mantıkla bunlar Kıbrıs’ı çözerler, Ege’yi çözerler, FIR hattını çözerler, kıta sahanlığını çözerler, Kardak’ı çözerler, velhasılı her şeyi çözerler abicim, ama sittin sene azınlık sorununu çözemezler.”
Sahi nereden tanıyorum ben bu hafiye kılıklı adamı!
Azınlıkça Dergisi
Evren Dede
Aralık 2006
Sayı:25
Batı Trakya heyetinden, kısa boylu, kır saçlı, sevecen bakışlı mürettip, geç kalmanın da verdiği telaşla toplantı yaptıkları odanın kapısında soluk soluğa belirdiğinde, vaktinde gelen heyet sabah kahvesini yudumlamaktaydı. Mis gibi kahve kokuyordu salon.
Söze ilk Batı Trakya heyetinden bir yetkili başladı.
-Arkadaşlar, çok uğraştık, senelerce süren bir mücadele sonunda elde edilen bu kazanımımızı boşa çıkarmaya asla niyetimiz yok. Bendeniz, Batı Trakya’dan sizlere kucak dolusu selamlar getirdim. Bugün fetih günümüzdür, hayırlı olsun.
Şak şak şak… Söylenen sözler toplantı odasının duvarlarında yankılanıp durdu. Hayır yankılanıp durmadı, kim bilir belki beş dakika yankılanmaya devam etti.
Kendimi anlatmayı pek sevmem. Ama itiraf etmeliyim ki, çok kötü bir dinleyiciyimdir. Söylenen sözler salonun duvarlarında yankılanırken, ister istemez düşünmeye vaktim oldu. Neyin fethiydi bu? Her fetihte çaba vardır, azim vardır, ter vardır. Kolay kazanılan fetihler, kolay hezimetlere uğrar. Bugün buraya gelmemiz fetih miydi? Ben fetihle bugün arasında münasebet kuramadım. Kimbilir kelimeye olan takıntım, hislerimle, gafletimle ilgilidir…
Salonun duvarlarında yankılanan sözler durduğunda, İstanbul heyeti daha itidalli söze başladı.
-Haklısınız, beraber hareket etmenin ne kadar büyük bir güç olduğunun farkına varamadık yıllarca. Yabancı kaldık birbirimize. Bizler de bugünün kıvancını sizlerle paylaşıyoruz.
Şak, şak, şak… Birbirinden çok farklı değildi gerçi söylenen sözler. Sanki ayrı lehçelerle söylenmiş yarı bayağı, yarı gülünç bir diyalog.
Neler diyorum ben böyle! Konuşulanları böyle yorumlamak da neyin nesi! Kendimden utanmaya başladım. Her söyleneni kötüye yoran zihnimi toparlamalıyım. Vehimlerimden sıyrılmalı, şeytanın kulağıma fısıldadığı nüanslardan uzaklaşmalıyım. İtiraf etmeliyim kendime, iki kutup bugün bir araya gelmiş, prensipte anlaşmış, azınlıkların ortak krokisini çıkaracak. Yani, günahlarıyla sevaplarıyla azınlığın kaderinin akışını değiştirecekler. Bense kaprislerimin esiriyim. En basit, en rahatsız etmeyici sözleri bile yakalayıp darbımesel hâline getiriyorum. Kendimden utanmaya başladım. Her söyleneni kötüye yoran zihnimi toparlamalıyım; toparlamalı…
Karşılıklı iltifatların ardından, masaya sırayla dizilmiş dosyalara yöneldi iki heyetin de sekreterleri.
-Eğer her uçan kuş incir yeseydi bir dinara incir bulunmazdı demişler. Önce eğitim meselesiyle başlayalım. Ne dersiniz?
-Ha ha, çok esprilisiniz ve hay hay efendim. Zaten biz de eğitim dosyasının ilk olarak görüşülmesini istiyorduk.
Eğitim dosyalarını aça dursunlar ben sabah kahvemi höpürdetmekle meşguldüm daha. Bir ara salonu kaplayan murdar bir koku genzimi yaktı. Nereden geliyordu bu koku böyle? Dosyalar karıştırıldıkça artan kokuyla daha da tedirgin oldum. Koku dehlenir mi hiç! Ben dehlerim…
Sekreterler açtıkları dosyaları heyet temsilcilerine verdiler. Batı Trakya heyet temsilcisi, bürokrat edasıyla müzakereleri başlattı.
-Efendim, mâlumunuz eğitim meselesinde her ikimizin de benzer sorunları bulunmaktadır. Ne yazık ki, birbirimizin esiri olmuşuzdur. Şimdiler buna karşılıklılık diyor. Bendeniz pek alışamadım buna. Mütekabiliyet kelimesi daha hoş, daha anlamlı gibime geliyor. İşte bu mütekabiliyet hususu bizi birbirimize bağlamıştır. Âdeta ellerimize kelepçe takmışlardır bu mütekabiliyet meselesini. Menfi kullanımı yüzünden eğitimimiz mahvolmuştur. Bugün kendi okullarımızı idare edemez, çocuklarımıza günümüz medeniyetinin çağdaş eğitimini öğretemez hâle gelmişizdir. Bu hususta bizim en büyük sıkıntılarımızdan biri yeni ortaokul ve lise açamamamızdır. Mâlumunuz Gümülcine ve İskeçe’de iki lisemiz mevcut. Lâkin talep çok fazladır. Bodrum katlarımız dahi sınıf hâline getirilmiştir. Acilen yeni okullara ihtiyacımız vardır. Bu hususta siz İstanbul heyetinin desteğini alacağımızı ümit ediyoruz. Yüz yirmi bin olan nüfusumuza en azından beş lise gerekmektedir.
Hayret! Ben masada kümeleşen her zevatın susmasını bilmeyen tipler olduğunu sanırdım. Yanılmışım. Kimsenin kimseyi ısırmaya niyeti yok. Yine başladım işte. Kendimden utanıyorum. Her söyleneni kötüye yoran zihnimi toparlamalıyım; toparlamalı…
-Dediklerinize katılıyoruz. Biz zaten buraya gelmeden önce sizlerin bu talebinden haberdar idik. Ve bu hususta sizleri destekleme kararı almış idik. Bu yüzden bu konuda sizlerin yanınızda olduğumuzu bildiririz. Yeni okulların açılabilmesi için elimizden geleni yapacağız. Hem sadece yapmakla kalmayacak, bu sorunun derhal çözülmesi için, sizler nasıl diyordunuz, evet evet derhal bir kınama çıkaracağız. Bundan emin olunuz. Hem biliyorsunuz bizim de eğitim meselesi hakkında benzer sorunlarımız vardır. Doğrusu nüfusumuz neredeyse bahsedilemeyecek kadar azdır. Lâkin bildiğiniz gibi bizler de eğitim mağdurlarıyız. Efendim, bizim sizler gibi, yeni okul açma gibi bir niyetimiz yoktur. Zaten bunun için nüfusumuz da yoktur. Bizlerin mevcut okullarında boş sınıflardan bol şey yoktur. Ama yine de en büyük sorunlarımızdan biri eğitim konusudur. Mâlumunuz burada din adamı yetiştirememekteyiz. Heybeli’deki Ruhban okulumuzun kapalı olması iflahımızı kesti. Yel değirmenleriyle güreşmekten yorulduk. Sizden beklentimiz bize Ruhban okulu meselemizde kınama şeklinde destek vermenizdir. Yürüdüğümüz dikenli yolda beraber ilerleyecek ve aydınlık günlere ulaşacağız. Teşekkür ederim.
İkilem mi desem, dilemma mı? Kurtulamıyorum gafletten. İstanbul heyetinin kâtibine baktıkça katran karası gözleri ürkütüyor beni. Batı Trakya heyetinin kâtibi ise içimi ısıtıyor, güven duygusuyla rahatlıyorum. Neden biri cennetmiş de öbürü cehennemmiş gibi geliyor bana? Bu psikozdan kurtulamıyorum bir türlü. Oysa söylenenleri düşünmek istiyorum ben. Azınlık sorunları benim de sorunum. Çözüm için bir araya gelmeleri bile gözümü yaşartmalıydı. Oysa ne istediğimi bilmeme rağmen, ağlamaktan utanıyorum. Ne mi istiyorum? Azınlıktan olup azınlıktan utanmamak istiyorum..
İstanbul heyetinin konuşmasının ardından salonda fısıldaşmalar başlıyor. Batı Trakya heyeti cep telefonları ellerinde bir bir, tek tek salondan dışarı süzülüp, iki üç dakika sonra geri dönüyor, sandalyelerine tünüyorlar.
Ben de bilirim bu numarayı. Tuvalet molası verilmeyen toplantılarda telefonla konuşuyormuş gibi yaparsınız ve dışarı çıkarsınız. Belki fırsat bu fırsat deyip bir de sigara tüttürür sonra yeniden usulca koltuğunuza dönersiniz. Fakat elinde cep telefonuyla çıkıp dönenin haddi hesabı yok. Bu benim bildiğim numaraya pek benzemiyor. Hadi bir ikisi bahsettiğim numarayı yapsa bile, hepsinin mi çişi gelmiş canım! Var bu işte bir iş.
-Sizi biraz beklettik. Nüfus olarak sizden fazla olduğumuzdan karar almamız biraz zaman alıyor tabiî. Her halükârda bahsettiğiniz meselede sonuna kadar haklısınız. Eğitim meselesi çok önemlidir. Okullardaki öğretim üyelerinin maaşlarından tutun, talebelerin iaşe masraflarına, okulların teşkilatı, öğretmenlerinin vasıfları, tahsil müddeti, sınıf terfi usulleri, programı, öğrencilerin kabul şartları, okuldan mezuniyetleri, hep zor konulardır. Bunca müşkülat karşısında ortak hareket etmemiz elzemdir. Aksi taktirde nasıl çözeceğiz sorunlarımızı? Biz çözmeyeceğiz de, kim çözecek sorunlarımızı? Evvelâ bizler birbirimize yardımcı olacağız ki, âlem de bize yardımcı olsun. İşte bu yüzden sizi sonuna kadar destekleyeceğimizi bilmenizi isteriz. Yalnız küçük bir sorun vardır. Biliyorsunuz Türkiye laik bir devlettir ve Ruhban okulu meselesi Türkiye’nin iç sorunudur. Bizim buna karışmaya hakkımız yoktur. Ruhban okulu meselesi, sizinle bizim aramızdaki mütekabiliyet esasına dayalı sorunlardan biri değildir ki! Keşke eğitim meselesinde elimizden bir şey gelseydi... Ama, elbette bizler sizleri destekliyoruz.
Hemen bir cürümden dolayı mahkûm etmeyeyim Batı Trakya heyetini. Hem ne alakası varsa, aklıma 1920’de 2345 sayıyla yürürlüğe giren kanun geliyor. Kanunda Atina’da din adamı yetiştirecek bir okulun açılma meselesi vardı. Yoksa bu da mı şeytanın kulağıma fısıldaması. Konuları çorba ederek ne kazanabilirim ki! Saat daha 11:45. Def-i meclise muvaffak olacağımıza dair bir emare bile yok ortada. Elime cep telefonumu alıp salonun kapısına doğru süzülüyorum. Hedefim belli; benim için def-i hacet etme zamanı…
-Dilerseniz ikinci ortak sorunumuza geçelim. Bildiğiniz gibi 20 senedir müftümüzü seçememekteyiz. Daha doğrusu seçtiğimiz müftüleri Yönetim atamamaktadır. Tarafımızın en doğal hakkı olan dinî liderimizi, müftümüzü seçme hakkı elimizden alınmıştır. Hristiyan dininden olan insanlar, Yönetimin yardakçısı olan hainleri başımıza müftü olarak atamaktadır. Müftülüklerimiz işgâl altındadır. Bu sorunumuzun derhal çözülmesini istemekteyiz. Ve elbette sizden bu konuda da destek bekliyoruz.
-Evet bu sorununuzu bizler de gayet iyi biliyoruz. Sizin müftünüzü seçmeniz en doğal hakkınızdır. Bu konuda sizleri desteklemekten çekinmiyoruz. Derhal müftülerinizin tanınması için kınama çıkaracağız. Lâkin, sizler de pekâla biliyorsunuz ki, bizim de küçük bir sorunumuz vardır. Mezhep inancımıza göre Patrik Efendi evrenseldir, ekümeniktir, âlemşümuldur, cihanşümuldur, üniversaldir. Yani bütün Ortodoksların manevî lideri, manevî önderidir. Bunu bütün dünya böyle bilmektedir. Ama maalesef bu unvanı kullanmamız yasaktır. Sizden küçük bir jest bekliyor ve bu unvanı içeren bir kınama çıkarmanızı talep ediyoruz.”
Otel tuvaletlerini sevmiyorum. Daha doğrusu evimin tuvaleti dışında hiçbir tuvaleti sevmiyorum. Sevmekten kastım rahat etmek. Huzursuz oluyorum nedense. Çok şükür bu sefer daha iyi hissediyorum kendimi. Tuvaletlere koydukları hoparlörlerden gelen müziğin rahatlığı var üzerimde. Kimbilir benim gibi düşünen bir mimarın fikridir tuvaletleri de müzik sesiyle donatmak. Müzik sayesinde beden rahatlıyor, kaslar gevşiyor...
-Efendim bahsettiğiniz meselede sonuna kadar haklısınız. Sizin Patriğiniz bizim patriğimizdir. Buyurun bir gün Batı Trakya’mıza gelin Müftümüzün bir acı kahvesini için. Hem dertlerimiz birdir. Bunca müşkülat karşısında ortak hareket etmemiz elzemdir. Aksi taktirde nasıl çözeceğiz sorunlarımızı? Biz çözmeyeceğiz de, kim çözecek sorunlarımızı canım? Evvelâ bizler birbirimize yardımcı olacağız ki, âlem de bize yardımcı olsun. İşte bu yüzden sizi sonuna kadar destekleyeceğimizi bilmenizi isteriz. Yalnız küçük bir sorun vardır. Biliyorsunuz Türkiye laik bir devlettir ve Patriğin üniversal olma meselesi Türkiye’nin iç sorunudur. Bizim buna karışmaya hakkımız yoktur. Bu ekümeniklik işi, sizinle bizim aramızdaki mütekabiliyet esasına dayalı sorunlardan biri değildir ki! Keşke patrik meselesinde elimizden bir şey gelseydi... Ama tekrar edelim ki, elbette bizler sizleri destekliyoruz.
Nostalji kabîlinden bu toplantıyı Lozan’da yapmaları çok hoşuma gitti. Hem Lozan antlaşmasına atıfta bulunmuş olunuyor, hem de o zaman Lozan’a getirilmeyen azınlık temsilcileri tarihî hatayı bugün gidermiş oluyor. Otelin resepsiyonuna doğru yürüyorum. Lobide bekleşenlere bakıyorum. Hafiye kılıklı biri dikkatimi çekiyor. Nereden tanıyorum bu adamı? Hayret!. Çıkaramıyorum bir türlü. Tam bu sırada otele giren yeni müşteri sevgilisine, “Hayat bir hoş my darling” diyor. Allah Allah! Enteresan bir tasvir doğrusu. Hem bak dikkatim dağılıverdi işte. Geriye dönüyorum, hedefim toplantı odası. Sessizce sandalyeme tünerken, göz ucuyla garsonu yanıma çağırıyorum. Hemen bitiveriyor dizi dibimde. Alt! diyorum. Kim demiş gözler konuşmaz diye!..
Toplantıda sırayla görüşülen maddelerde anlaşma sağlanamayınca tarafların morali bozuluyor. Anlaşılan def-i meclise muvaffak olmak üzereyiz. Sözü İstanbul heyeti alıyor.
-Efendim, her ne kadar bu bir araya gelmemizi başarı olarak görsek bile, maalesef sizleri anlamakta zorlanıyoruz. Hangi konuyu görüşmek, ortak karar almak istediysek, her seferinde bizleri desteklediğinizi söylüyor, fakat ardından bu meselelerin Türkiye’nin iç meselesi olduğundan dolayı bir şey yapamayacağınızı beyan ediyorsunuz. Bizlerin zaten kabaca üç, bilemediniz dört büyük meselesi vardır. Şimdi siz bunları Türkiye’nin iç hassasiyetlerine, laik sistemine bağlar, bunlar Türkiye’nin iç meseleleridir derseniz ve aramızdaki mütekabiliyet zemininden bu meseleleri çıkarırsanız, acaba kendi sorunlarınızı nasıl çözebilirsiniz? Sizinle nasıl karşılıklı çözüm bulmamızı düşünürsünüz? Bakınız hangi meseleyi ele aldıksa siz bunları Türkiye’nin iç meselesi olarak ifade ettiniz. Bu noktada bize sizlerle beraber hareket etme olanağı bırakmadınız.
Batı Trakya heyeti ne cevap verdi inanın hatırlamıyorum. Zaten elimde Batı Trakya heyetinden aldığım Gündem gazetesi var.
Geçenlerde parti başkanı Mümtaz Soysal gelmişti Gümülcine’ye. Mümtaz hocayı ben daha çok Denktaş’ın danışmanı olmasıyla tanıyorum. Ve hani söyleyeyim, Denktaş’ın Kıbrıs’taki mitingine Batı Trakya’dan M. Emin Aga’yı getirmeyi akıl edenin de, hep Mümtaz hoca olduğunu düşünmüşümdür. Bana göre böylesi dahiyâne bir fikir ancak Kıbrıs’ı bugünlere taşıyan Denktaş’ın danışmanı Mümtaz hocanın olabilirdi.
Gündem’in manşetini okuyorum “Mümtaz Hocadan Siyaset Dersi”. Hoca aynen şöyle diyor,“Bir, ekümenlik sıfatına gelince. Dışarıda bunu iddia edebilirsiniz, ama Türkiye içinde bunu yapamazsınız. İki, Ruhban okulu ise Türkiye'deki eğitim sisteminin birliğine aykırıdır. Sistemin içinde bunu yapabilirler. Ve Üç, Patrikhane ile müftülükler iki ayrı şeydir. Aynı denkleme bağlamamaz, bu yüzden karıştırılmaması gerekir."
İlâhi hoca, diyorum! Sen bunları ayırdıktan sonra geriye ne kalıyor ki?
Hem hocanın “Türk - Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Meselesi" konulu konferansına ben de katıldım. Hoca, “Türkiye ile Yunanistan arasında o kadar çok mesele var ki, bunların tümünün çözümünün gerçekten çok zor” olduğunu söylemişti. Ve bize moral vermişti, esasında en kolay çözülecek sorunun azınlıklar sorunu olduğunu ifşa ederek. O gün vaktim kısıtlıydı. Soru cevap bölümüne kalamadım. Kalsaydım hocaya soracaktım, “İstanbul Rumlarının en önemli sorunlarını Türkiye’nin iç meselesi olarak algılarsanız, Yunanistan’la azınlık meselesinde masaya koyacak konunuz kalmaz. Hem Yunanistan da tutar bizim sorunlarımızı iç meselesi olarak görürse, o zaman Batı Trakya Türklerinin sorunlarını nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz?”
Lozan’daki toplantı dağılalı neredeyse iki saat oldu. Havaalanındayım, taksiye 45evro ödedim, düpedüz soyuyor bunlar adamı. Uçağın kalkmasına daha bir saat var. Otelin lobisinde gördüğüm hafiye kılıklı adam burada da karşıma çıkıyor. Karşıma çıkmakla kalsa iyi, yanıma yaklaşıyor ve kulağıma fısıldıyor, “Valla bu mantıkla bunlar Kıbrıs’ı çözerler, Ege’yi çözerler, FIR hattını çözerler, kıta sahanlığını çözerler, Kardak’ı çözerler, velhasılı her şeyi çözerler abicim, ama sittin sene azınlık sorununu çözemezler.”
Sahi nereden tanıyorum ben bu hafiye kılıklı adamı!
Azınlıkça Dergisi
Evren Dede
Aralık 2006
Sayı:25
0 yorum:
Yorum Gönder