Avrupa İslam’ına biz ne katıyoruz


Bütün dünyayı gezin, göreceksiniz ki tek tip, tek tarz, tek cins bir İslam yoktur. Her yörenin, her kavmin, her topluluğun, her cemaatin, her ülkenin, her kabilenin, kendi hamuruyla, kendine has kültürüyle yoğrulmuş bir İslam’ı vardır. İslamiyet temelde elbette aynıdır; bu temel kurallar ne kutuplarda, ne de Kutup yıldızında değişmez.
Daha açık beyan edeyim ve gelecek eleştiri oklarını baştan savayım: Kur'an'da belirtilen hükümler ve Hz. Peygamber'in peygamberlik vasfıyla ortaya koyduğu ibadetler ve bağlayıcı sünnetler dünyanın her yerinde birdir; değişmez, değiştirilemez.
Fakat iş teferruata gelince bu böyle değildir. Her dereden, her çaydan su karışmıştır İslam’a. Zaten o yüzden dış görüntüsü tek tip, tek tarz, tek cins İslam yoktur diyoruz. Mezhepler boşuna çıkmamıştır karşımıza. Dönemin şartları, Müslüman cemaatin kültürü, içtiği suyu, köpeğinin içtiği su, su çektiği kuyu, hatta yöreye has hayvanı bile İslam’a yeni yorumlar getirmiştir. Bunlara da içtihadî hükümler diyoruz zaten. Mezhepler bu içtihadî hükümlerdeki farklılıkların sonucu oluşmuştur. İçtihadda bulunan hiçbir âlimin hükmü, ilahî hüküm değildir. Neticede varılan hüküm yorumdur. Kimi yerde bu mezhepler bile dar gelir insanlara. Vahhabîler haddi zatında bu yüzden vahhabîdir. Ve İslamdırlar. İranlılar da (Acemler) haddi zatında bu yüzden İranlıdır. Ve İslamdırlar. Sana göre değil, onlara göre bu böyledir. Tıpkı sana göre sen İslam olduğun gibi.
Yine eleştiri oklarını baştan savayım düşüncesiyle beyan edeyim: Günümüz dünyasında bir mezhebi yol bilmek ve seçtiğin mezhep üzerinde yaşamak şarttır.
Lakin, eleştiri oklarından çekinmediğimiz bir hususu da belirtmemiz gerekmektedir. Avrupa’da yaşayan biz Müslümanlar için mevcut mezhepler ve içtihatları günümüz şartlarını maalesef tam karşılayamamaktadır. Derdimize dert katan bir başka husus da, çevremizde gereksiz yere tutucu davranan kimselerin, teferruat sayabileceğimiz bir çok meselede sanki bu meseleler ilahî hükümmüş gibi tavır koymalarıdır. Oysa bilmeleri gerekir ki, korudukları veya koruduklarını sandıkları şeyler ilahî hüküm değildir. Bir dönemin ehliyetli kişilerinin ortaya koydukları düşüncelerdir. Kıymetlidir bu düşünceler, ama kimi yorumları Avrupa’ya, Batı insanına uymamaktadır.
Avrupa’da yaşıyoruz, doğuştan Batılıyız. Hem de şeriatın “küçük bir kısmının dahi olsa” serbestçe uygulandığı ve resmen tanındığı tek Avrupa ülkesinde yaşıyoruz. Peki, günümüz Avrupasına İslam adına kaynak model olabileceğimiz yerde, bu gereksiz korumacı tavırla İslam’a fayda yerine zarar vereceğimizi nasıl görmüyoruz? Bir dönemin uç noktalarına takılıp kalmış muhteremler unutuyorlar ne yazık ki. İmam Malik hazretleri, "Hz. Peygamber (sav) hariç herkesin sözü kabul de edilebilir, ret de" derken, “Ey gelecekteki âlimler! İslam adına kafa patlatın, bulunduğunuz coğrafyaya İslam’ı modelleyin, dinin teferruatını gününüze uygun, yaşanabilir kılın.” demek istemişti. Mezhep imamlarının o günün şartlarına, o günlerin toplumlarına göre verdikleri hükümleri, katı tutumla ömrü billah, kıyamete kadar tutup da taklit edin değil.
Batı dünyasının parçasıyız biz ve İslâm’ın Batıya uygun yorumunu, içtihadını yapabilecek, cesurca yeni hükümler ortaya koyabilecek, Batı Trakya’dan fışkırıp Avrupa’ya akacak, Müslüman kadının ve erkeğin sosyal hayattaki yerini yeniden tanzim edecek, pek çok meseleyi pratikte uygulanabilir kılacak, Avrupa’daki islamofobiayı (İslam korkusunu) ortadan kaldırabilecek, kaldıramasa da en azından ya tutarsa deyip göle maya çalabilecek, eli kalem tutan, Türkçe, Yunanca, İngilizce, Arapça fikirlerini yazan ve yayımlayan, konferanslara katılıp bize göre İslam’ı anlatan, Yunanistan’la Türkiye arasındaki kısır siyasete alet olmayan, bize İslam’ı sevdiren, yaşatan, ufku geniş, ulemâ gibi ulemâya, âlim gibi âlime öylesine muhtacız ki! Tıpkı diğer alanlarda muhtaç olduğumuz gibi.

Azınlıkça Dergisi
Sayı 30
Mayıs 2007

Bir Eleştiri


Sözlük konusu kapsamlı bir çalışmayı gerektiriyor. Toplama, derleme ürünler de bir çalışmanın eseri. Neticede ortada sarfedilen emek var elbette. Amma ve lâkin, daha iyisinin hazırlanabilmesi için eleştirmek, yanlışları belirtmek lazım.
Nedenini bir çok kez anlatarak, Müslüman Çocuklarının Eğitimini Destekleme Programı’nı (Frangudaki Programı) desteklediğimi beyan etmişimdir. Azınlığa yadsınamayacak kadar büyük bir katkısı oldu Program’ın. Program başarılı oldukça Yunanca öğrenmeye olan merakımız arttı. Çocuklarımızın Yunanca’yı daha kolay öğrenmeleri, bize özel Yunanca ders kitaplarının olması bizleri mutlu etti. Programı yöneten ekip tecrübe kazandı, branşında uzman olan insanlar Program sayesinde daha da uzmanlaştı. Neticede sistem olarak kullanışlı, ayağı yere basan, sağlam temellere oturmuş Frangudaki Programı, Yunanca bilmeme garabetimize derman oldu.
Program sayesinde biz de tecrübe kazandık. Yunanca’yı nasıl öğrenmemiz gerektiğini anladık. Bize özel hazırlanan ders kitapları ufkumuzu genişletti. Ufkumuz genişleyince de daha fazlasını, daha güzelini ister olduk. Sanırım daha güzelini isteme adına artık eleştirime geçebilirim.
Program’ın, 6-14 yaş arası Müslüman çocukları için hazırlanmış Yunanca Türkçe bir sözlüğü var efendim. Bir ilk olması hasebiyle övmek lazım hazırlayanları. Gerçekten emek sarfedilmiş. Amma ve lâkin, daha iyisinin hazırlanabilmesi için bir iki küçük eleştiri yapayım.
Sözlüğün 6-14 yaş arası çocuklar için hazırlanmış olması yüzünden sözcüklerin ne etimolojisinden bahsedilmesini ne de bildiğimiz sözlükler ayarında olmasını bekleyemeyiz elbette. Ama sözlüğün kapağında Müslüman Çocuklarının Eğitimini Destekleme Programı yazan, Yunanca öğrenmek isteyen Batıtrakyalı Müslüman Çocuklar için hazırlanan bir sözlükte gayet doğaldır ki, bize ait değerleri görmek isteriz.
Sözlük toplama veya derleme tarzı hazırlandığından teferruat gibi gelen fakat önemli olan bu konu atlanmış. Bunları dört ana başlık altında toplayabiliriz.

A.
Birincisi, sözlükte kelimelerin Yunanca nasıl kullanıldığını gösteren cümleler genelde Müslüman çocukları için hazırlanmamış. Gelişigüzel derleme yapılmış. Sadece göze batan kimi yerde, özenle örnek cümleler seçilmiş. En azından bu benim için iyi niyetli olduklarının göstergesi. Ama yine de yanlışları belirtmeliyim.
Sözcüklerin cümle içerisinde kullanımını gösteren örneklerde en belirgin hata, İslamiyet dışında neredeyse her inancın yer alması. 12 Tanrı’dan örnekler, Hristiyanlıktan örnekler varken Müslümanlık ile ilgili örnek yok sözlükte. İyi ama sözlük Müslüman Çocukları için hazırlandı. Aynı sözcüğü İslâm motifli bir cümle ile anlatamaz mıydık acaba? Sanırım anlatabilirdik, anlatabilmeliyiz. Gözden kaçan bu hata elbette kastî değil. Sanırım bunun nedeni sözlüğü hazırlayanların bilinçaltında sözcükleri böyle görmeleri. Bakınız bunu örneklerle gösterelim:

1-Yunanca “hareketsiz” sözcüğünün karşılığı “ακίνητος” kelimesidir. Sabit duran ne varsa bunu “ακίνητος, -η, -ο” sözcüğüyle ifade edebiliriz. O hâlde, sözlükte “ακίνητος” kelimesinin cümle içerisinde kullanımında dînî tema içermeyen bir örnek kullanabiliriz. Hareketsiz duran sabit olan o kadar çok şey var. Gel gelelim gözden kaçmış bu küçük ayrıntı ve “ακίνητος” kelimesi için kullanılan 2’nci örnek cümlede, “Τα Χριστούγεννα είναι μία ακίνητη γιορτή” denmiş. Sanki hareketsiz başka şey kalmamış gibi.

2- Yunanca “çiftlik” derken “αγρόκτημα” diyoruz. Peki Müslüman çocuklar için hazırlanan bir sözlüğe “çiftlik” sözcüğü için örnek cümle hazırlayacak olsak, acaba kaç Müslüman “İnekler ve domuzlar çiftlik hayvanlarıdır.” diye bir cümle hazırlar acaba? Onca çatışma gerektirmeyen çiftlik hayvanı varken neden çiftlik hayvanı olarak domuz densin, Müslüman çocuklarına örnek verilsin ki? Maalesef bu küçük ayrıntı da gözden kaçmış ve “αγρόκτημα” için kullanılan örnek cümlende “Οι αγελάδες και τα γουρούνια είναι ζώα του αγροκτήματος.” denmiş.

3- Aziz diyeceksen Yunanca “άγιος” diyeceksin. Ama İslâmın da azizleri olduğunu, bunlara da “veli” veya “ermiş” veya “eren” dendiğini bileceksin. Batı Trakya’da bile Müslüman ermişlerinin olduğunu, mezarlarının, türbelerinin olduğunu bileceksin. Maalesef sözlükteki örnek cümlelerde, “Ο Γιώργος γιορτάζει του Αγίου Γεωργίου” ve “Η Αγία Ελένη γιορτάζει στις 21 Μαϊου.” denmiş.

Kılavuz olduğu için sözlük, kılavuz olduğu için Müslüman çocuklara, onları yolun dışına itmemeyi isterim ben. Kınından sıyrılan kılıç gibi keskin, parlak ve hissiz olmamalı. Müslümanları kendi değerleriyle, kendi ermişleriyle Yunanca’ya katmak daha uygun gibi.

B.
1- Sözlüğün hazırlanmasında ikinci sorun Batı Trakya Türkçesinin kullanılmamış olması. Gerçi genelde biz bile farkında değiliz bunun. Ama sözlükse hazırlanan, bize ait olan, yani Batı Trakya Türkçesinin kendine özgü kelimeleri, sözcükleri de yer almalı. Bu kelimeler Türkiye lügatlarında yok. Anadolu lehçesinin barındırmadığı sözcükler bunlar. Türkiyelilerin bilmediği sözcükler bunlar. Ve bu sözcükler bizim hayatımızın birer parçası ve bizim için bir sözlük hazırlanıyorsa görmek isterim bize ait kelimeleri. Batı Trakyaca söylenen kelimeleri sözlüğe koysaydık, “Πεπόνι” kelimesinin Türkçe karşılığına Türkçe sözlüklerde olmayan “düğlek”i de yazardık. Değil mi ki bize hazırlınıyor, “bayın”ından “arıklanmak” sözcüğüne, “atalanmak” tan “senmek”ine, “haydamak”tan “kuvalak”a kadar Batı Trakya’ya ait sözcükler kullanılabilirdi.

2- Bilerek atlanmış, ince düşünülmüş, hassas davranılarak sokulmamış bir kelime var sözlükte. Kaç göz bunu fark etti kim bilir. Ama görmeyen gözler için söyleyeyim: Pomak kelimesi sözlükte yok.
Hatırlatayım, Programın başladığı dönemde 3 Pomakça kelimenin Program yetkililerince kullanılmış olmasına yoğun tepki gösterilmiş ve Program en büyük eleştiriyi bundan almıştı. Anlaşılan sütten ağzı yanan program yetkilileri yoğurdu üfleyerek yemişler sözlükte.

C.
Sözlükte kimi yerlerde resim kullanılarak sözcükler anlatılmak istenmiş. Çocuklar için çok yerinde bir tercih. Fakat Müslümanların ibadet yeri olan cami için Batı Trakya’da bir örneği dahi olmayan bir cami resmedilmiş sözlükte. Batı Trakya’dan bir cami resmedilse daha hoş olurdu. Atina’da oturup Batı Trakya’ya hayatı boyunca hiç gelmemiş biri yapsaydı bu basit hatayı, hiç bahsetmeyebilirdim bile. Kim bilir! Belki de sözlüğe resimleri çizen muhterem hiç gelmedi bizim buralara, görmedi bizim camilerimizi. Hayal etmekle yetindi. Olabilir, olabilir.

D.
Sözlükte kullanılan Türkçe karşılıklar bazı yerlerde yanlış. Hem kimi yerde ise kelimenin Türkçe karşılığı yok. Bunun yerine örnek cümlenin tamamı tercüme edilerek anlam aktarılmaya çalışılmış. Oysa aynı kelimenin hem başka anlamları, farklı karşılıkları var, hem de cümlenin Türkçe çevirisi yetersiz. Kafa karıştırıyor çoğu yerde. Üstelik kelimelerin yan kullanımları, deyimler vb. kelimenin asıl anlamı olmadığının üstüne basarak belirtilmeliydi. Birbirine zıt iki anlamı (Hem beyaz hem siyah) bir kelime ifade edemez! Olsa olsa yandan çarklı anlamı olur zıttı. Örneklendireyim:

1-Yunanca sade diyeceksen ya “απλός”, ya da “σκέτος” (–η-ο) diyeceksin. Kullanım yerleri ikisinin de farklı. Kahveyi sade içeceksen “σκέτος” sözcüğünü kullanacaksın. Sade kahve, sadedir efendim.
Ne yazık ki, sözlüğü hazırlayanlar “σκέτος” sözcüğünün ikinci örnek cümlesinin Türkçe tercüme kısmında “çok şeker şey” demişler kelimenin anlamına. Doğru cümlenin kullanımı bunu gerektiriyor. Yandan çarklı bir cümle olduğu için ben de yandan çarklı anlatayım sizlere ve şöyle diyeyim: “Çocuğun katıksız şeker mübarek!” diyerek örnek cümlede çocuğun çok tatlı olduğu ifade ediliyor. İşte açıklamaya çalıştığım örnek cümlenin Yunancası: “Το μορώ σου είναι σκέτη γλύκα!” Ama burada kullanılan “σκέτος” sözcüğünün gerçek anlamı “çok şeker şey” değil ki! Edebiyat parçalayacaksan “katıksız” diyebilirsin “σκέτος”un buradaki karşılığına. Hem çocuk sormaz mı, “Σκέτος” şimdi sade mi, yoksa çok şeker şey mi diye? İzah yapmadan hem sade, hem çok şeker denirse kafa karıştırır. Ve karıştırıyor.
Sözlükte yandan çarklı anlamlar mutlaka tam tercüme edilmeli ve bunun kelimenin asıl anlamı olmadığı belirtilmeliydi. Kafa karıştırıyor bu yaklaşım. Çocukların anlamasını da zorlaştırıyor. Üstelik sözlükte “απλός” sözcüğünün Türkçe karşılıklarından en önde geleninin “sade” olduğu da belirtilmemiş. Basit ve sıradan denmiş “απλός”a. Niye ki? Sade olan her şey basit ve sıradan mı? Maalesef sözlükte kelimelerin Türkçe karşılıkları eksik ve doyurucu değil.

2- Şimdi bahsedeceğim örnek iki yönden ilgi çekici.
Türkçe’de yerine yeni öz Türkçe kelime türetilememiş pek çok sözcük vardır. Bunlardan biri de meskûn sözcüğüdür. Daha anlaşılır dille ifade edeyim: İkâmet etmek. Gerçi ikâmet etmek de öz Türkçe değil. Ama hâlâ geçerli. Türkiyeliler muhtardan hâlâ ikâmetgâh çıkardıklarına göre en kullanışlı olan kelime: ikâmet ve türevleri son tahlilde. Halk arasında “Nerede oturuyorsun?” diye sorulduğunda çıkarılabilecek bir anlamı da, “Nerede ikâmet ediyorsun?” anlamıdır. Buraya kadar anlaşıldığını varsayarak sözlüğe döneyim.
“Κατοικούμαι” sözcüğünün Türkçe karşılığı ikâmet edilmektir. Meskûn olmak da diyebiliriz elbette. Fakat maalesef sözlükte “Κατοικούμαι” sözcüğünün Türkçe karşılığında ikâmet etmek kelimesi yok. Seçilen karşılıklar anlamayı zorlaştırıyor. Verilen 2’nci örnek cümlenin Türkçe çevirisi ise yanlış. Örnek cümlenin Yunancası “Το νησί αυτό δεν είναι κατοικημένο.” Türkçe çevirisi ise, “adada kimse yaşamıyor.” Oysa tam tercümesi “Bu ada meskûn değildir” olmalıydı. Daha anlaşılır ifade edersek “Bu adada kimse ikâmet etmiyor” veya “Bu adada kimse oturmuyor” denebilirdi. İkamet edilmemesini, yaşamıyor diye tercüme etmek çok yavan kaçıyor. Üstelik yaşamak sözcüğünün karşılığı “κατοικούμαι” değil ki!

Program’ın hazırladığı sözlük ile ilgili çok daha teferruatlı bir çalışmam var. Uzun, sıkıcı, yarım ve Azınlıkça’da yayımlanabilecek durumda değil. Sözlüklere karşı kişisel merakım neden oldu bu çalışmama. Bitiremedim henüz. Çalışmamın geneli yukarıda örneklendirdiğim şekilde. Sadece daha ayrıntılı. Oradan aktardım sizlere bu örnekleri. Ne diyeyim ki, rüyalarla dolu bir sözlük canımı çok sıkıyor. Rüyalarla ve beklemediğim hatalarla. Kafayı bulanıklaştırıyor bu tür sözlükler. Sanki yarı uykuda derlenmiş izlenimini veriyor. Ama olsun. Hatalar uyardıkça düzelir. Ben de uyarıyorum; hatalar tekerrür etmesin diye. Hem hafiften eleştiriyorum diye sözlük sorumluları kızmasın; daha iyisini istiyorum o kadar.

AZINLIKÇA Dergisi
SAYI 29
NİSAN 2007

Batı Trakya Türkçesi sadece şîve mi?


Başı sıkıcı olsa da dile meraklı olanlar, mutlaka okuyun efendim.

Lehçe (Diyalekt) farklılıkları geniş veya dağınık coğrafî alanda kullanılan her dilde var. Bizim günlük yaşamımızda duyduğumuz ve konuştuğumuz dillerin: Türkçe’nin, Yunanca’nın, İngilizce’nin ve hatta Pomakça’nın da lehçeleri var.
Lehçe anlam itibariyle şîvenin iz düşümü. Sadece, lehçe, dil treninin birinci mevki kompartımanı.
Bu arada lehçe ve şîve kelimelerinin fışkırdığı kaynak farklı: Biri Arap, diğeri Fars kökenli. Gerçi Refik H. Karay, “Anadilini bütün lehçe ve şîveleriyle bilirdi.” derken, boşuna lehçe ile şîveyi ayrı ayrı vurgulamıyor elbette. Şive ağız, yani söyleyiş özelliği. Lehçe’de ise hem bu, hem de söz dizimi işe giriyor.
Genelde Batı Trakya Türkçesi anlatılırken daha çok Batı Türkçesinin beş lehçesinden biri olan Anadolu lehçesinin içerisindeki ağızlardan biri olduğu söylenir. Rumeli ağzı falan gibi. Ve ben bu tasnifin günümüz Batı Trakya’sında kullanılan Türkçe için doğru olduğunu düşünmüyorum.
Dilbilimci değilim elbette. Bu yüzden Türk dillerini ikiye, yani Batı ve Doğu Türkçesi diye ayıranlara, Batı Türkçesini lehçelerle kümeleyenlere ve Batı Türkçesinin bir lehçesi olan Anadolu lehçesi içindeki pek çok ağızlardan birine de Rumeli şîvesi denmesine, dil uzatacak hâlim yok. Sadece Batı Trakya Türkçesinin Rumeli ağzı içerisinde sıkışan bir kavram olarak kalmasına karşıyım. Çün-
kü bu tasnif yeterli ve doğru değil. Bir kere ister şîve olsun isterse de lehçe, her ikisi de ağız demek son tahlilde. Tasnif yapacağım diyerek önce dili ikiye, ardından lehçelere, ardından şîvelere ayırırken, Batı Trakya Türkçesini tutup sadece bir Ru-
meli şîvesi olarak değerlendirmek, hadi diyelim eskiler için uygundu. Günün dilbilimcileri bu tasnifi yeniden gözden geçirmeli. Çünkü, dilin yapısı ve kullanımı (ses ve çekim farklılıkları) ne kadar önemliyse, dilin barındırdığı kelimeler de bir o kadar önemli. Ve Batı Trakya Türkçesi, Anadolu lehçesi içerisindeki bir şîve olmadan fazlasını hak ediyor.
Batı Trakya Türkçesinin kendine özgü kelimeleri, sözcükleri var. Bu kelimeler Türkiye lügatlarında bulunmayan, Anadolu lehçesinin barındırmadığı sözcükler. Buna Batı Trakya Türkçesine girmiş Yunanca kelimeleri de eklemek lazım. Yeri geldi ifade edeyim, Batı Trakya Türkçesine giren Yunanca sözcükleri ben dejenerasyon olarak değerlendirmiyorum. Aksine ikidilli olacaksak veya olmalıysak, bunu faydalı buluyorum. Üstelik bunu yanlış bulanlara, Türkçe’de karşılığı olmasına rağmen “okeylemek” sözcüğünün TDK’nın en son çıkan sözlüğünde ne aradığını sorgulamalarını istiyorum. Türkiye Türkçesine Türkiyeliler “dejenerasyonun daniskasını” yaparken, bizim gibi her an ikidilli olan Batıtrakyalıların yaptığı hem masum hem faydalı.
Doğrusu ikidilli, güzeli ise üçdilli olmamızdır. Hâl böyle olunca ikidilli ve aktif olarak bu iki dili kullanan bireylerin kendi anadillerini kendilerine has bir dile çevirmeleri de çok normaldir.
Batı Trakya Türkçesinin kendine özgü, kendine has sözcükleri var demiştik. Bunları Türkiye Türkçesi lügatlarında bulamazsınız demiştik. Peki bizim Batı Trakya Türkçesinin bir lügatı var mı? Yok!.. Zaten Anadolu lehçesinin alt tasnifi olan Ru-
meli şîvesinin içine sıkışmamızın nedeni de bu!.. Gerek Türkiyelilerce bilinmeyen Türkçe kökenli türettiğimiz sözcüklerimizin, gerek anadilimizde kullandığımız Yunanca kökenli sözcüklerimizin, gerekse de Türkiye Türkçesinde bulunup da Batı Trakya Türkçesinde farklı anlamlarda kullandığımız sözcüklerimizin anlamlarını gösteren, kısacası Batı Trakya Türkçesinin bir sözlüğü, bir lügatı, son tahlilde bir kamusu yok. Bu iş meraklılarını bekliyor. Kimbilir bugüne kadar kaç meraklı bu işe başladı, fakat sonunu getiremedi. Olsun varsın! Meraklı olanlar, topluma kılavuz olmak isteyenler! Batı Trakya Türkçesi için lügat hazırlayın. Kullandığınız dilin gerçekte sadece bir şîve, (Fiil çekimleri “kaçıym vb.” veya ses düşmeleri “sülemek, suvan vb.” bir ağız olmadığını gösterin. Arabalarınızın aküsünün değil batariasının boşaldığını, arkadaşınıza telefon etmeyip telefon aldığınızı, çavuş değil lohia dediğinizi, uzaklaşmak yerine arıklandığınızı, çocuğunuzun şımarık değil bayın olduğunu, yazları kavun yerine düğlek yediğinizi, ayağınıza postal yerine arvila giydiğinizi hatırlayın.
Hem unutmayın, Batı Trakya Türkçesi, dil treninin birinci mevki kompartımanına daha çok yakışıyor. Anadolu Anadolu lehçesi altındaki alelâde
bir şîve deyip ikinci mevki kompartımanına değil.

AZINLIKÇA Dergisi
SAYI 29
NİSAN 2007

Muştumuz var, gel dediler


AZINLIKÇA



Üç melek gördüm düşümde,
Durdular yanı başımda,
Muştumuz var gel dediler…
Dede Korkut.


Sabah saat 5 suları. Evin telefonu çaldığında ben zaten uyanıktım.
Bu saatte kim arar ki?
Babammış. Dedemin vefatını haber vermek için aramış. Meğerse, “Muştumuz var, gel!” demişler dedeme…
Babam üzgün bir ses tonuyla “Anneni ara, başsağlığı dile” dedi. Olur, dedim. Olur…
Annemi aradığımda dedemin evindeymiş. “Babam haber verdi şimdi. Muştumuz var, gel demişler dedeme… Başın sağolsun anne. Allah rahmet eylesin ”den öte bir şey demedim, diyemedim anacığıma…
Son kez dedemle bir araya gelmemiz vefatından 2 ay önce olsa gerek. Hatırlıyorum, anneannem rahatsızdı o zamanlar. Hastanede yatıyordu. Dedemse elbet merak ediyordu hasta eşinin durumunu. Yaş yetmişi geçince eşler daha bir bağlı oluyor birbirine…
Anacığıma kuru bir tâziyenin ötesinde bir şey diyemedim telefonda işte. Diyecek bir şey bulamadım. Çok ani miydi dedemin ölümü? Değildi. Daha yirmi gün önce Burhan söylemişti umut bağlamasınlar diye. Ne kadar olsa da, insan umut bağlıyor hayata. Dedesinin öleceğini düşünemiyor… Muştumuz var gel diyeceklerini fark edemiyor…
Gözyaşı ne renktir? Çekilen acıyla orantılı gözyaşının rengi değişir mi? Çok acı çekenler ağladıklarında kan mı akar gözlerinden?
Ağlayan gözlerin kan çanağına döndüğünü bilirim ben, ama gözden süzülen damlaların rengine hiç bakmadım ki!...
Mutuş Muncunos’tu benim dedem. Sünnetçiköy’dendi. Çıtaktı…Anacığımın dediğine göre acı çekmeden gözlerini kapamış. “Muştumuz var, gel!” dediklerinde, yüzünde tatlı bir gülümseme varmış… Cenazesine gidemedim…
*
Anneannem kırk kilo çekerdi benim. Bakkal terazisine koy da tart, o kadar sıska yani.
Çekerdi diyorum, çünkü anneannem de yok artık benim… Ona da, “Muştumuz var, gel!” demişler…
Dedemsiz hayat anneanneme zor geldi. Çok bekletmedi eşini. Daha dedemin bedeni toprağa karışmadan, anneannem de gitti işte. Onun da vefat haberini telefondan aldım..
Rahatsızlanmış aniden. Doktorlar tetkik sonrası acil ameliyat demişler. Ameliyat çıkışı dayanamamış yorgun vücudu… Öteye, öbür âleme doğru yolculuğu başlamış…
Sağırdı benim anneannem. Ağız okuyarak anlardı bizleri. Patlıcan turşusunu çok severdik anneannemin. Her geldiğimizde bizim için yaptığı turşusunu önümüze koyar, biz yedikçe mutlu olurdu.
Anneannemi bir başka severdim nedense. Yarım yamalak bildiği üç beş sûreyle namazını kılardı. Hiç kaçırmazdı namazını. Hafızamda en net şekliyle sobanın kenarına çöküp derin düşüncelere daldığı an kalmış. Sobanın yanında sessizce oturup gözlerini yere dikerdi. Kimbilir aklından neler geçirirdi o an…
Gülümsemesini, elini öptükten sonra bana sıkı sıkı sarılmasını özledim anneannemin… Pamuk anneannemin…
Rabia Muncunos’tu benim anneannem. Pomaktı. Anacığımın dediğine göre açı çekmeden gözlerini kapamış. “Muştumuz var, gel!” dediklerinde, onun da yüzünde tatlı bir gülümseme varmış… Ve ben, onun da cenazesine gidemedim…
Acı paylaşınca azalırmış. Senle paylaşmak istedim acımı. Hatırladıkça, cenazelerine gidemedim diye canım sıkılıyor, kendime kızıyorum…
Hani diyor ya Karacoğlan,
Bilemedim ana baba kıymetin,
Arkamızda karlıca bir dağ imiş…
İşte öyle bir şey

Azınlıkça Dergisi
Mart 2007
Sayı 28

Aga öldü, Müftü kim olacak?

AZINLIKÇA

Mehmet Emin Aga’nın ölüm haberi tez ulaştı. Sabah sabah telefonun sesiyle uyandım. Arayan heyecanla söyleyiverdi işte, 9 Eylül Cumartesi günü sabahın erken saatlerinde vefat etmiş.
“Allah rahmet eylesin.” dedim arayana. Hem ne diyebilirdim ki başka! Rahmetinden medet ummayan mı var?

Mehmet Emin Aga’nın ölüm haberi tez ulaştı. Sabah sabah telefonun sesiyle uyandım. Arayan heyecanla söyleyiverdi işte, 9 Eylül Cumartesi günü sabahın erken saatlerinde vefat etmiş.
“Peki yerine müftü kim olacakmış?” dedim. Ne diyebilirdim ki başka! Aga’nın seçimle geldiğine inanan mı var?

Mehmet Emin Aga’nın ölüm haberi tez ulaştı. Sabah sabah telefonun sesiyle uyandım. Arayan heyecanla söyleyiverdi işte, 9 Eylül Cumartesi günü sabahın erken saatlerinde vefat etmiş.
“Beyin kanamasından sonra çökmüştü.” dedim. Ne diyebilirdim ki başka! Beyin kanamasından sonra iyice çöktüğünü bilmeyen mi var?

Mehmet Emin Aga’nın ölüm haberi tez ulaştı. Sabah sabah telefonun sesiyle uyandım. Arayan heyecanla söyleyiverdi işte, 9 Eylül Cumartesi günü sabahın erken saatlerinde vefat etmiş.
“Cenazesi ne zaman kaldırılacakmış?” dedim. Ne diyebilirdim ki başka! Cenazesine katılmak istemeyen mi var?

Mehmet Emin Aga’nın ölüm haberi tez ulaştı. Sabah sabah telefonun sesiyle uyandım. Arayan heyecanla söyleyiverdi işte, 9 Eylül Cumartesi günü sabahın erken saatlerinde vefat etmiş. Karaciğer yetmezliği nedeniyle. “Aradığınız için teşekkür ederim.” dedim. Ne diyebilirdim ki başka! Nezaket bilmeyen mi var?

Mehmet Emin Aga’nın ölüm haberi tez ulaştı. Sabah sabah telefonun sesiyle uyandım. Arayan heyecanla söyleyiverdi işte, 9 Eylül Cumartesi günü sabahın erken saatlerinde vefat etmiş.
Hiçbir şey söylemedim. Uyku sersemi telefonu kapattım ve uyumaya devam ettim. Uyumayı sevmeyen mi var?

Mehmet Emin Aga, 9 Eylül Cumartesi günü sabahın erken saatlerinde karaciğer yetmezliği nedeniyle vefat etti, müftülük sorunuyla bizi baş başa bırakarak. Oysa ne güzel alışmıştık süregelen düzene, rahattık. Her ne kadar nikâh, talâk, nafaka ve miras gibi meselelerimizi halledemese de, dînî bilgisi çoban Mehmet agadan fazla olmasa da, Kıbrıs’ta Denktaş’la yan yana onu gördüğümüzde içimiz bir hoş olurdu. Duygulanırdık, coşardık. Zaten istediğimiz müftü değildi ki!

Mehmet Emin Aga, 9 Eylül Cumartesi günü vefat etti. Allah taksiratını affetsin, yakınlarına da sabırlar versin.


Bağ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da, gamın da rûzigârın görmüşüz

Dünya denen şu bahçenin hem sevincini hem üzüntüsünü gördük. Neş’e de bizimleydi, keder de, acılar da. Hepsini şu dünya hayatında sırayla görüyoruz.

Azınlıkça Dergisi
Sayı 24
Ekim 2006

Gündemci dernek yöneticileri

AZINLIKÇA



Hülya Emin geçenlerde böbürlene böbürlene haykırıyordu gazetesinin atlatma haberlerle Türkiye’deki günlük gazeteleri bile solladığını, Hürriyet’in, Gündem’i kaynak göstererek haber bile yaptığını. Sadece bu mu? Her hafta sade azınlık basınına da atlatma haberleriyle gol atıyor Gündem.
***
Herkes bilir, haftalık gazetelerin okuruna taze haber sunması imkânsızdır. Bu işi eskiden günlük gazeteler üstlenirdi. Televizyon ve radyo kanalları sayesinde günlük gazeteler bile taze haberi bir gün bayatlamış olarak okuruna ulaştırıyor artık. Bu açığını da haberi daha detaylı ve yorum ağırlıklı yayımlayarak kapatıyor günlük gazeteler. Köşe yazarlarının kalitesi, yayın politikası, haberlerin işleniş biçimi tirajlara yön veriyor artık. Tek yanlı devlet televizyonu dönemi zaten çoktan kapandı.

Gazetelerin birbirlerine haber atlattıkları dönemler de biteli çok oldu. Eskiden, “yok baskıya yetişemedi, yok son dakika gelişmesi, yok orada muhabirim yok…” derken, bir gazete rakiplerinden daha önce haberi okuruna ulaştırabiliyordu. Şimdilerde öyle mi! Haber atlatma yarışını haber ajanslarına devredeli beri, ajansların her saniye dünyanın dört bir yanından hazırladıkları haberlerle bombardımanına tutuluyor gazete merkezleri. Atlatma haber işi artık haber ajanslarının. Günümüzde gazetelerin atlatma haber diye okurlarına sundukları tek şey ise özel röportajlar, arena örneği gibi gizli kapaklı işleri açığa çıkaran, ihbar merkezli işleyen haberler.
*
Haftalık gazeteler içinse haberler ne kadar bayatlasa da hiçbir zaman yadırganmamıştır bu işleyiş. Neticede geçen bir haftanın haberlerini sunarlar. Hem daha çok yöresel ağırlıklıdır haftalık gazeteler. Günlük gazetelerde yer bulamayan yüzlerce küçük haber yer alır. Yok kim kimle evlenmiş, kim dükkân açmış, hangi köyde kim ne yapmış v.b. Anlayacağınız her halükarda bayatlamış haberler haftalık gazetelerin en doğal özelliğidir. Atlatma haberi günlük gazetelerde bulamazken, tutup da haftalık gazetelerde bulmak mümkün bile değildir. Tabiat kanunlarına aykırıdır bir kere. Tabiî, atlatma haber diye fişmekanın dükkân açılışını saymıyorsanız.
“Peki bunlardan bize ne!” diyenleriniz varsa bir ayrıntıya girelim. Geçen ay bu köşede, azınlık basını ve gereksiz kırmızı çizgilerden bahis açmıştık. Kanayan yaraya tuz bastığımızı nereden bilelim ki! Bir dokun bin ah işit... Meğer bu konuda okurlar dahil pek dertliymişiz. Yazımızın ardından birbirinden ilginç tepkilerle karşılaştık. Hele hele, güdümlü gündemi takip edeyim derken yolda kalıyor azınlık basını şeklindeki uyarımız epey ses getirdi. Azınlıkça olarak meseleyi daha detaylı işlemeyi, örneklendirerek açıklamayı zaten düşünüyorduk. Fakat biz daha yazımıza başlamadan yeni bir gelişmeyle karşılaştık. Bir gazeteci arkadaşımız aylık yayımlandığımız için gözümüzden kaçan bir ayrıntıyı bize söyledi. Meğerse haftalık yayımlan azınlık gazeteleri arasında ilginç bir haber atlatma mekanizması varmış. Gündem gazetesi, nasıl beceriyorsa, sade azınlık gazetelerini atlatıp ha bire azınlık derneklerinin ve Türkiye’den gelen heyetlerin haberlerini bir hafta erkenden okuruna sunuyormuş. Bu “küçük” ayrıntıyı önemsemezlik edemezdik. Oturduk, sade azınlık basınıyla Gündem gazetesini karşılaştırmaya başladık.
Karşılaştırınca gördük ki, gerçekten sade azınlık basınına atlatma haberleriyle neredeyse her hafta gol atmış Gündem. Koskoca azınlık derneklerinin etkinlikleri, Türkiye’den gelen heyetlerin haberleri ilk Gündem’de yayımlanınca,
hani gazetecilik mesleğinin en ince teferruatını bilen, haber kaynaklarını son derece iyi kullanabilen, haber alma servisinde 25 kişilik dev kadrosuyla 24 saat harıl harıl çalışan bir ekibin başarısı sanıyorsunuz Gündem’in atlatma haberlerini.
Doğru ya, üstelik azınlık dernekleri ve kuruluşları, haberleri azınlık basınına aynı anda servis ediyor. Gündem’in haberi aldığı saatle, sade azınlık basınının haberi aldığı saat aynı. Peki o halde Gündem nasıl bir adım önde gidiyor?
Biz bu konuda araştırma yapar, Gündem’in atlatma haber mekanizmasını çözmeye çalışırken, yeni bir olayla karşılaştık. Daha önce defalarca tekrar etmiş bir gerçek bu kez bizim de gözümüze çarptı.
17 Mart Cuma günü saat 17.09’da Yüksek tahsilliler derneği e-posta olarak azınlık gazetelerine “Kültürlerin Gettosu” konulu haberi, fotoğrafıyla birlikte servis etti. Anlayacağınız, azınlık basını, yüksek tahsillilerin ve başkanının icraatlarından 17 Mart Cuma günü akşamı haberdar oldu. Fakat aynı günün sabahı, yani 17 Mart Cuma sabahı, Gündem gazetesi sayesinde sade vatandaş bahsettiğimiz haberden fotoğrafıyla birlikte çoktan haberdar olmuştu bile. Yine Gündem sade azınlık basınını atlatmıştı, Hürriyeti atlattığı gibi.
Şaka bir yana, Gündem gazetesinin yazarları azınlık derneklerinin idari kadrolarında yer almakta ve gazetecilik meslekleri ile dernek yöneticiliklerini karıştırmaktadırlar. Dernek yöneticisi vasfını kullanarak yaptıkları etkinlikleri bilerek sade azınlık basınına geç göndermektedirler. Böylece kendi gazeteleri atlatma haberlerle öne çıkmakta, sade azınlık gazeteleri de Gündem’i takip etmeye zorlanmaktadır.
*
Geçenlerde Hülya Emin köşesinde böbürlene böbürlene haykırıyordu gazetesinin atlatma haberlerle Türkiye’deki günlük gazeteleri bile solladığını, Hürriyet’in, Gündem’i kaynak göstererek haber bile yaptığını. Sadece bu mu? Her hafta sade azınlık basınına da atlıyor, gol atıyor Gündem. Allah’tan ayda bir yayımlanıyoruz da böylesine rahat söylüyoruz bunları. Yoksa gündemci dernek yöneticilerimiz, dernek haberlerini de göndermeyi keserlerdi hafizanallah…

Η άλλη όψη του νομίσματος: Η Σαρία στην δυτική Θράκη


Τον τελευταίο καιρό γίνεται συχνά λόγος για το θέμα της Σαρίας, κυρίως από τους πλειονοτικούς διανοούμενους, οι οποίοι επισημαίνουν κατά πόσο είναι αναχρονιστικό. Το θέμα αυτό είναι σημαντικό για αυτό θα το αναπτύξω. Υπάρχουν κάποιες μεταρρυθμίσεις που πρέπει να κάνουμε. Αλλά, αυτή την φορά, θα αρχίσω πρώτα με παράπονα όσον αφορά τα προνόμια των πλειονοτικών διανοούμενων.
Στην Ελλάδα ο διανοούμενος κερδίζει την ελευθερία του ερχόμενος σε αντίθεση με την εκκλησία. Αυτή η ανισόμετρη αντίθεση του διανοούμενου δεν είναι μόνο προς την ίδια την εκκλησία αλλά, σε ίδιο βαθμό, ο διανοούμενος βρίσκεται σε αντίθεση και με τις αξίες των άλλων θρησκειών. Λόγου χάριν, στο μάτι ενός Έλληνα διανοούμενου, η εκκλησία δεν έχει διαφορά με το τζαμί, όπως δεν έχει διαφορά ένας μητροπολίτης από έναν μουφτή. Ο Έλληνας διανοούμενος, όταν διηγείται τις κακές παιδικές του αναμνήσεις, παραπονιέται από την καταπίεση της εκκλησίας στην ουσία, καταλήγοντας πως η ίδια καταπίεση υπάρχει σε όλες τις θρησκείες. Για αυτόν, όλες οι θρησκείες είναι καταπιεστικές. Είναι η βασική αιτία της οπισθοδρόμησης, των πολέμων και της περιθωριοποίησης. Ο διανοούμενος, που πιστεύει ότι γλιτώνοντας από την θρησκευτική καταπίεση γίνεται πραγματικός διανοούμενος, θέλει να σώσει από αυτό το βάσανο και την μουσουλμανική μειονότητα της δυτικής Θράκης. Προσέξτε, αυτή η αντίθεση έχει φτάσει σε τέτοιο σημείο ώστε απορρίπτει τις διαφορές μεταξύ των θρησκειών και τις διαφορετικές εφαρμογές μεταξύ των δογμάτων που περιέχουν οι θρησκείες. Σβήνει από τη μία τους γενικούς νόμους της Σαρίας που δεν έχουν καμία σχέση με την δυτική Θράκη και από την άλλη ισοπεδώνει τις λεπτομέρειες του δόγματος Χανεφί. Ως ένας διανοούμενος, μπερδεύει το ισλαμικό δίκαιο που εφαρμόζεται στην δυτική Θράκη με το ισλαμικό δίκαιο το οποίο, σε γενικά πλαίσια, έχει εν μέρει, διαφορετικές εφαρμογές από χώρα σε χώρα. Επειδή ο μπαμπούλας των φαντασιώσεων του διανοούμενου είναι η θρησκεία, αυτό δεν έχει και πολύ σημασία. Εντάξει, αλλά η αλήθεια έτσι είναι;
Το δημοσίευμα του «ιού» της «Κυριακάτικης Ελευθεροτυπίας» με τίτλο «η ελληνική Σαρία» και οι εκδηλώσεις που διοργανώθηκαν από τους δικηγορικούς συλλόγους της Ροδόπης και Ξάνθης, σχετικά με το ισλαμικό δίκαιο και με τους μουφτείες, σε αυτό το βαθμό είναι λυπηρό. Οι μονόπλευρες στάσεις και οι παραπλανητικές δηλώσεις των ανθρώπων που στην ουσία αντιλαμβάνονται την θρησκεία ως ένα εχθρό, είναι λυπηρές. Επειδή η εχθρική στάση τους προς τη θρησκεία θολώνει τα μάτια τους, αδυνατούν να δουν την αλήθεια και δεν μπορούν να κάνουν ουσιαστικές μεταρρυθμίσεις. Ακόμη και οι αλήθειες που λένε, στιγματίζονται με το μίσος που έχουν προς την θρησκεία…
Το πρώτο λάθος των Ελλήνων διανοούμενων είναι πάντα το ίδιο και πρέπει να το πούμε τονίζοντάς το πολλές φορές. Είναι το εξής: στην Ελλάδα δεν εφαρμόζεται η Σαρία. Εφαρμόζεται μόνο το οικογενειακό δίκαιο που αποτελεί ένα συγκεκριμένο κομμάτι του ισλαμικού δικαίου. Το οικογενειακό δίκαιο που εφαρμόζεται είναι σύμφωνα με το δόγμα του Χανεφί. Δηλαδή, μπροστά μας δεν έχουμε ένα ογκώδες ισλαμικό δίκαιο που εφαρμόζεται στη δυτική Θράκη ούτε είναι υποχρεωτικό για τους μουσουλμάνους της περιοχής. Εάν παραληφθεί και δεν γίνει κατανοητό αυτό το σημείο, τότε γίνεται πια απίθανο να υπάρξει συμβιβασμός.
Θέλω να συνεχίσω πιστεύοντας στον συμβιβασμό και θα αναπτύξω το οικογενειακό δίκαιο που γίνεται αντιληπτό ως ένα πρόβλημα και από την δική μας οπτική.
Η Ελλάδα, μέσα στο εσωτερικό της Ε.Ε. με το υπάρχον μοντέλο της, βάζει σε δύσκολη θέση τις άλλες ευρωπαϊκές χώρες. Τώρα, η Γαλλία που δεν αναγνωρίζει από την αρχή την έννοια της «μειονότητας», είναι δυνατόν να θελήσει την Ελλάδα ως μια χώρα μοντέλο για τους μουσουλμάνους; Είναι δυνατόν οι άλλες χώρες της Ε.Ε. να αποδεχθούν αυτή την θρησκευτική ανεκτικότητα της Ελλάδας προς τους μουσουλμάνους; Δεν μπορεί να κατακρίνει κανείς την Ελλάδα ότι με την ανεκτικότητά της κοροϊδεύει η προσπαθεί να αποκομίσει κάτι από αυτό. Το πιο άνετο μέρος για τους μουσουλμάνους, όπου μπορούν να συνεχίζουν ελεύθερα την ζωή τους στην Ευρώπη, είναι η δυτική Θράκη της Ελλάδας. Η Ευρώπη ανησυχεί από αυτή την κατάσταση. Να το αναπτύξω λίγο. Η Ευρώπη, τα τελευταία 20 χρόνια αντιμετωπίζει προβλήματα με τις θρησκευτικές μειονότητες αλλά όχι με τις εθνικές. Η Ελλάδα, με τα προνόμια που παρέχει στους μουσουλμάνους, αποτελεί ένα μοντέλο. Αυτό φοβίζει την Ευρώπη. Την Ευρώπη που επιθυμεί την έννοια της «εθνικής» μειονότητας, η Ελλάδα την βάζει σε δύσκολη θέση με τις εφαρμογές της. Με τα προνόμια που παρέχει η Ελλάδα στους μουσουλμάνους και με τον «αντισημιτισμό» που την διακατέχει, είναι η μοναδική ευρωπαϊκή χώρα που δεν αντιμετωπίζει προβλήματα με τις αραβικές χώρες και σε αυτό αποτελεί μοντέλο. Η ορθόδοξη Ελλάδα που, μέχρι σε ένα βαθμό, αντιστέκεται στην καθολική αντίληψη της Ευρώπης, είναι η ευρωπαϊκή χώρα που έχει το καλύτερο διάλογο με το Ισλάμ. Η διαπίστωσή μας αυτή δεν είναι σε ατομικό βαθμό αλλά, πιο πολύ, σε πολιτικό. Για αυτό το λόγο, η Ευρώπη χάριν στην επίλυση των προβλημάτων που αντιμετωπίζει με τους μουσουλμάνους, θέλει την κατάργηση αυτής της αντίληψης της θρησκευτικής μειονότητας που έχει η Ελλάδα. Η Ευρώπη διακατέχεται σε ίσο βαθμό από την φοβία της θρησκευτικής μειονότητας όπως με την φοβία της εθνικής μειονότητας η Ελλάδα. Η Ευρώπη, αντί θρησκευτικής μειονότητας, προτιμά να έχει εθνική. Κατά την δική μας άποψη, το πρώτο πρόβλημα είναι αυτό και μία άκρη του προβλήματος αυτού αγγίζει τις ΗΠΑ, το Βατικανό, τις Βρυξέλλες και το Στρασβούργο.
Το δεύτερο πρόβλημα βρίσκεται έξω από την διεθνή πολιτική επικαιρότητα. Υπάρχουν σημεία που δεχόμαστε κριτικές για την εφαρμογή του οικογενειακού δικαίου. Είναι το θέμα των γάμων στην πρόωρη ηλικία και το θέμα της κληρονομιάς.
Στο θέμα των γάμων στην πρόωρη ηλικία αντιμετωπίζουμε πλάγιες επιθέσεις. Λες και ο γάμος στην πρώιμη ηλικία εφαρμόζεται μόνο στις μουφτείες ενώ μπορεί να πρόκειται και για το αντίθετο. Μέσω δικαστηρίων υπάρχουν χιλιάδες άνθρωποι στην Ευρώπη, στην Αμερική και σε διάφορα μέρη του κόσμου που έχουν παντρευτεί στην πρώιμη ηλικία. Για κοιτάξτε στις υποθέσεις που χορήγησε το Ελληνικό δικαστήριο άδεια για να παντρευτεί κανείς σε ειδικές περιπτώσεις στα 14 του χρόνια. Κοιτάξτε στην Τουρκία, ή και σε άλλα μέρη του κόσμου, όπου σε παρόμοιες περιπτώσεις, άδειες χορηγούνται από τα δικαστήρια για γάμο στην πρώιμη ηλικία. Η κατάσταση είναι πολύ απλή. Ο δικαστής, λαμβάνοντας υπόψη την κατάσταση των συνθηκών, επιτρέπει γάμους στην πρώιμη ηλικία. Ακόμη και η Αγγλία, για παράδειγμα, έχει βγάλει έναν ειδικό νόμο, που με την προϋπόθεση της άδειας των γονέων, επιτρέπει το γάμο σε ηλικία 16 χρόνων.
Πιστέψτε με δεν μπορώ να καταλάβω. Το άτομο που ονομάζουμε δικαστή, είναι ένας άνθρωπος που, μέσα στα πλαίσια των νόμων της χώρας, αποφασίζει ότι «μπορούν να παντρευτούν πρόωρα». Τώρα, γιατί όταν οι δικαστές που λαμβάνουν υπόψη τους την κατάσταση των συνθηκών και χορηγούν άδεια για γάμο στην πρώιμη ηλικία δεν κατακρίνονται, ενώ όταν αυτό το κάνει μουφτής - που κατέχει και την ιδιότητα του δικαστή - υπάρχει πρόβλημα; Γιατί δεν συζητείται η ίδια η απόφαση και συζητείται αυτός που βγάζει την απόφαση; Γιατί μόνο η απόφαση του μουφτή, ο οποίος έχει την ιδιότητα του δικαστή, γίνεται πρόβλημα, όταν την ίδια απόφαση βγάζουν κι άλλα δικαστήρια; Γιατί κατακρίνεται συνεχώς το ένα από τα δύο δικαστήρια που βγάζουν την ίδια απόφαση και το άλλο όχι; Νομίζω πως εδώ, εκτός από την νομική διάσταση του θέματος, αποτελεί πρόβλημα η θρησκεία. Τα δύο δικαστήρια βγάζουν την ίδια απόφαση και επειδή η μία πάρθηκε από την εξουσία μιας θρησκευτικής μειονότητας, κατακρίνεται άδικα.
Εξάλλου, εδώ πρέπει να υπογραμμιστεί το εξής: ο κάθε μουσουλμάνος στην δυτική Θράκη μπορεί να παντρευτεί στα δημαρχεία. Κανείς δεν υποχρεούται να παντρευτεί στις μουφτείες. Αυτό γίνεται σύμφωνα με τις επιθυμίες των ατόμων. Λόγου χάριν, εάν εξεταστούν τα ποσοστά των γάμων στην Κομοτηνή και στην Ξάνθη, θα διαπιστωθεί πως υπάρχει υψηλότερο ποσοστό πολιτικών γάμων στην Ξάνθη σε σύγκριση με την Κομοτηνή. Άρα, η υπάρχουσα εφαρμογή, δεν θέτει στους μουσουλμάνους περιορισμούς ή δικαστικές απαγορεύσεις, αλλά, δίνει την δυνατότητα στα άτομα να παντρευτούν με όποιον τρόπο επιθυμούν και θέλουν.
Στο θέμα των γάμων και διαζυγίων, έχουμε γερά επιχειρήματα που είναι έγκυρα κατά την διάρκεια της υπεράσπισης αυτών των δικαιωμάτων μας. Για αυτό το λόγο, δεν θέλω να μείνω πολύ σε αυτό. Δεν έχω καταλάβει γιατί οι Ρωμιοί της Κωνσταντινούπολης «υποχώρησαν!» από αυτά τα δικαιώματά τους.
Όμως, θέμα του κληρονομικού δικαίου είναι πολύ δύσκολο. Όταν λέω πολύ δύσκολο, δεν εννοώ ότι το θέμα της κληρονομιάς είναι αδιανόητο στο ισλαμικό δίκαιο. Το ισλαμικό δίκαιο θέτει σαφέστατα την μοιρασιά της κληρονομιάς. Λέγοντας ότι είναι δύσκολο, θέλω να πω ότι ήρθε η ώρα της απόφασης αν θα συνεχιστεί η εφαρμογή του κληρονομικού δικαίου ή όχι. Με αυτή την άποψή μου, δεν θέλω να θίξω τους πιστούς μουσουλμάνους. Για αυτό θα προσπαθήσω να το εξηγήσω, όσο μπορώ, με σωστό τρόπο και να εξηγήσω τα προβλήματα που θα αντιμετωπίσουμε με αυτό.
Όπως είναι γνωστό, στις μέρες μας η τελευταία αρμόδια υπηρεσία σχετικά με τα προβλήματα της ελευθερίας της πίστης είναι το Δικαστήριο Ανθρωπίνων Δικαιωμάτων της Ε.Ε και οι αποφάσεις του δικαστηρίου μπορούν να συζητηθούν. Παίζουν όμως σημαντικό ρόλο στην διαμόρφωση της ζωής μας. Όπως ξέρετε για να οδηγηθούν οι υποθέσεις στο δικαστήριο ανθρωπίνων δικαιωμάτων της Ε.Ε., χρειάζεται πρώτα να έχει ολοκληρωθεί το εσωτερικό δίκαιο. Εδώ λοιπόν αντιμετωπίζουμε μια καινούρια κατάσταση. Πρόσφατα, τα ελληνικά δικαστήρια και ο Άρειος Πάγος σχετικά με το κληρονομικό δίκαιο της μουσουλμανικής μειονότητας μπήκαν σε μια καινούργια διαδικασία. Στο θέμα το κληρονομικού δικαίου, έκλεισε ο δρόμος της επιλογής για τους μουσουλμάνους της δυτικής Θράκης ανάμεσα στο αστικό και στο ισλαμικό δίκαιο που εφαρμόζεται σε στοιχειώδες στις μουφτείες της περιοχής.
Εδώ, να εξηγήσω μια επιπλέον λεπτομέρεια. Οι μουσουλμάνοι της δυτικής Θράκης, πριν το γάμο, έχουν δύο επιλογές. Ή θα επιλέξουν να παντρευτούν στις μουφτείες ή στο δημαρχείο. Το κράτος, και τις δύο μορφές γάμου, τις θεωρεί νόμιμες. Εδώ, το σημαντικό σημείο που πρέπει να υπογραμμιστεί είναι, ότι οι μουσουλμάνοι δεν μπορούν μετά να πάρουν διαζύγιο σύμφωνα με το δίκαιο που επιθυμούν. Αυτοί που παντρεύονται στις μουφτείες μετά δεν μπορούν να πάρουν διαζύγια μέσω δήμων και αντίστοιχα, αυτοί που παντρεύονται με πολιτικό γάμο, δεν μπορούν να πάρουν διαζύγια μέσω μουφτειών. Στην αρχή, υπάρχει το δικαίωμα της επιλογής και το δίκαιο διαμορφώνεται σύμφωνα με την επιλογή του καθενός. Αυτό το σύστημα της επιλογής παρέχει μια τόσο μεγάλη ελευθερία ώστε μπορεί να αποτελέσει μοντέλο στην Ευρώπη. Ναι, όμως ισχύει η ίδια εφαρμογή και στο κληρονομικό δίκαιο;
Πρόσφατα, όταν ο Άρειος Πάγος σε μια υπόθεση, μπήκε σε μια καινούργια διαδικασία σχετικά με το κληρονομικό δίκαιο της μουσουλμανικής μειονότητας, το σύστημα της εφαρμογής έχασε την εγκυρότητά του. Ο Άρειος Πάγος έδωσε την τελική απόφαση και ολοκληρώθηκε το εσωτερικό δίκαιο. Έτσι άνοιξε το δρόμο του Ευρωπαϊκού Δικαστηρίου Ανθρωπίνων Δικαιωμάτων.
Η υπόθεση αυτή περιληπτικά είναι η εξής: ένας μουσουλμάνος, δυτικοθρακιώτης πατέρας, πριν από το θάνατό του, ανακοινώνει την διαθήκη του. Όλη την περιουσία του την αφήνει στην κόρη και στην σύζυγο του και τίποτα στον γιο του. Η δικαιολογία του πατέρα, σε γενικές γραμμές, είναι ότι επί χρόνια έδινε χρήματα προκειμένου να σπουδάσει ο γιος του ενώ δεν μπόρεσε να σπουδάσει η κόρη του λόγω της έλλειψης οικονομικών πόρων. Ο πατέρας, ο οποίος στεναχωριέται συνεχώς από αυτό δέχεται και το τελευταίο χτύπημα όταν ο γιος του παντρεύεται χωρίς να ζητήσει την άδεια του. Έτσι παίρνει την απόφασή του: «Εδώ και χρόνια έδωσα όλα όσα είχα για να σπουδάσει ο γιος μου και έτσι αδικήθηκε η κόρη μου. Δεν μπόρεσα να την σπουδάσω. Τουλάχιστον, να αφήσω την περιουσία μου στην κόρη μου. Ήδη ο γιος μου είναι οικονομικά καλά έχει και δική του δουλειά».
Μετά από τον θάνατο του πατέρα, ο γιος έφερε αντίρρηση σε αυτό και προσέφυγε στο ελληνικό δικαστήριο, το οποίο ζητάει το 25% της κληρονομιάς του πατέρα του. Τι περίεργο. Το δικαστήριο βρήκε μικρό το ποσό και αποφάσισε να πάρει ο γιος το 50%. Μετά από την ένσταση της αδερφής του, η υπόθεση πήγε στο Εφετείο και στον Άρειο Πάγο. Και προσέξτε: η στάση του δικαστηρίου δεν έχει σχέση με το ισλαμικό δίκαιο. Και μετά; Το πραγματικό σοκ έρχεται με την απόφαση του Άρειου Πάγου. Ο Άρειος Πάγος αποφάσισε πως οι μουσουλμάνοι της Δυτικής Θράκης υπάγονται στις μουφτείες και ότι η κατανομή της κληρονομιάς μπορεί να γίνει σύμφωνα με το ισλαμικό δίκαιο και σε αυτό τα άλλα δικαστήρια εκτός μουφτείας δεν μπορούν να εκδικάσουν τις υποθέσεις κληρονομικού δικαίου της μουσουλμανικής μειονότητας. Και έτσι, έκλεισε ο δρόμος των δικαστηρίων στα θέματα κληρονομικού δικαίου εκτός μουφτειών. Το εσωτερικό δίκαιο εδώ έχει εξαντληθεί. Εξάλλου, ο γιος που πήρε, σύμφωνα με το ισλαμικό δίκαιο, το μεγαλύτερο ποσοστό ακόμη και από αυτό που είχε ζητήσει αλλά και από το ποσό που είχε ορίσει το δικαστήριο αρχικά, είναι πολύ ευχαριστημένος. Η κόρη είναι στεναχωρημένη και ξαφνιασμένη. Στο τέλος, η ίδια δεν μπόρεσε να πάρει ούτε το 50% που είχε ορίσει το κρατικό δικαστήριο και οδηγήθηκε σε οικονομικό αδιέξοδο.
Τώρα, δεν μπορεί κανείς να πει ότι ο Άρειος Πάγος αποφάσισε έτσι επειδή σεβόταν μόνο το ισλαμικό δίκαιο’ αυτό θα ήταν γελοίο. Η δική μας γνώμη είναι λίγο διαφορετική. Υπάρχουν κάποιοι κύκλοι στο εσωτερικό της Ελλάδος οι οποίοι επιθυμούν την κατάργηση του ισλαμικού δικαίου. Εάν μπορούσαν, θα το καταργούσαν αμέσως. Τη στιγμή αυτή το πολιτικό κομμάτι του θέματος είναι στο επίκεντρο. Αυτό που μας ενδιαφέρει εμάς είναι το πλαίσιο των πιθανοτήτων. Εάν μια υπόθεση, που έχει σχέση με το κληρονομικό δίκαιο, οδηγηθεί στο δικαστήριο ανθρωπίνων δικαιωμάτων της Ε.Ε., τότε το δικαστήριο δεν θα αποφασίσει μόνο την κατάργηση του κληρονομικού δικαίου αλλά και την συνολική κατάργηση του ισλαμικού δικαίου των μουσουλμάνων της δυτικής Θράκης που είναι οι γάμοι και τα διαζύγια. Έτσι, γίνεται εύκολη η συνολική κατάργηση του ισλαμικού δικαίου που εφαρμόζεται στην Δυτική Θράκη.
Μπορεί να βγεί κανείς και να πει ότι όλα αυτά είναι προβλέψεις ενώ κάθε μέρα αυξάνεται ο αριθμός αυτών που ενδιαφέρονται με το θέμα. Ακόμη και η περίφημη εισήγηση της Αμερικής, που δημοσιεύτηκε αυτό το μήνα σχετικά με τα ανθρώπινα δικαιώματα, αναφέρεται και στην Σαρία που εφαρμόζεται στην Ελλάδα.
Βλέπετε πως έρχονται σαν κύματα. Πρώτα εμείς, πρέπει να επιλύσουμε το θέμα όπως αρμόζει, πριν από μερικούς που θα το λύσουν ριζικά. Ποια είναι η λύση; Εάν δεν γίνεται σύμφωνα με το ισλαμικό δίκαιο ίση κατανομή μεταξύ ανδρός και γυναικός τότε στις μουφτείες της Δυτικής Θράκης να πάψει η εφαρμογή του κληρονομικού δικαίου.
Νομίζω πως αυτή είναι η μοναδική λύση που μπορεί να γίνει για την συνέχιση της εφαρμογής του ισλαμικού δικαίου και για την προστασία των αξιών μας που μας ανήκουν.

Madalyonun Tersi de var: Batı Trakya’da şeriat

Azınlıkça

Son dönemlerde şeriat konusu sıkça dile getiriliyor çoğunluk aydınlarınca, şeriatın ne kadar çağ dışı olduğu belirtilerek. Konu önemli, üzerinde duracağım. Bize düşen, yapmamız gereken reformlar var. Ama önce çoğunluk aydınlarının vasıflarından şikayetle başlayacağım bu sefer.
Yunanistan’da aydın kiliseye karşı olmakla kazanıyor hürriyetini. Ölçüsüz karşıtlık sadece kendi kilisesine karşı değil aydının, aynı ölçüde diğer dinlerin değerlerine de karşı. Mesela, Yunanlı aydının gözünde kilisenin camiyle farkı yoktur, müftünün mitropolitle farkı olmadığı gibi. Yunanlı aydın çocukluğunda yaşadığı kötü anılarını anlatırken kilisenin baskısından dem vurur, esasında sözü aynı baskının bütün dinlerde olduğuna getirir. Dinler baskıcıdır onun için. Geri kalmışlığın, savaşların, gettolaşmanın yegane sebebidir. Din baskısından kurtuldukça aydın olduğuna inanan aydın, aynı baskıyla inim inim inleyen Batı Trakya Müslüman azınlığını da bu din belasından kurtarmak ister. Dikkat ediniz, bu karşıtlık öyle bir noktaya varmıştır ki, dinler arasındaki farklılıkları, dinin kendi içerisinde uygulamada ayrıldığı mezhepleri yok sayar. Uygulamada Batı Trakya ile alakası olmayan genel şeriat hükümlerini veya Hanefi mezhebinin inceliklerini bir çırpıda siliverir. Aydın olarak, Batı Trakya’da uygulanan İslam hukukuyla, genel çerçevede belirtilmiş ve ülkeden ülkeye kısmî uygulamaları bulunan İslam hukukunu karıştırır. Hayalindeki öcü din olduğundan aydının, bunun zaten önemi de yoktur. Peki ya gerçek böyle mi?

Virüsçülerin “Yunan şeriatı” adlı makalesi veya İskeçe ve Gümülcine barolarının ayrı ayrı düzenledikleri İslam hukuku ve müftülükler ile ilgili mini konferansları haddizatında bu noktada üzücü. Dini temelde düşman olarak algılamış insanların taraflı tutumları ve yanıltıcı beyanları üzücü. Çünkü kendi din düşmanlıkları gözlerine perde oluyor, gerçeği göremiyor, yapıcı reform sunamıyorlar. Söylediklerindeki doğrular bile dine karşı duydukları nefret yüzünden lekeleniyor.
*
Yunanlı aydınların beyanlarındaki birinci hata hep aynı, üstüne basa basa belirtelim: Yunanistan’da şeriat uygulanmamakta. Sadece şeriatın yani İslam hukukunun bir kısmını oluşturan aile hukuku uygulanmakta. Uygulanan aile hukuku da Hanefi mezhebine göre. Yani, önümüzde devasa hacmiyle uygulamada olan bir İslam hukuku yok. Hem bu hukukun Müslümanlar tarafından mecburen kullanılması gerekliliği de yok. Bu anlaşılmadığı veya saklandığı ölçüde uzlaşma sağlamamız olanaksızlaşıyor.
Uzlaştığımız kanısıyla devam etmek ve sorun olarak görülen aile hukukunu bir de bize göre değerlendirmek istiyorum.
Bize göre, Batı Trakya’daki Müslümanlara aile hukukuyla sağlanan ayrıcalık temelde iki ayrı sorunu beraberinde doğuruyor.
Birincisi: Avrupa Birliğinde Yunanistan mevcut modeliyle diğer ülkeleri zor durumda bırakıyor.
Rica ederim, azınlık kavramını daha baştan tanımayarak reddeden Fransa, Yunanistan’ın Müslümanlara model olmasını ister mi hiç? Fransa’da yaşayan Müslümanların Yunanistan’daki Müslümanlara tanınan hakları talep etmelerinden hoşnut olur mu hiç? Veya diğer Avrupa ülkeleri Yunanistan’ın bu din eksenli hoşgörüsünü kabul eder mi hiç? Siz Yunanistan’ı takiyye yapıyor diye eleştirseniz de, hadi oradan derler adama. Avrupa’da Müslümanların en rahat inançlarını sürdürdükleri yer Batı Trakya. Durum bundan ibaret son tahlilde. Zaten Avrupa bundan rahatsız. İzah edeyim…
Avrupa Birliği etnik azınlıklarla değil, din azınlıklarıyla sorun yaşıyor son yirmi yıldır. Ve Yunanistan Müslümanlara tanıdığı ayrıcalıklarla dinsel azınlıklar için model oluşturuyor. Ve bu Avrupa’yı korkutuyor. Avrupa etnik azınlık kavramını tercih ederken, Yunanistan’ın dinsel azınlık uygulamaları Avrupa’yı zora sokuyor. Müslüman azınlığa tanıdığı haklardan ve “Yahudi sevmezliğinden” ötürü Yunanistan, Arap ülkeleriyle sorun yaşamayan Avrupa’daki tek sorunsuz model ülke. Bir anlamda Avrupa Katolik anlayışına karşı duran Ortodoks Yunanistan, Avrupa’nın İslam’la en iyi diyaloga sahip ülkesi. Bireysel anlamda değil bu tespitimiz, daha çok devlet politikası anlamında. İşte bu yüzden Avrupa, kendi yaşadığı dinsel azınlık sorununu, özellikle Müslümanlarla yaşadığı sorunu halletmek uğruna Yunanistan’ın dinsel azınlık anlayışını kaldırmasını istiyor. Yunanistan’ın etnik azınlık fobisine eşdeğer ölçüde Avrupa’nın dinsel azınlık fobisi var. Ve Avrupa dinsel azınlık yerine etnik azınlığı tercih ediyor.
Bize göre birinci sorun bu. Ve bu sorunun bir ucu Amerika Birleşik Devletleri’ne, bir Ucu Vatikan’a, bir ucu Brüksel’e, bir ucu da Strazburg’a bakıyor.

İkinci sorun uluslararası politikanın dışında, tamamen bizimle ilgili. Aile hukukunun uygulamasında eleştiri aldığımız noktalar var: Erken yaşta evlilik ve miras.
Erken yaşta evlilik konusunda yanlı saldırılarla karşılaşıyoruz. Sanki erken yaşta evlilik bir tek Müftülüklerde oluyormuş gibi. Oysa bunun tam tersi de söz konusu. Mahkemeler aracılığıyla erken evlilik gerçekleştirmiş yüzlerce, binlerce insan var Avrupa’da, Amerika’da ve dünyanın diğer yerlerinde. Bakınız Yunan mahkemesinin durumun gerekliliğine binaen 14 yaşında evlenmesine izin verdiği davalara veya bakınız Türkiye’deki özel durumlar nedeniyle gerçekleştirilen erken yaşta evlilik vakalarına ve diğer ülkelere. Durum çok basittir: hakim durumun şartlarını göz önünde bulundurarak küçük yaştaki bireylerin evlenmelerine izin vermektedir. Hatta bu erken yaşta evlilik hususunda İngiltere, ailesinin rızası olması kaydıyla 16 yaşında evlenmeye baştan izin verdiğini yasayla belirlemiştir.
İnanın anlayamıyorum, hakim dediğimiz kişi bir insan, ülkesinin yasaları çerçevesinde içtihatta bulunan, “erken evlenebilirler” diye karar veren bir insan. Peki, hakim evlendirince kimse bunu eleştirmiyor da, neden hakim sıfatını taşıyan Müftü evlendirince sorun oluyor? Neden davanın kendisi tartışılmıyor da, hükmü veren tartışılıyor? Diğer mahkemelerle aynı kararı veren kişi hakim vasıflı müftü olunca neden sorun oluyor? Aynı kararı veren iki mahkemeden biri eleştirilmezken neden diğeri ısrarla eleştiriliyor? Sanki burada da, hukuktan çok din sorunmuş gibi geliyor bana. Hukuken aynı şartlarda başlayan iki davanın sonucu da aynı olmasına rağmen biri dînî azınlık erkiyle karar verdi diye vur abalıya dışında net bir şey yok ortada.
Bunun yanı sıra yeri geldi altını çizelim: Batı Trakya’daki her Müslüman belediyelere gidip evlenebilmekte. Kimseye zorla Müftülükte evlen diyen yok. Aksine bu tercih bireylerin kendi arzularına göre şekilleniyor. Mesela belediyelerde evlilik oranları incelendiğinde İskeçe ve Gümülcine’de farklı oranlarla karşılaşıyoruz. İskeçe’de belediye kanalıyla yapılan evlilikler çok daha yüksek. Demek ki, mevcut uygulama Müslümanlara kısıtlama değil, tam tersine istediği şekle uygun evlenebilme olanağı sağlıyor.
Evlenme ve boşanma noktasında sağlam dayanaklarımız, kazanımımız olan bu hakları savunmada geçerli savlarımız var. O yüzden çok da üzerinde durmayı düşünmüyorum. Hem ayrıca İstanbul Rumlarının neden bu haklarından “feragat” ettiklerini de anlamıyorum.
Fakat Miras hukuku konusu çok zor. Zor derken İslam hukukundaki miras meselesinin anlaşılmazlığını falan kastetmiyorum. Bilakis İslam hukuku mirasın paylaşımını çok net ve sarih bir biçimde ortaya koyuyor. Zordan kastım, Miras hukukunun devam edip etmemesi hakkında karar verme zamanımızın geldiğini ifade etmek için. Bu beyanımla asla inananları, İslam’a gönül vermiş, hayatının her lâhzasında Müslümanlığı hakkıyla yaşayanları incitmek istemiyorum. Olur da, haddimi aşan bir beyanla incitirsem diye içim kıpır kıpır. Bu yüzden en edepli duruşumla durumu izah etmeye, dilimin döndüğünce karşılaşacağımız sorunları anlatmaya çalışacağım.
Bilindiği üzere günümüzde inanç özgürlüğü ile ilgili sorunların son karar mercii Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Mahkemenin kararları tartışılabilir. Lâkin aldığı kararlar hayatımızın şekillenmesinde önemli rol oynuyor. Ve bildiğiniz gibi davaların AİHM’ye gitmesi için iç hukukun bitirilmesi gerekiyor. İşte burada yeni bir durumla karşılaşıyoruz. Çok yakın diyebileceğimiz bir dönemde Yunanistan mahkemeleri ve Yargıtay’ı Müslüman azınlığın miras hukukuyla ilgili yeni bir tutum sergiledi. Batı Trakya’da uygulanan kısmî İslam hukuku ile devlet hukuku arasında tercih hakkına sahip azınlık bireylerinin elinden tercih hakkını aldı.
Burada ek bir ayrıntıya gireyim. Batı Trakya’daki Müslümanlar evlilik öncesi iki tercihle karşı karşıyadır. Ya Müftülük kanalıyla evleneceklerdir, ya da belediye kanalıyla. Devlet her iki evlilik şeklini de yasal olarak tanımaktadır. Yalnız burada önemli olan husus, Müslümanlar tercih ettikleri hukuka göre boşanabilmektedir. İslam hukukunu uygulayan Müftülük yoluyla evlenenlerin daha sonra devlet hukukuyla boşanmaları mümkün olmamaktadır. Aynı şekilde belediye yoluyla evlenenler de daha sonra Müftülüğe gelip boşanamamaktadır. Başta tercih hakkı bulunmakta ve bu tercihe göre hukuk şekillenmektedir. Ve bu seçmeli sistem Avrupa’da model olabilecek derecede geniş bir özgürlük sağlamaktadır. Peki aynı uygulama miras hukukunda geçerli mi?
Çok yakın diyebileceğimiz bir dönemde Yargıtay Müslüman azınlığın miras hukukuyla ilgili yeni bir tutum sergileyince seçmeli sistemin geçerliliği rafa kalkmış oldu. Yargıtay içtihada giderek son kararını verdi ve iç hukuku bitirmiş oldu. Böylece de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önü açıldı.
Davanın özü kısaca şu şekilde. Batı Trakyalı Müslüman bir baba vefatı öncesi vasiyetini bildirir. Oğluna malından bir şey bırakmazken, kızına ve karısına malını bırakır. Babanın gerekçesi kabaca şu şekilde özetlenebilir: Baba oğlunu senelerdir okutmuş, eğitimi için çok yüklü miktarda para harcamıştır. Oysa kızını parasızlıktan okutmamıştır. Bunun ızdırabını çeken babaya son darbe de, oğlunun ana baba rızasını almadan evlenmesi olur. Ve kararını verir, “Senelerdir okutayım derken varımı yoğumu harcadığım oğluma karşı kızıma haksızlık ettim. Onu okutmadım, kör topal bıraktım. Bari mirasımı ona bırakayım. Oğlanın zaten ihtiyacı yok. İşi gücü yerinde.”
Babanın vefatı sonrası oğlan buna itiraz eder. Yunan mahkemesine müracaat eder ve sadece %25 oranında bir miras talebinde bulunur. İlginçtir, Mahkeme bu talebi az bulur ve %50 olarak karara bağlar. Uzatmayayım sonuçta kızın itirazı üzerine önce üst mahkemeye gidilir. Sonra da, Yargıtay’a. Yargıtay noktasına kadar genel tutum %50’dir. Ve dikkat edelim lütfen: Mahkemenin tutumu İslâm hukuku ile ilgili değildir. Ya sonrası? İşte esas büyük şok Yargıtay’da yaşanır. Yargıtay davada talebe vs. göre karar verilemeyeceğine, Müslümanların Müftülüğe bağlı olduğuna ve İslam hukukuna göre mirası paylaşabileceklerine ve Müftülük harici diğer mahkemelerin Müslümanların miras hukukuna bakamayacağına karar verir. Ve böylece miras hukukunda müftülükler dışındaki mahkemelerin önü kapanmış olur. İç hukuk tüketilmiştir. Davanın özünde davacı taraf oğlandır ve zaferle ayrılmıştır. Üstelik İslam hukukuna göre erkek çocuğun aldığı oran, dava süresince talep edilenden ve mahkemenin belirttiğinden çok daha fazla olduğundan pek mutludur. Kız ise üzgündür, şaşkındır. Sonuçta devlet mahkemesinin karar verdiği %50 payı bile alamamış, Yargıtayın tutumuyla maddi sıkıntıya maruz kalmıştır.
Şimdi bu davada Yargıtay’ın İslam hukukuna çok saygılı olduğundan dolayı bu kararı verdiğini beyan etmek safdillik olur. Bizim yorumumuz daha farklı. Hükümetin bir kanadı da dahil Yunanistan’daki büyük bir kesim İslam hukukundan rahatsız. Ellerinden gelse derhal kaldıracaklar. Şimdilik meselenin politik yönü ağır basıyor. Bizi ilgilendiren nokta ise ihtimaller dairesi: Eğer miras hukuku ile ilgili bir dava AİHM’ye gidecek olursa sonuç sadece İslam miras hukukunun kaldırılmasıyla kalmayacak, Batı Trakya’daki Müslümanlara tanınan evlilik ve boşanma hukuku da elimizden alınacak gibi. Yunanistan’daki geniş bir çevrenin AİHM’yi gerekçe göstererek elimizdeki diğer İslam hukuku haklarımızın da kaldırılmasını talep etmesi ve kaldırması çok daha kolay.
Bütün bunlar öngörüden ibarettir diyenler olabilir. Oysa her geçen gün konuyla ilgilenenlerin sayısı artıyor. Amerika’nın bu ay yayımladığı meşhur İnsan Hakları raporu bile Yunanistan’daki şeriattan bahsediyor. Görüyorsunuz, dalga dalga geliyorlar. Sorunu başkaları kökten çözmeden önce çözmek bizim elimizde. Ne mi çözüm: Mirasın paylaşımında kızla erkeğe eşit pay verilemiyorsa, miras hukukundan feragat edilmesi.
Sanki elimizdeki evlilik ve boşanma ile ilgili İslam hukukunu koruyabilmemizin, bize ait değerlerimizi muhafaza edebilmenin yegane yolu bu gibi geliyor bana.

Azınlıkça Dergisi
Sayı 27
Şubat 2007
Vitrin
Evren Dede

İlham kaynağı Mümtaz Soysal

Azınlıkça

Sonunda bir araya gelebildiler ya, gerisi hikâye. Zor oldu olmasına ama işte bir aradaydılar artık; ortak sorunların çözümü için aynı masada oturuyor, birbirlerine gülümsüyorlardı.
Batı Trakya heyetinden, kısa boylu, kır saçlı, sevecen bakışlı mürettip, geç kalmanın da verdiği telaşla toplantı yaptıkları odanın kapısında soluk soluğa belirdiğinde, vaktinde gelen heyet sabah kahvesini yudumlamaktaydı. Mis gibi kahve kokuyordu salon.
Söze ilk Batı Trakya heyetinden bir yetkili başladı.
-Arkadaşlar, çok uğraştık, senelerce süren bir mücadele sonunda elde edilen bu kazanımımızı boşa çıkarmaya asla niyetimiz yok. Bendeniz, Batı Trakya’dan sizlere kucak dolusu selamlar getirdim. Bugün fetih günümüzdür, hayırlı olsun.
Şak şak şak… Söylenen sözler toplantı odasının duvarlarında yankılanıp durdu. Hayır yankılanıp durmadı, kim bilir belki beş dakika yankılanmaya devam etti.
Kendimi anlatmayı pek sevmem. Ama itiraf etmeliyim ki, çok kötü bir dinleyiciyimdir. Söylenen sözler salonun duvarlarında yankılanırken, ister istemez düşünmeye vaktim oldu. Neyin fethiydi bu? Her fetihte çaba vardır, azim vardır, ter vardır. Kolay kazanılan fetihler, kolay hezimetlere uğrar. Bugün buraya gelmemiz fetih miydi? Ben fetihle bugün arasında münasebet kuramadım. Kimbilir kelimeye olan takıntım, hislerimle, gafletimle ilgilidir…
Salonun duvarlarında yankılanan sözler durduğunda, İstanbul heyeti daha itidalli söze başladı.
-Haklısınız, beraber hareket etmenin ne kadar büyük bir güç olduğunun farkına varamadık yıllarca. Yabancı kaldık birbirimize. Bizler de bugünün kıvancını sizlerle paylaşıyoruz.
Şak, şak, şak… Birbirinden çok farklı değildi gerçi söylenen sözler. Sanki ayrı lehçelerle söylenmiş yarı bayağı, yarı gülünç bir diyalog.
Neler diyorum ben böyle! Konuşulanları böyle yorumlamak da neyin nesi! Kendimden utanmaya başladım. Her söyleneni kötüye yoran zihnimi toparlamalıyım. Vehimlerimden sıyrılmalı, şeytanın kulağıma fısıldadığı nüanslardan uzaklaşmalıyım. İtiraf etmeliyim kendime, iki kutup bugün bir araya gelmiş, prensipte anlaşmış, azınlıkların ortak krokisini çıkaracak. Yani, günahlarıyla sevaplarıyla azınlığın kaderinin akışını değiştirecekler. Bense kaprislerimin esiriyim. En basit, en rahatsız etmeyici sözleri bile yakalayıp darbımesel hâline getiriyorum. Kendimden utanmaya başladım. Her söyleneni kötüye yoran zihnimi toparlamalıyım; toparlamalı…
Karşılıklı iltifatların ardından, masaya sırayla dizilmiş dosyalara yöneldi iki heyetin de sekreterleri.
-Eğer her uçan kuş incir yeseydi bir dinara incir bulunmazdı demişler. Önce eğitim meselesiyle başlayalım. Ne dersiniz?
-Ha ha, çok esprilisiniz ve hay hay efendim. Zaten biz de eğitim dosyasının ilk olarak görüşülmesini istiyorduk.
Eğitim dosyalarını aça dursunlar ben sabah kahvemi höpürdetmekle meşguldüm daha. Bir ara salonu kaplayan murdar bir koku genzimi yaktı. Nereden geliyordu bu koku böyle? Dosyalar karıştırıldıkça artan kokuyla daha da tedirgin oldum. Koku dehlenir mi hiç! Ben dehlerim…
Sekreterler açtıkları dosyaları heyet temsilcilerine verdiler. Batı Trakya heyet temsilcisi, bürokrat edasıyla müzakereleri başlattı.
-Efendim, mâlumunuz eğitim meselesinde her ikimizin de benzer sorunları bulunmaktadır. Ne yazık ki, birbirimizin esiri olmuşuzdur. Şimdiler buna karşılıklılık diyor. Bendeniz pek alışamadım buna. Mütekabiliyet kelimesi daha hoş, daha anlamlı gibime geliyor. İşte bu mütekabiliyet hususu bizi birbirimize bağlamıştır. Âdeta ellerimize kelepçe takmışlardır bu mütekabiliyet meselesini. Menfi kullanımı yüzünden eğitimimiz mahvolmuştur. Bugün kendi okullarımızı idare edemez, çocuklarımıza günümüz medeniyetinin çağdaş eğitimini öğretemez hâle gelmişizdir. Bu hususta bizim en büyük sıkıntılarımızdan biri yeni ortaokul ve lise açamamamızdır. Mâlumunuz Gümülcine ve İskeçe’de iki lisemiz mevcut. Lâkin talep çok fazladır. Bodrum katlarımız dahi sınıf hâline getirilmiştir. Acilen yeni okullara ihtiyacımız vardır. Bu hususta siz İstanbul heyetinin desteğini alacağımızı ümit ediyoruz. Yüz yirmi bin olan nüfusumuza en azından beş lise gerekmektedir.
Hayret! Ben masada kümeleşen her zevatın susmasını bilmeyen tipler olduğunu sanırdım. Yanılmışım. Kimsenin kimseyi ısırmaya niyeti yok. Yine başladım işte. Kendimden utanıyorum. Her söyleneni kötüye yoran zihnimi toparlamalıyım; toparlamalı…
-Dediklerinize katılıyoruz. Biz zaten buraya gelmeden önce sizlerin bu talebinden haberdar idik. Ve bu hususta sizleri destekleme kararı almış idik. Bu yüzden bu konuda sizlerin yanınızda olduğumuzu bildiririz. Yeni okulların açılabilmesi için elimizden geleni yapacağız. Hem sadece yapmakla kalmayacak, bu sorunun derhal çözülmesi için, sizler nasıl diyordunuz, evet evet derhal bir kınama çıkaracağız. Bundan emin olunuz. Hem biliyorsunuz bizim de eğitim meselesi hakkında benzer sorunlarımız vardır. Doğrusu nüfusumuz neredeyse bahsedilemeyecek kadar azdır. Lâkin bildiğiniz gibi bizler de eğitim mağdurlarıyız. Efendim, bizim sizler gibi, yeni okul açma gibi bir niyetimiz yoktur. Zaten bunun için nüfusumuz da yoktur. Bizlerin mevcut okullarında boş sınıflardan bol şey yoktur. Ama yine de en büyük sorunlarımızdan biri eğitim konusudur. Mâlumunuz burada din adamı yetiştirememekteyiz. Heybeli’deki Ruhban okulumuzun kapalı olması iflahımızı kesti. Yel değirmenleriyle güreşmekten yorulduk. Sizden beklentimiz bize Ruhban okulu meselemizde kınama şeklinde destek vermenizdir. Yürüdüğümüz dikenli yolda beraber ilerleyecek ve aydınlık günlere ulaşacağız. Teşekkür ederim.
İkilem mi desem, dilemma mı? Kurtulamıyorum gafletten. İstanbul heyetinin kâtibine baktıkça katran karası gözleri ürkütüyor beni. Batı Trakya heyetinin kâtibi ise içimi ısıtıyor, güven duygusuyla rahatlıyorum. Neden biri cennetmiş de öbürü cehennemmiş gibi geliyor bana? Bu psikozdan kurtulamıyorum bir türlü. Oysa söylenenleri düşünmek istiyorum ben. Azınlık sorunları benim de sorunum. Çözüm için bir araya gelmeleri bile gözümü yaşartmalıydı. Oysa ne istediğimi bilmeme rağmen, ağlamaktan utanıyorum. Ne mi istiyorum? Azınlıktan olup azınlıktan utanmamak istiyorum..
İstanbul heyetinin konuşmasının ardından salonda fısıldaşmalar başlıyor. Batı Trakya heyeti cep telefonları ellerinde bir bir, tek tek salondan dışarı süzülüp, iki üç dakika sonra geri dönüyor, sandalyelerine tünüyorlar.
Ben de bilirim bu numarayı. Tuvalet molası verilmeyen toplantılarda telefonla konuşuyormuş gibi yaparsınız ve dışarı çıkarsınız. Belki fırsat bu fırsat deyip bir de sigara tüttürür sonra yeniden usulca koltuğunuza dönersiniz. Fakat elinde cep telefonuyla çıkıp dönenin haddi hesabı yok. Bu benim bildiğim numaraya pek benzemiyor. Hadi bir ikisi bahsettiğim numarayı yapsa bile, hepsinin mi çişi gelmiş canım! Var bu işte bir iş.
-Sizi biraz beklettik. Nüfus olarak sizden fazla olduğumuzdan karar almamız biraz zaman alıyor tabiî. Her halükârda bahsettiğiniz meselede sonuna kadar haklısınız. Eğitim meselesi çok önemlidir. Okullardaki öğretim üyelerinin maaşlarından tutun, talebelerin iaşe masraflarına, okulların teşkilatı, öğretmenlerinin vasıfları, tahsil müddeti, sınıf terfi usulleri, programı, öğrencilerin kabul şartları, okuldan mezuniyetleri, hep zor konulardır. Bunca müşkülat karşısında ortak hareket etmemiz elzemdir. Aksi taktirde nasıl çözeceğiz sorunlarımızı? Biz çözmeyeceğiz de, kim çözecek sorunlarımızı? Evvelâ bizler birbirimize yardımcı olacağız ki, âlem de bize yardımcı olsun. İşte bu yüzden sizi sonuna kadar destekleyeceğimizi bilmenizi isteriz. Yalnız küçük bir sorun vardır. Biliyorsunuz Türkiye laik bir devlettir ve Ruhban okulu meselesi Türkiye’nin iç sorunudur. Bizim buna karışmaya hakkımız yoktur. Ruhban okulu meselesi, sizinle bizim aramızdaki mütekabiliyet esasına dayalı sorunlardan biri değildir ki! Keşke eğitim meselesinde elimizden bir şey gelseydi... Ama, elbette bizler sizleri destekliyoruz.
Hemen bir cürümden dolayı mahkûm etmeyeyim Batı Trakya heyetini. Hem ne alakası varsa, aklıma 1920’de 2345 sayıyla yürürlüğe giren kanun geliyor. Kanunda Atina’da din adamı yetiştirecek bir okulun açılma meselesi vardı. Yoksa bu da mı şeytanın kulağıma fısıldaması. Konuları çorba ederek ne kazanabilirim ki! Saat daha 11:45. Def-i meclise muvaffak olacağımıza dair bir emare bile yok ortada. Elime cep telefonumu alıp salonun kapısına doğru süzülüyorum. Hedefim belli; benim için def-i hacet etme zamanı…
-Dilerseniz ikinci ortak sorunumuza geçelim. Bildiğiniz gibi 20 senedir müftümüzü seçememekteyiz. Daha doğrusu seçtiğimiz müftüleri Yönetim atamamaktadır. Tarafımızın en doğal hakkı olan dinî liderimizi, müftümüzü seçme hakkı elimizden alınmıştır. Hristiyan dininden olan insanlar, Yönetimin yardakçısı olan hainleri başımıza müftü olarak atamaktadır. Müftülüklerimiz işgâl altındadır. Bu sorunumuzun derhal çözülmesini istemekteyiz. Ve elbette sizden bu konuda da destek bekliyoruz.
-Evet bu sorununuzu bizler de gayet iyi biliyoruz. Sizin müftünüzü seçmeniz en doğal hakkınızdır. Bu konuda sizleri desteklemekten çekinmiyoruz. Derhal müftülerinizin tanınması için kınama çıkaracağız. Lâkin, sizler de pekâla biliyorsunuz ki, bizim de küçük bir sorunumuz vardır. Mezhep inancımıza göre Patrik Efendi evrenseldir, ekümeniktir, âlemşümuldur, cihanşümuldur, üniversaldir. Yani bütün Ortodoksların manevî lideri, manevî önderidir. Bunu bütün dünya böyle bilmektedir. Ama maalesef bu unvanı kullanmamız yasaktır. Sizden küçük bir jest bekliyor ve bu unvanı içeren bir kınama çıkarmanızı talep ediyoruz.”
Otel tuvaletlerini sevmiyorum. Daha doğrusu evimin tuvaleti dışında hiçbir tuvaleti sevmiyorum. Sevmekten kastım rahat etmek. Huzursuz oluyorum nedense. Çok şükür bu sefer daha iyi hissediyorum kendimi. Tuvaletlere koydukları hoparlörlerden gelen müziğin rahatlığı var üzerimde. Kimbilir benim gibi düşünen bir mimarın fikridir tuvaletleri de müzik sesiyle donatmak. Müzik sayesinde beden rahatlıyor, kaslar gevşiyor...
-Efendim bahsettiğiniz meselede sonuna kadar haklısınız. Sizin Patriğiniz bizim patriğimizdir. Buyurun bir gün Batı Trakya’mıza gelin Müftümüzün bir acı kahvesini için. Hem dertlerimiz birdir. Bunca müşkülat karşısında ortak hareket etmemiz elzemdir. Aksi taktirde nasıl çözeceğiz sorunlarımızı? Biz çözmeyeceğiz de, kim çözecek sorunlarımızı canım? Evvelâ bizler birbirimize yardımcı olacağız ki, âlem de bize yardımcı olsun. İşte bu yüzden sizi sonuna kadar destekleyeceğimizi bilmenizi isteriz. Yalnız küçük bir sorun vardır. Biliyorsunuz Türkiye laik bir devlettir ve Patriğin üniversal olma meselesi Türkiye’nin iç sorunudur. Bizim buna karışmaya hakkımız yoktur. Bu ekümeniklik işi, sizinle bizim aramızdaki mütekabiliyet esasına dayalı sorunlardan biri değildir ki! Keşke patrik meselesinde elimizden bir şey gelseydi... Ama tekrar edelim ki, elbette bizler sizleri destekliyoruz.
Nostalji kabîlinden bu toplantıyı Lozan’da yapmaları çok hoşuma gitti. Hem Lozan antlaşmasına atıfta bulunmuş olunuyor, hem de o zaman Lozan’a getirilmeyen azınlık temsilcileri tarihî hatayı bugün gidermiş oluyor. Otelin resepsiyonuna doğru yürüyorum. Lobide bekleşenlere bakıyorum. Hafiye kılıklı biri dikkatimi çekiyor. Nereden tanıyorum bu adamı? Hayret!. Çıkaramıyorum bir türlü. Tam bu sırada otele giren yeni müşteri sevgilisine, “Hayat bir hoş my darling” diyor. Allah Allah! Enteresan bir tasvir doğrusu. Hem bak dikkatim dağılıverdi işte. Geriye dönüyorum, hedefim toplantı odası. Sessizce sandalyeme tünerken, göz ucuyla garsonu yanıma çağırıyorum. Hemen bitiveriyor dizi dibimde. Alt! diyorum. Kim demiş gözler konuşmaz diye!..
Toplantıda sırayla görüşülen maddelerde anlaşma sağlanamayınca tarafların morali bozuluyor. Anlaşılan def-i meclise muvaffak olmak üzereyiz. Sözü İstanbul heyeti alıyor.
-Efendim, her ne kadar bu bir araya gelmemizi başarı olarak görsek bile, maalesef sizleri anlamakta zorlanıyoruz. Hangi konuyu görüşmek, ortak karar almak istediysek, her seferinde bizleri desteklediğinizi söylüyor, fakat ardından bu meselelerin Türkiye’nin iç meselesi olduğundan dolayı bir şey yapamayacağınızı beyan ediyorsunuz. Bizlerin zaten kabaca üç, bilemediniz dört büyük meselesi vardır. Şimdi siz bunları Türkiye’nin iç hassasiyetlerine, laik sistemine bağlar, bunlar Türkiye’nin iç meseleleridir derseniz ve aramızdaki mütekabiliyet zemininden bu meseleleri çıkarırsanız, acaba kendi sorunlarınızı nasıl çözebilirsiniz? Sizinle nasıl karşılıklı çözüm bulmamızı düşünürsünüz? Bakınız hangi meseleyi ele aldıksa siz bunları Türkiye’nin iç meselesi olarak ifade ettiniz. Bu noktada bize sizlerle beraber hareket etme olanağı bırakmadınız.
Batı Trakya heyeti ne cevap verdi inanın hatırlamıyorum. Zaten elimde Batı Trakya heyetinden aldığım Gündem gazetesi var.
Geçenlerde parti başkanı Mümtaz Soysal gelmişti Gümülcine’ye. Mümtaz hocayı ben daha çok Denktaş’ın danışmanı olmasıyla tanıyorum. Ve hani söyleyeyim, Denktaş’ın Kıbrıs’taki mitingine Batı Trakya’dan M. Emin Aga’yı getirmeyi akıl edenin de, hep Mümtaz hoca olduğunu düşünmüşümdür. Bana göre böylesi dahiyâne bir fikir ancak Kıbrıs’ı bugünlere taşıyan Denktaş’ın danışmanı Mümtaz hocanın olabilirdi.
Gündem’in manşetini okuyorum “Mümtaz Hocadan Siyaset Dersi”. Hoca aynen şöyle diyor,“Bir, ekümenlik sıfatına gelince. Dışarıda bunu iddia edebilirsiniz, ama Türkiye içinde bunu yapamazsınız. İki, Ruhban okulu ise Türkiye'deki eğitim sisteminin birliğine aykırıdır. Sistemin içinde bunu yapabilirler. Ve Üç, Patrikhane ile müftülükler iki ayrı şeydir. Aynı denkleme bağlamamaz, bu yüzden karıştırılmaması gerekir."
İlâhi hoca, diyorum! Sen bunları ayırdıktan sonra geriye ne kalıyor ki?
Hem hocanın “Türk - Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Meselesi" konulu konferansına ben de katıldım. Hoca, “Türkiye ile Yunanistan arasında o kadar çok mesele var ki, bunların tümünün çözümünün gerçekten çok zor” olduğunu söylemişti. Ve bize moral vermişti, esasında en kolay çözülecek sorunun azınlıklar sorunu olduğunu ifşa ederek. O gün vaktim kısıtlıydı. Soru cevap bölümüne kalamadım. Kalsaydım hocaya soracaktım, “İstanbul Rumlarının en önemli sorunlarını Türkiye’nin iç meselesi olarak algılarsanız, Yunanistan’la azınlık meselesinde masaya koyacak konunuz kalmaz. Hem Yunanistan da tutar bizim sorunlarımızı iç meselesi olarak görürse, o zaman Batı Trakya Türklerinin sorunlarını nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz?”
Lozan’daki toplantı dağılalı neredeyse iki saat oldu. Havaalanındayım, taksiye 45evro ödedim, düpedüz soyuyor bunlar adamı. Uçağın kalkmasına daha bir saat var. Otelin lobisinde gördüğüm hafiye kılıklı adam burada da karşıma çıkıyor. Karşıma çıkmakla kalsa iyi, yanıma yaklaşıyor ve kulağıma fısıldıyor, “Valla bu mantıkla bunlar Kıbrıs’ı çözerler, Ege’yi çözerler, FIR hattını çözerler, kıta sahanlığını çözerler, Kardak’ı çözerler, velhasılı her şeyi çözerler abicim, ama sittin sene azınlık sorununu çözemezler.”
Sahi nereden tanıyorum ben bu hafiye kılıklı adamı!


Azınlıkça Dergisi
Evren Dede
Aralık 2006
Sayı:25

Seçimlerin Ardından

Azınlıkça

Yerel seçimler geldi geçti, ardında tahlil bekleyen pek çok gariplikleri barındırarak. Uzun zamandır beklettiğimiz bir konuyu, daha doğrusu yeni bir kavram üzerinde kendi aramızda yaptığımız tartışmaları, seçimi de sebeplendirerek sizlere de sunma fırsatı yakalamış olduk. Şimdi tam zamanı. Bahsedeceğimiz kavramın veya tabunun üzerinde düşünülmesi, tartışılması gerektiğine inanıyoruz.


Karahasan’ın aday olacağını bilen ve karar veren tek kişi: Papandreu. Ve bir kavram.
Karahasan’ın adaylığı konusunda PASOK başkanı, azınlık içi veya azınlık üzerinde denetimi bulunan azınlık dışı hiçbir erk odağına danışmadı. Papandreu’nun tercih ettiği seçim bölgesi veya Karahasan’ın politik geçmişi veya siyasî tutumu önemli değil. Önemli olan azınlık tabuları noktasındaki yankıları.
Net bir şekilde ifade edilirse: Azınlık üyesi olan ve davranışlarını erk odaklarına sormayan, destur alma zorunluluğunu hissetmeyen genç bir nesil oluşmakta. Karahasan’ın erk odaklarına sormadan vali adayı olması bu noktadan oldukça ilgi çekici bir örnek. Gerçi Karahasan’ın hayatının önemli bir bölümünü Batı Trakya dışında geçirmiş olması üzerinde yorum yapmamız gereken bir başka konu. Fakat, her hâlükârda azınlığın siyasî, dinî, iktisadî ve geleneksel hayatını bilmeden yola çıkan Karahasan örneğinde olduğu gibi, bu genç nesil tâlip olduğu işin sonunda ister istemez azınlık bilincine yönelmekte. Azınlık bilinci bir şuur meselesi olarak algılansa bile, toplumun beklentileri karşısında bu yeni nesilden çıkan veya çıkacak olan kişiler azınlık bilincine yönelmek zorundalar.
Burada Karahasan’ın adaylığından yola çıkarak esas konumuza odaklanalım. Ve diyelim ki, belirli bir dönem sonra, sonuçta azınlık bilincine sahip olanlar iki ayrı kutupta mevzîlenebilir. Kutupları belirginleştirecek olanların ise azınlık ırkçıları olacağı iddia edilebilir. Azınlık ırkçılarının, etnik kimlik ırkçıları ile ciddi oranda farklılıklar taşıyacağı söylenebilir. Üstelik, azınlık bilincine Türk kimliği ile katılanlar dışında aynı bilince katılan bu yeni azınlık ırkçılığı bütün etnik kimliklerin üzerinde bir yere oturabilir. Zaten önemli olan nokta da bu. Irkçılığın etnik köken üzerinden yapıldığı, hatta kelime olarak bütün olumsuzlukları barındırdığı düşüncesi düşünülse bile azınlık bilincine dönüşen şuur, sonunda bizlere yeni bir terminolojik kavram hediye edebilir: Azınlık şuuruyla doğru orantılı gelişen bir Azınlık Irkçılığı.
Yunan medyasının tahrikine karşı bile gerek sözlü gerekse yazılı beyanlarında asla Türk olduğunu belirtmeyen Karahasan’a Azınlığın genelinin sahip çıkmasının altında gerçekte azınlık ırkçılığı yatmakta. Etnik kimliği konusuna değinmese bile Karahasan neticede azınlığın bir parçası ve azınlık Karahasan’ı azınlık bilinci çerçevesinde sahiplendi.

Azınlık ırkçılığına örnek
Azınlık ırkçılığının nerede karşımıza çıkabileceğinin daha iyi anlaşılabilmesi için bir örnekle yola çıkabiliriz. Uluslararası literatürde Latince “Rebus sic stantibus” olarak adlandırılan, Türkçe’ye “koşullar değiştiği taktirde” olarak çevrilen bu uluslararası hukuk ilkesine göre antlaşmanın yapılışı sırasında var olan ve antlaşmayı etkileyen koşullarda değişiklik olması hâlinde taraflar bu antlaşmaya son verme ya da uygulamayı durdurma hakkına sahiptir. Meselâ diyelim ki, en önemli azınlık sorunlarından olan azınlık eğitimi hakkında Yunanistan ile Türkiye yeni bir anlaşma yaptılar ve bu yeni anlaşma çerçevesinde azınlık okulları kapatılacak ve bundan böyle Batı Trakya Türk Azınlığı devlet okullarında eğitim görecek. Devlet okullarına Türkiye’nin hazırladığı Türkçe ve azınlık çocukları için hazırlanmış çeşitli seçmeli dersler konacakt. (Aynısı İstanbul Rumları için geçerli)
Burada Türk bilincine sahip ve Türk ırkçısı olan azınlık mensupları ilginç bir ikilemle karşılaşacaktır. Okulların kapatılması kararını alan iki devletten biri olan Türkiye’nin, yani Ana Vatan olarak gördükleri ve çizgisinden çıkmadıkları Türkiye’nin politikasına uymak veya alınan karara, dolayısıyla Türkiye’ye karşı çıkmak. Büyük bir olasılıkla bahse konu grup Türkiye’nin kararına uyacaktır. Aynı örneği müftülük sorunu, şeriat sorunu, vakıflar sorunu veya dernekler sorunu için de verebiliriz. Müftülük konusunda Yunanistan ve Türkiye’nin ortak kararına azınlıktaki etnik kimlik kaynaklı Türk ırkçıları harfiyen uyacaklardır. Bugün “halkın katılımıyla seçim olsun” diyen tayfa bir günde karar değiştirecek ve “Türkiye onayladıysa seçim olmasa da olur” diyecektir.
Oysa azınlık ırkçıları için cevap farklıdır. Azınlık ırkçıları, etnik ırkçılılarda olduğunun aksine, hâmi devletin veya Yunanistan’ın azınlık içişlerine müdahalesinde azınlığa yansıyan etkinin olumlu mu, yoksa olumsuz mu olduğunu değerlendirecektir. Ve Azınlığın sahip olduğu herhangi bir haktan feragatta bulunulmasını asla kabul etmeyecektir. Hobbes’dan bu yana azınlık haklarının bireysel hak olduğunun bilincinde olan azınlık ırkçısı, azınlığın kolektif olarak kullandığı halde gruba değil de bireye verilen haklarını sonuna kadar muhafaza etme eğilimi gösterecektir. Dolayısıyla “Bir bireyin hakkından o bireyin mensubu olduğu azınlığın temsilcisi veya hâmisi feragat edemez!” diyecek ve özellikle de bu hak uluslararası bir antlaşmayla getirilmişse, kullanımı demode olsa bile hakkından feragât etmek istemeyecektir, hatta tek kişi kalsa bile. Hem değil mi ki hepsi bizim, bu kararlılığını sadece Celal Bayar için değil, Medrese için de, hatta ve hatta müftülük için de gösterecektir.
Yine şeriat hükümleri ile ilgili Yunanistan’ın Türkiye’yi örnek alarak evlenme ve aile hukuku konusunda azınlığın sahip olduğu hakkı resmî olarak tamamen elinden almak istediği varsayımında da aynı durum söz konusudur. Türk ırkçılığı Ana Vatanı örnek alarak şeriat düzeninin kaldırılmasında bir çekince görmezken, (Ne ilginçtir ki, ilahiyat kökenlilerin örgütlediği VİH bile kendi inançlarına inat medresenin kapatılmasını zamanında talep etmiştir.) talebi azınlık ırkçılığı velev şeriat yasalarını uygulamasa bile bu haktan feragatta bulunmayı azınlık bilincine hainlik olarak addedecektir.
Irkçılık en basit anlamda ağır kaçan bir beyan olabilir. Fakat unutmamak lâzım: Azınlık bilinci örneklerde görüldüğü üzere “ırkçılığa” yakın refleksler verebilmektedir. Bir farkla ki, azınlık ırkçılığının hâmisi devletler yerine ancak dünyadaki bir başka azınlık olabilir. Zaten azınlık şuuruna sahip bir bireyin çoğunluk içerisinde kendini muhafaza edebilmesinin yegane nedeni: Sahip olduğu azınlık ırkçılığıdır. Bu yüzden de azınlık olan her gruba sempatiyle bakmakta, ezildiğini gördüğü diğer azınlıklara yakınlık duymaktadır. Dolayısıyla sahip olduğu azınlık bilinci veya şuuru ölçüsünde azınlık ırkçıları karşımıza çıkacaktır. Irkçılık söyleminden rahatsız olan etnik ırkçılar veya ırkçılık kelimesine baştan alerjisi olan antiırkçılar bu ifadeyi azınlıklara tanınması gereken pozitif haklardan biri olarak değerlendirebilirler. Karahasan’la beraber karşımıza çıkan bu yeni kavram önümüzdeki yıllarda daha fazla gündemimizi meşgul edecek. Ve kabul edelim veya kabul etmeyelim, farkına varmadan azınlık ırkçılığına kaydığımız âşikâr. Mazisi olmayan (!) azınlık ırkçılığının istikbali meçhul bırakılmamalı. Reçetesi olanlar bu kavram hakkındaki görüşlerini açıklamalı.

Azınlıkça Dergisi
Sayı 24
Ekim 2006

Seçimlere dair

azınlıkça

Önümüzde yerel seçimler çok az bir zaman kaldı. Yapılan son genel seçimlerde Yunanistan’da soldan sağa bir dönüş yaşandı. Solun kalesi sayılan Rodop ili soldan sağa dönüşün en güçlü olduğu bölge olarak karşımıza çıktı. Hem seçim sonuçları açıkça gösterdi ki, vazifelerini yerine getirmeyince artık yokedilmesi gereken bir hükümetti PASOK.
Tabiî, PASOK’un hükümet olarak yokedilmesini ND’liler yanlış yorumladılar. Halk PASOK’u hükümet olarak yoketmişti, parti olarak değil. Bu yüzden de PASOK’un siyasî gücü kaybolmadı. Özellikle vali ve belediye ve yerel yönetimlerde aktif önderliklerini sürdüren Pasokçular solun yeniden güçlenmesine kaynak teşkil ediyorlar.
Burada sol derken belirtmek lâzım, iki partili ülkelerde önder seçilir, partiler değil. Kısaca ne sol soldur, ne de sağ sağdır gerçekte. Çokpartili rejimin yüzde kaçı iki partiye odaklı buna bakınca, parlamentoymuş, çokpartili rejimmiş, hikâyedir. Ortada iktidara tâlip iki parti olunca sol sol olmaktan, sağ sağ olmaktan çıkıyor. Genel değerler bulanıklaşıyor, fertler, liderler, parti başkanları öne çıkıyor. Öne çıkan her şahıssa iki partinin rekabetine borçlu öne çıkışını.
Bütün bunlara rağmen iş tasnife gelince ister istemez sınıflayalım: Yunanistan’da solu temsil eden PASOK, sağı temsil eden ND’dir. Ya diğer partiler? Onların hiç mi etkisi yok? Hiç şüphesiz, varlıklarıyla yoklukları toplumda infial yapmıyorsa, tasnifin alt kümesini oluştururlar. Ne günümüz bahsine konudurlar, ne geleceğe. Bahsedildikleri yerde, sadece tas kebabındaki soğan gibi lezzet versinler diye anılırlar. Hoş kısık ateşte pişmeye de gelmezler ama, yağsız kuşbaşı etse ND ve PASOK, diğer partiler tas kebabının pirinci, patatesi, soğanıdır.
Yaklaşan yerel seçimler PASOK adına sağla açılan arayı kapatmak için iyi bir fırsat.
Bu yüzden de yerel seçimler önemli. Gel gelelim ND boş durmuyor. Hükümet olmanın da avantajlarını kullanan ND, Karamanlis’in Papandreu’ya karşı öne çıkan baskın Yunan karakterini çekinmeden kullanıyor. Karamanlis’in Yunan barometresiyle ölçüldüğünde ortaya çıkan melekliği karşısında Pasokçular kendi genel başkanlarını yüceltmekte zorlanıyorlar. Yaşadıkları eziklik istemeseler de seziliyor. Ne hazin, iki partili ülkelerde lider seçilir, ekip değil. Ve PASOK lideri, ND lideri karşısında kişisel ölçümlerle seçim değerlendirmesine tâbi tutuluyor. Konuşması, yürüyüşü, bakışları, oturuşu, gülüşü, ses tonu vs. kayda değer mukayese özellikleri olunca, münakaşanın seviyesi cıvıklaşıyor, siyasî rekabet ucuzluyor. Oysa solu alt edecek yüzlerce siyasî kaynak var sağın elinde. Oysa sol zaten bedeninden fışkıran kirli kaynaklarla kendini kirletmiş, lekelemiş. Arınmak için yeniden yeni bir devrime ihtiyaç duyuyor. PASOK liderinin melekelerini eleştirmeye ne hâcet, bunca yıl iktidarda kalmış sol ahlâk bakımından da kirli.
Münakaşada kazanan kaybedendir. Son seçimlerde kazanan ND de, elbet kaybetmeye mehkum. Fakat hedef konacaksa, en az PASOK gibi uzun bir iktidarlık döneminden sonra. Geçelim.
Tıpkı Çoğunluk gibi kişilere endeksli Azınlık. Yalnız bir nüans farkıyla: Partinin oynadığı rol çok daha küçüktür. Meselâ, Gümülcine vali yardımcısı Hacıosman sağcıdır, ama sol partiden vali yardımcısı olmuştur. Kendi seçmeni için Hacıosman’ın partisi değil, Hacıosman’ın kendisi önemlidir. DEB’de de aynısı geçerli. Partisiyle bütünleşmiş gözüken azınlık adayları için de bir anlamda aynısı geçerli. Mustafa Mustafa bile partisinden dolayı seçmen kazanmamıştır, partisine Mustafa seçmen kazandırmıştır. Hükümet milletvekili İlhan Ahmet için de bu geçerli. Hem niye söylemeyelim, Azınlığın İlhan’ı seçmesindeki faktör, en başta PASOK azınlık adayının uğradığı erozyondur. Azınlık yeni bir göz, yeni bir dudak, yeni bir yüz istemiştir. Hâl böyle olunca, İlhan’ın partizanlığa kayması da anlamsızlaşır. Çünkü İlhan’ın şaşaası partisinden değil, fakir azınlık seçmeninden gelmektedir. Çünkü zenginin oyu İlhan’a gitmemiştir. Kalburüstü olanlar niye İlhan’ı seçsin ki? İşi, aşı yerinde olan yenilik niye istesin?
Yerel seçimler, genel seçimler için mini prova. Azınlık hakları konusunda aynı derecede yobaz davranan sağla sol veya solla sağın en büyük hatası: eski bilgilerinin tesirinden kendilerini kurtaramayışları. En yenisi on yıllık olan eski bilgiler ışığında yürütülen azınlık politikası solla sağın ortak yanılgısı. Hoş bu eski bilgiler kendi kendine değişecek değil, vasıtalara ihtiyaç var. Aracı olmaya talip kim olacak? Azınlık siyasetçisinin aslî görevi bu değil mi? Vasıta yani aracı olmak.
Parti içi bilinmeyen kanunlar vardır, bilinip de bilinmeyen, bilinip de söylenmeyen, bilinip de değiştirilmeyen. Gülbeyaz Karahasan’ın adaylığı gökkubbemizi saran bu kanunları ters yüz etti, gökkubbe çatırdadı ve çatladı. Bir azınlık üyesi, Çoğunluğun görev alanına giren bir vazifeye aday gösterildi. Çokkültürlü yurttaşlık yolunda önemli bir adım. Neden Rodop ilinde değil demenin âlemi yok. Çokkültürlülüğe soğuk bakan sadece Çoğunluk değil ki! Utanmasak yalanımızı ballandıra ballandıra haykıracağız, sanki Azınlık çokkültürlülüğe bayılıyor. Azınlık zaruretten dolayı çokkültürlülüğe yol veriyor, isteksiz ve bilinçsiz. Çoğunluk da zaruretten dolayı çokkültürlülüğe yol veriyor, isteksiz ve hedefsiz. En az ilişkiyle başından çokkültürlülüğü savan Çoğunluk ne kadar suçluysa, bir o kadar Azınlık suçlu. “Rodop ilinden Gülbeyaz’ı koysaydı ya görelim” diyenlerin samimiyetsizliği işte bu yüzden gün gibi âşikâr. Neden koysun? Neden yapsın?
Yunanistan uçsuz bucaksız tütün tarlası. ND gelmeden çok önce PASOK tarladaki tütünü toplamıştı. Gündelik ihtiyaçlara cevap vermekten tarlaya tütün ekmeye fırsat bulamayan ND’ye halk yerel seçimlerde ülke geneli desteğini şimdilik sürdürecek gibi.
Yerel seçimlerin Azınlığa etkisi? Ha sağ olmuş ha sol; malına, işine, aşına, düğününe, ibadetine dokunulmadığı müddetçe Azınlık şahlanmaz. Sadece kişisel menfaatler çerçevesinde partilere yakınlaşır veya uzaklaşır. Hem duygusaldır Azınlık. Ziyarete gelen politikacıları bağrına basar çabucak. Ve ardından bilinen nakarat başlar, «Γιά ποιό λόγο ήρθα εδώ; Ήρθα γιά νά σας ακούσω. Νομίσατε ότι Θα σας ξεχνούσα, ότι σας έχω ξεχάσει; Πότε δεν ενδιαφέρθηκα για τα προβλήματά σας; Πότε με ζητήσατε καί δε με βρήκατε; Εγώ, φίλοι, είμαι ένας από σας. Είμαι κι εγώ παιδί καπνά!!! Μεγάλωσα κι εγώ με τραχανόσουπα και με ψωμί.» Ve ardından kim daha duygusal konuşmuş, kim daha çok ziyaret etmişse Azınlık da ona verir oyunu. Hani ta buraya kadar gelmiş, ayıp olmasın diye.
Bütün bunlara rağmen belirtmekte yarar var. İskeçe’deki bağımsız liste yerel seçimlerin Azınlığa bakan yönündeki en ilginç olanı. 1989-90 yıllarında ardı ardına bağımsızlarla tanıştı Azınlık. Gerçi genel seçimlerle yerel seçimler aynı değil elbet. Fakat 2006’daki bağımsız liste de ne ilk, ne de son. Önemli olan fışkırdıkları kaynak. Yeni bağımsızlar geçmişin mirasına oturabilir mi? Geçmişin kaynağından fışkırsa bile geçmişin oy oranlarını yakalayabilir mi? Sonuçları görünce anlayacağız. Yalnız bir gerçeği belirtmekle yetinelim: 1989-90 yıllarında bağımsızlara karşı partilerden aday olanlardan yaşayanların hepsi bugün bağımsızların yanında gözüküyor. Bugüne bugün partilerin gelecek milletvekili seçimlerinde muhtemel azınlık adayları olacaklar için de öyle. Peki yanında gözükmenin ötesinde bunlar gerçekten bağımsızları destekliyorlar mı? Gerçekten akd-i ittifak ettiler mi? Hayır, doğası gereği hayır. Eski hesaplar var ortada, hesaplaşmalar var ortada. Millî ruh, hesaplaşmaların içinde çoktan boğulmuş gibi. Serdarzâde tutkalı olmasa bu hesaplaşmalar çok daha belirgin olacak. Hacıibram’ından Faikoğlu’na, Bandak’ından Akifoğlu’na ve diğerlerine kadar hepsi hesaplaşma pozisyonundalar. Aradaki uçurumlar o kadar büyük ki, akd-i ittifak ettikleri iddiası palavradan öteye gitmiyor. Gerçi listeyi ister içeriden ister dışarıdan, ister yandan ister kenardan destekleyenlerin akd-i ittifak ettikleri bir şey var elbet. Fitne ve fesat konusunda akd-i ittifak etmişler.
Son söz: Eğer liste son tahlilde 2500-3000 oy alırsa, fışkırdığı kaynağın kuruduğunu kabul etmekten öte söz söylenemez.

Not:1989-90 döneminde de akd-i ittifak edenler aynı şekilde fitne ve fesat konusunda akd-i ittifak etmişlerdi. Yalnız onlar bunu açıktan ve parti adaylarına karşı hayâsızca uyguladılar. Aldıkları oyun yüksek olmasının nedeni görüşlerinin benimsenmiş olmasından dolayı değildir ve bunun izahını önümüzdeki yerel seçimler sonrası yapacağız.

Azınlıkça Dergisi
Sayı 23
Haziran 2006

Kökçük müsün?

Azınlıkça

Sen bir avuç darı olsan,
Yere saçılmaya gelsen;
Ben bir güzel keklik olsam,
Bir bir toplasam ne dersin?

Sen bir güzel keklik olsan,
Bir bir toplamaya gelsen;
Ben bir yavru şahin olsam,
Kapsam kaldırsam ne dersin?

Herkes biliyor, Azınlığın kalburüstü şahsiyetlerinin çocukları, evinde Türkçe konuşan azınlık bireylerinin çocukları azınlık okullarında değil de, devlet okullarında okuyor. Sebebi Yunanca’nın daha iyi öğrenilmesi ve eğitim kalitesinin azınlık okullarına göre yüksek olması.
Yalnız, azınlık okullarından, azınlık eğitiminden ve anadilde eğitim öğretimden bahsederken bir gerçeği itiraf etmek zor geliyor, sıkılıyor, daralıyoruz. Niyetlere perde çekiyor, olmayacak duaya amin diyoruz.
Bugün eğitim konusunda üç önemli sorunla karşı karşıya azınlık bireyleri. Birincisi, çocuğun evinde öğrendiği dil -ki buna anadil deniyor- Türkçe değilse, tek kurtuluş azınlık okuluna gitmesidir. Bu sayede çocuk azınlığın anadili olan Türkçe’yi öğrenebilecektir, birey olarak anadili başka olsa bile. Bu yüzden, azınlığın anadiliyle -Türkçe ile-, evindeki anadili aynı olmayan kişiler, çocuklarını mutlaka azınlık okullarına göndermelidir. Yoksa Türkçe’yi öğrenemeyen azınlık bireyleri mevcut sistemden kopup gidecek, irtibat kopukluğu yüzünden asimile edilecektir.
Heyhat!.. Gel gör ki bu evinde de azınlığın anadilini -Türkçe’yi- konuşan aileler için geçerli değildir. Onların çocukları nasıl olsa Türkçe bilmektedirler, bu yüzden devlet okullarına gitmeli, Yunanca’yı çok iyi öğrenmelidirler. Yani evinde Pomakça konuşan, bireysel anadili Pomakça olan çocuklar, evinde Türkçe konuşan bireysel anadili Türkçe olan çocuklara karşı eğitim yarışını daha baştan kaybetmiştir. Evinde anadili Türkçe olanlar, çocuklarını devlet okullarına göndere dursun, kalitesiz azınlık okulları ve yetersiz Türkçe müfredat, evinde anadili Türkçe olmayanlar, yani anadili Pomakça olanlar içindir…
Zor geldi…
Yine itiraf etmek zor geliyor. Sıkıldığımız bir başka husus da, Yunan üniversiteleri konusudur. Bugün ama kontenjan sayesinde ama Türkiye’nin uygun görmesi sayesinde ama azınlık ileri gelenlerinin desteklemesi sayesinde ama yüksek kurullarımızın teşvik etmesi sayesinde, adına ne derseniz deyin, azınlık bireyleri Yunan üniversitelerini tercih etmektedir. Fakat herkesin sevinerek kabul ettiği, azınlık gençlerinin öğrenim görmek istediği Yunan üniversitelerinde bütün dersler Yunancadır. Azınlık okullarında, matematik, fizik, kimya derslerini Türkçe gören azınlık çocukları, Yunan üniversitesinde, en basitinden, toplama, çıkarma, karekökü gibi terimleri bile anlamakta zorlanmaktadır. Hani ilk başta karekökünün Yunanca’sını öğrensin de işlemi yapabilsin falan filan. İş böyle olunca, azınlık okullarında Türkçe dersi harici verilen derslerin Türkçe olması anlamsızlaşmaktadır. Sadece Türkiye’deki üniversitelerde okumayı düşünen azınlık çocukları için bu derslerin Türkçe olması bir anlam ifade etmektedir. Üstelik, Boğaziçi gibi bir üniversitede okumayı düşünenler için Türkçe matematik, fizik, kimya dersleri yine anlamsızdır. Hem Yunan üniversitesinde eğitimine devam edecek bir öğrencinin de azınlık okulunda kimya dersini Türkçe alması, öğrencinin başarı seviyesini düşürecektir.
Sıkıldık…
Yine itiraf etmek zor geliyor. Daraldığımız bir başka husus da Frangudaki programı. Azınlık çocukları, eğer üniversiteyi Yunanistan’da okuyacaksa, mezun olduktan sonra mesleğini Yunanistan’da icra edecekse, o zaman Yunancaları mükemmel olması gerekir. Bunun için de Yunanca öğrenmeye daha ilkokulda, hatta anaokulda başlanması gerekmektedir. Şimdi, hem çocuğum Yunan üniversitesinde okusun diyeceksin, hem de çocuğuna üniversite için, geleceği için Yunanca öğreten Frangudaki programına karşı çıkacaksın…
Daraldık…
Kişisel menfaatler çerçevesinde, saçma sapan politikalar kıskacında, plansız programsız iş yaparsan böyle olur işte… Azınlık okullarını anadili Pomakça olanlar için tutmak istersin; Yunan üniversitelerinde Yunanca bilmeyen azınlık öğrencileri sürünsün istersin; Frangudaki programına programda olmamasına rağmen zorla Türkçe ekletirsin, bu sayede devlet okullarına seçmeli olarak Türkçe dersi koydurursun; üniversitede hangi bölümde hangi branşa azınlık çocukları yönlendirilsin düşünmek istemezsin; Medrese kapansa çocukların koşa koşa Celal Bayar’a gideceğini sanırsın; Pomakça'dan korkar Yunanca’ya kucak açarsın; kelime haznesi 200 sözcüğü geçmeyen, diksiyon özürlü öğretmenlerle Türkçe öğretmek istersin; Türkçe katili azınlık basınınla Türkçülük yaptın sanırsın...
Öf; sıkıldık, daraldık cancağızım…
Lâkin söyleyelim: Sen bir avuç darı olsan, yere saçılmaya gelsen. Ben bir güzel keklik olsam, bir bir toplasam ne dersin?
Diyebileceği tek şey var: Sen bir güzel keklik olsan, bir bir toplamaya gelsen. Ben bir yavru şahin olsam, kapsam kaldırsam ne dersin?
Hu dey, hu dey, hu dey, hu dey!...


Free Blogspot Templates by Isnaini Dot Com and Supercar Pictures. Powered by Blogger