“Koyun postuna bürünmüş kurt”u destekliyorum

azınlıkça


İstikbalimizin emniyeti için Avrupa muvazenesinin mâbihil hayatı bizim muhafaza-i istikbalimiz olduğunu dermeyan ediyorsunuz. Benim şanlı ve saadetli gördüğüm istikbal bu değildir, beyim.. Vaktiyle kılıcımıza baş eğdirdiğimiz kimselerin sâye-i lütfunda yaşayıp gideceksek, yani saadet-i âtiyemiz bundan ibaret kalacaksa ben o saadeti istemem. Çünkü maksadım AB muvazenesini muhafaza etmek değildir; Türklük şânını muhafaza etmek ve.. vaktiyle Lozan’ın yazmış olduğu gibi bize ait olan haklarımızı (belki hayatım yetmeyeceği cihetle) hiç olmazsa mezarımın içinde seyredip orada müftehir olmaktır. Ya böyle olsun, ya hiç olmasın! [1]

Bu sözleri Ahmet Midhat’in, “Namık Kemal’e cevap” makalesinden uyarladım.
Avrupa girift ve derin bir mesele. Kupkuru bir coğrafyadan bahsedilmediği aşikâr.
Bu sözler söyleneni 1 küsur asır geçmiş olmasına rağmen, 17 Aralık sonrası Batı Trakya’da bile, gün be gün şiddetini artırarak söylenecek sözler bunlar.

En parlak zekâların bile karardığı anlar olabilir elbet. Neden olmasın ki! Yeri gelir basireti bağlanıverir insanın. Bugünlerde bazılarının düne kadar buğz ettiği Osmanlı bile, eskiden çok sevdiği Avrupa karşısında, bir anda milli kahramanlıkların beşiği oluverir. Tabi ya! Avrupalılaşmak, yani yok olmak!

Her ne kadar Fransa cumhurbaşkanı ülke içi siyaseti icabı, şuursuzca “Bizans’ın çocuklarıyız biz” dese de, gerçekte apayrı medeniyetlerin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka kıstasları olan, çok daha soylu, mazisi çok daha eski, çok daha hümanist bir medeniyetin!

Bir meseleye nasıl yaklaşıldığı çok önemli. Daha baştan menfi bakmak istenirse, halledebilecek bir meselede bile tepetaklak düşüverir insan. Ben ihtiyatı elden bırakmadan, ama yapıcı olarak bu konuya yaklaşacağım.

Yukarıda aktarılan fikirler ve benzerleri sayesinde, Türkiye’nin AB’ye girebilmesi için gerekli olan müzakere tarihinin alınmış olması ve bu yolda kararlı bir şekilde ilerlenmeye başlandığı unutturulmak isteniyor. Avrupa’nın ikiyüzlülüğü, özellikle azınlıklar, insan hakları ve Kıbrıs konusuyla ön plana çıkartılıyor ve maalesef bu doğrultuda Batı Trakya da nasibini alıyor.
Alıyor almasına da mesele bu kadar basit değil. Batı Trakya Türk Azınlığının sorunları olduğu yadsınamayacak bir gerçek. 25 yıldır AB üyesiyiz ve Azınlık okullarındaki Türkçe öğretmenleri bile, hâlâ medrese mezunlarından seçilip Türkçe öğretilmeyen Selanik’teki “gizemli” bir özel kurumda yetiştirilmekte ve daha birçok sorun da aynen devam etmekte.
Fakat unutulan veya saklanan bir gerçek var ki, o da AB olmasaydı, Yunanistan’da yaşayan bir Türk Azınlığı şu an bulunmayacaktı. Varsın bazıları dokunulmazlar listesinin baş tacı olan Lozan’a sığınıp bu gerçeği inkâr etsinler. “Bizi burada koruyan sadece Türkiye ve Lozan’dır” desinler. Gerçeklerin söylenmesine engel olamayacaklar.
Eğer AB olmasaydı, eğer 1991 yılından itibaren AB zorunlu olarak bizimle ilgilenmeye başlamasaydı, hükümet Azınlık aleyhinde uyguladığı baskı ve ayrımları durduğunu ilan etmek zorunda kalmayacak, Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlığı, İstanbul’da yaşayan Rum azınlığından daha fazla olamayacaktı. Eğer AB olmasaydı, sözde Lozan’la koruma altına alınmış azınlık, kâğıt üzerinde varlığını koruyacak, gerçek yaşamda ise çoktan “anavatan”ına taşınmış olacaktı.

AB süreci Azınlığa geç ve yetersiz yansımış olabilir. Bu AB’nin faydalarını görmemize engel olamaz. Tıpkı AB fonlarıyla yapılmış Frangudaki programı gibi. Program yetersiz olabilir. Hatta programın yöneticileri, bize ait bir hak olan Azınlık eğitiminin aleyhinde olduklarını ifade edebilirler. Oysa bizim detaylarını öğrenmekten bile aciz kaldığımız bu program, AB fonu destekli. AB’nin bu programa destek vermesinin sebebi ise Azınlık eğitimine ve AB entegrasyonuna destek vermek, yunan asimilasyon projesine katkı sağlamak değil.
Frangudaki ve ekibi “Azınlık okulu, derslerinin yarısı Yunanca, yarısı Türkçe, gerilerde kalmış başka bir devrin okuludur” [2] savını, nedenlerini sıralayarak söyleyebilir. Buna karşı biz de “Azınlık okulu, derslerinin yarısı Yunanca, yarısı Türkçe, çok ileri ve çağdaş bir devrin okuludur” savını, nedenlerini sıralayarak diyebiliriz. Veya kolayına kaçıp, “Azınlık okulu, derslerinin yarısı Yunanca, yarısı Türkçe olan, eğitim seviyesi ne kadar berbat olursa olsun bizim okulumuzdur” da diyebiliriz. Her halükârda zaten bizim olan bu okulların sorunlarında, bize yardımcı olmak, Azınlığa destek vermek isteyen ve bunun için bu programı finanse eden bir AB’nin var olduğunu yok sayamayız.
Burada laf ebeliği yapıp Frangudaki’nin şahsında odaklanan programa sırf karşı çıkmak amacıyla“Maksadım AB yasalarını muhafaza etmek değildir; Batı Trakya Türk Azınlığının şânını muhafaza etmek ve.. vaktiyle Lozan’ın yazmış olduğu gibi bize ait olan haklarımızı (belki hayatım yetmeyeceği cihetle) hiç olmazsa mezarımın içinde seyredip orada müftehir olmaktır. Ya böyle olsun, ya hiç olmasın!” demek de ne Allah aşkına! Bu nasıl bir terkip! Bu güdük tezler, Türklük egomuzu tatmin ettiği cihetle alkış ta toplayabilir. Gel gelelim gerçekler böyle değil.

Lozan’da o dönem için düşünülememiş, bugün ise şans sayılabilecek olanaklar ve imkânlar, AB sayesinde karşımıza çıkmıştır. Ve bunun örneklerinden biri de Frangudaki programıdır. Çoğunluğuyla azınlığıyla, daha henüz işin başlangıç kısmında bitirilmek istenen bu program, esasında azınlık haklarımızı yok etmek amacıyla görevli, bir başka cihetle de bir azınlık üyesinin Atina’da bizzat duyduğunu iddia ettiği gibi, azınlık okullarını resmen kapatmak isteyenlerden oluşan bir kurul değildir. Ve bu yüzden de program bütünüyle yanlıştır denemez. Fangudaki ve ekibinin yaptıkları olumlu açılım, bir çırpıda yok sayılamaz.
AB’yi keşfedemediysek, hatta bilinçli bir şekilde AB ile ilişki kurmaktan kaçıyorsak, bunun suçunu çocuklarımıza ödetmek de neyin nesi! Frangudaki programını finanse eden ve programın takipçisi AB. Oysa bizler, Frangudaki programı sanki Yunan devletinin örtülü ödeneği ile yürütülen bir programmış gibi algılıyor, ardından eğitim sorunumuza olumlu bir katkı sağlayabilecek bu programa karşı önümüze set çekiyoruz. Ne sorunumuz varsa bunu halledecek tek muhatabımız sanki “anavatan” ve anavatanla ilişkilerimizi olumsuz yönde etkileyen, AB forumlarının hiçbirinde bizi temsil edemeyen “aracı” kurullar ve şahıslar.
Biz böyle dedikçe kimileri “Zavallı Azınlıkçı’lar ! Düşmanları dost, dostları düşman tanımışlar. Yıllardır uğradığımız gadri görmemezlikten gelen, anavatanımızı dahi birliğine almamak için olmadık şartları ileri süren AB’ye, sonsuz saygıyı lâyık görüyorlar” diyerek kaçak güreşmeye çalışacaklar. Neden yıllardır AB kuruluşlarıyla temas sağlamadıklarını, bu teması sağlayabilecek yegane yapının bütün azınlıkların Avrupa parlamentosunda temsil edilebilmesine imkân sağlayan siyasi örgütlenme zorunluluğunu bilmelerine rağmen tam tersine bu tür girişimleri durdurmak için uğraştıklarını, Azınlık üzerindeki denetim ve güdümlerini elden kaçıracakları korkusunu örtbas ederek.
Endişe duyduğum nokta ise böyle düşünenlerin, Türkiye’nin, AB ilişkilerinde devamlı taviz veren taraf olduğunu savunan, çağdaşlaşma yolunda Avrupa normlarını savunan kesimlere “hain” diyen, diyalog isteyenleri monolog yaparak dışlayan, İstanbul Ortodoks Rum Azınlığını bir kaşık suda boğmak isteyen statükocu kesimle olan sıkı fıkı diyalogları.
Yunanistan vatandaşı olarak Türkiye’nin iç meselesi olarak gördüğümüz Türkiye-AB ilişkileri, elbette AB’nin İstanbul Ortodoks Rum Azınlığı hakkında istediği şeyler nedeniyle bizi doğrudan ilgilendiriyor. Ucunun bize yansıtılmağı bir olumlu gelişme düşünülemez ve düşünülmemeli. Fakat amacımız eşit haklara sahip olduğumuz ve olacağımız İstanbul Ortodoks Rum Azınlığı ile birlikte hareket ederek, hakkımız olan taleplerimizi her iki ülke hükümetinden AB vasıtasıyla talep etmek olmalı. Bunun yolu da iki azınlığın bir araya geldiği, Azınlık Araştırmaları Merkezi (KEMO) ve Lozan Mübadilleri Vakfı (LMV) gibi sivil örgütler ve benzer sivil kuruluşlar oluşturarak bunların etrafında yapılanmak olmalıdır.
Türkiye’nin AB sürecinde halletmesi gereken gayri Müslim azınlıklar sorununun içerisine Yunanistan’ı ve Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığını da ekletebilme şansımız varken, Türkiye’nin AB sürecini hezimet olarak adlandıran kesimle birlikte hareket etmek, Batı Trakya Türk Azınlığına yapılacak en büyük yanlış. İki azınlık olarak yıllardır ilişkilerimiz sadece güdümünde olduğumuz “anavatanlarımızın” vatan satıhlarının müdafaasında kullanılmak düzeyinde olmuş. Yani hata, aynı merkeziyetçi zihniyetin ürünü. Hatırlatmak lâzım. İstanbul’dan Yunanistan’a gelip “unutulmayan topraklar” safsatasıyla hırlayanlar misali, “büyük devlet adamı” felsefesiyle görevini yürüttükten sonra her nasılsa bu bayrağı gençlere bırakma zamanı geldiğini düşünüp “veda resepsiyonu” düzenleyerek bizlere veda eden Hakgüder’in “Batı Trakya’da Talat’lara izin vermeyeceğiz!” [3] dediği gibi, Batı Trakya’nın Denktaş’lara da ihtiyacı yok!..

Yeri gelmişken değinmekte yarar görüyorum. Azınlık Araştırmaları Merkezi (KEMO) ve Lozan Mübadilleri Vakfının (LMV) örgütlediği, AB’nin maddi manevi yardımda bulunduğu toplantıları dahi azınlık aleyhine yapılmış hareketler olarak algılamak ta aynı güdük düşüncenin izharından başka bir şey değil. Bizim ihtiyacımız olan şey “kendin çal kendin oyna misali” sadece Türk’ün Türk’e Türkçülük yaptığı, Türk’ün Türk’ü finanse ettiği programlar değil. Paranoyalar arkasına gizlenip, hafifmeşrep ağzıyla saygın akademisyenlere saldırmak, söylenen sözlere ve nedenlerine karşı, aynı eğitim seviyesinde cevap vermek yerine komplo kuramıyla yaklaşmak ta değil.
Üstelik hafifmeşrepliğin espritüel bir tarzı, Türk’ün kıvrak latife şekliyle hicveden, “Tarzı İran ile Urban’a bırak eslafe. Türk isen Türk’e yarar şivede tahrire çalış” manzumesine yaraşır bir üslubu da var. Bu tarzla yaklaşılsa o da bir nebze anlayışla karşılanabilir…
En azından sevinilecek bir durum var. Herkesin hitabet ve yazarlık vasfını görmüş oluyoruz.Zekâlar ister istemez hitabete ve edebiyata yöneliyor!
Tarih tek çizgi istikametinde gelişmez diyor Spengler. Türkiye’nin AB ile olan müzakere sürecini desteklediğim gibi, 1997 yılından beri tüm Eğitim Bakanlarına SÖPA’nın ortadan kaldırılmasını öneren, Azınlık çocuklarının ülkedeki herkes gibi normal Pedagoji Bölümlerinde öğrenim görmesini ve buna paralel olarak Türk dili ve öğretimi konusunda mükemmel bilgi edinmeleri için özel özen gösterilmesini isteyen, “toplumlarası diyaloglar” düzenleyen, Türk çocuklarının da eşit eğitim fırsatlarından yararlanması için çaba gösterdiğine inandığım “koyun postuna bürünmüş kurt”u da destekliyorum.


[1] Ahmet Midhat, “Namık Kemal’e cevap” (Bedir Gazetesi, 1872) Bkz. Umrandan Uygarlığa C. Meriç s. 32

[2] Azınlıkça Dergisi Kasım 2004 sayısı s.70-79
[3] Azınlıkça Dergisi Eylül sayısı s. 38-39




Azınlıkça Dergisi
Ocak 2005 sayısı

0 yorum:


Free Blogspot Templates by Isnaini Dot Com and Supercar Pictures. Powered by Blogger